4 Mart 2017 Cumartesi
HEP YAĞMUR YAĞIYORDU
HEP YAĞMUR YAĞIYORDU
Çok küçük olduğumu, ancak aklım beni idare edecek yaşa geldiğimde anlamıştım. Çünkü bende, ne zaman kavramı, ne yön, ne de mekan kavramı henüz gelişmemişti. Dün, yarın, hafta, haftanın günleri, ay nedir bilmiyordum.
Ama o günü unutamıyorum. Çünkü sürekli yağmur yağıyordu. Annemle ben aynı yolları hem gece, hem de gündüz, birkaç kez gidip, gelmiştik. Ben, kah annemin elinde tutuyor, kah da elini tutmaktan ağrıyan omuzlarımın dinlenmesi için, eteğinden tutuyordum. Çünkü,asılı kalan kolum yüzünden, omuzlarım ağrıyor, boynum tutuluyordu.
Yürürken, annem bir adım atıyorsa ben üç adım atıyordum ve anneme kavuşmak için hep koşuyor olmam, beni öylesine yoruyordu ki anlatamam. Her seferinde, bir yandan yağan yağmur, bir yandan anamın tuttuğu şemsiyeden akan yağmur suları, önce kafama, sonrada boyun kökümden sızarak içime akması beni tir tir titretiyordu. Sonradan, annemin beni soyarken, ''kuru ipliğimin kalmadığını'' söylemesi, şimdi bile aklımda.
Bu gidiş gelişlerimizin sebebi, babamdı.
Babam, o yıllarda ''Kasaplara'' davar ( koyun ve keçi ) topluyor, onları otlatıyor. Karşılığında, her davar için, on kuruş kazanıyordu. Yani, davar sayısı, yüz ise, on lira, on tane ise bir lira kazanıyordu. ( Ben bunu, sonradan öğrenmiştim. ) Onun hikayesi ise, şöyleydi:
Babam, Sinanlı Mustafa Amcayla birlikte, taa Erzurumlara koyun, Tunceli ve Bingöl çevrelerine erkek keçi ( Teke ) türünden davar almaya giderler, on günlerce evden uzak kalırlardı. Döndüklerinde, her birinin önünde, yüz, yüzelli davar olurdu.
Davarın sahibi olan kasap, keseceği davarı, elemanları tarafından aldırarak, kesimhaneye gönderirdi. Ta ki, sürü bitinceye kadar bu işlem tekrarlanırdı. Sürü bitince babamlar gene yollara düşerdi.
Ben, kız kardeşim ve amcam çocukları, babamların getirdiği, boynuzlarının aralığı iki metreye varan teke sürüsünü, Sığırlık'ta karşılar, tekelerin üzerine binerdik. Bu bizler için doyulmaz bir zevkti.
Bizlere, oyun ve zevk veren sürü, onu güden çobanlar için bir çiledir. Çobanlar, yağmurunda, yaşında, kışın soğuğunda, yazın kavurucu sıcağında, evinden, ailesinden uzak, hep onların peşinde olurlar.
Bizim oralı bir Dursun Amca vardı. Oldukça yaşlı olan Dursun Amcanın güttüğü bir sürüsü vardı. Yıl boyunca, ne tatili, ne de farklı bir dinlencesi olurdu. Bayramlarda bile bir gün bayramlaşma adına evinde kalamazdı. Bayram günleri biz küçük çobanlar, güttüğümüz koyunlarımızı Dursun Amcanın koyunlarına katar, bayram yerlerinde eğlenmeye giderdik. Dursun Amcanın, ata sözü niteliğindeki bir cümlesi aklımdan hiç çıkmaz, Dursun Amca; ''İnsanın Ölüsü evde kalsa bile, davarı evde kalmaz'', derdi.
İşte, yukarıda girişini yaptığım hikaye, babamın, annemin ve benim hikayemdir.
Annem beni yatağımdan dide, dide kaldırdı.
''Kalk çağam ( çocuğum ) şimdi baban, ıslanmış ve acıkmıştır. Ona azık ve kuru elbise götürelim'', dedi. Ben ayaklandım, yani annemle yola çıkmaya hazırdım. Annem ekmek ve elbise bohçasını beline, çaprazlamasına sardı, komşudan aldığı bir teli kırık şemsiyeyi de eline aldı. Ve benim bileğimden kavrayarak yola çıktık..
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Daha önce anneme yol arkadaşlığı yaptığım yollara düştük. Kimi kaba taşlı, kimi balçık yollardan gidiyorduk. Ben ,annemin hızına, yetişemiyordum. Annem beni yüreklendirmek için, övgü dolu sözler söylüyor, benimle konuşuyordu. Daha sonraki çocukluk yıllarımda da sorduğu bir soruyu, soruyordu:
''Çağam, (Çocuğum) büyüyüp para kazanırsan bana ne alacaksın?'' derdi. Ben de her seferinde,
''Sana zıbın ( fistan, entari ) alacağım'', derdim. Büyüdüm, para da kazandım ama anneme verdiğim birçok sözü yerine getiremeyişimin üzüntüsünü yaşıyorum. Sevgili Anacığım bana ''hakkını helal ''eder mi '' bilmem.
İşe kavuşacak bir kişinin aceleciliği ile yola devam ediyorduk. O yıllar, annemin gençlik yıllarıydı. Birinin gücünü ve ivecenliğini överken; ''dağlarla güreşir'' deyimiyle karşılanır. İşte bu deyim, o yıllarda annemin tarifiydi. Ayrıca,sonraki yıllarda annemin, babama iş ortağı olduğu ayırtına vardım.
Yağmura, çamura aldırmadan adeta yolu yutuyordu. Ne var ki ben ona, neredeyse ayak bağı oluyordum. Ama anneme yol arkadaşlığı yapacak başka kimsesi de yoktu.
Babamı, Tuzlak Kayası'nda bulduk. Patronunun yağmurda giysin diye verdiği kapüşonlu yağmurluğun içine büzülmüş bir halde, bir kayaya yaslanmış oturuyordu. Güttüğü sürü ise yağmurda bir araya toplanmış, kulakları düşmüş, kımıldamadan duruyordu. ( Sürüyü barındıracak yeterlikte, ahırımız olmadığı için, çile daha da ağırlaşıyordu.)
Bizi gören babam, oturduğu yerden doğrulup, kalktı. Gelişimiz kendisini sevindirmiş miydi, bilmem?
Annemin getirdiği bohçayı açtı, benden gizlenerek, ıslak elbiselerini kurularıyla değiştirdi. Sonra, kırık şemsiyenin altında, yemeğini yedi. Annemle gecenin ve günün hikayesini konuştular.
Annemle, ben, geldiğimiz yoldan, çamurlara bata, çıka eve döndük. Annem, kendir çırpısı ile ateşi alevlendirdi ve benim üzerimdeki ıslak giysileri çıkarıp, beni yatağa soktu. Tüm ıslak giysileri yanan ocağın çevresine dizdi. Daha sonra gecikmiş olarak diğer kardeşlerimin karınların doyurduktan sonra, tekrar yemek hazırladı ve kuruyan elbiselerle birlikte bohçaladı. Yine sabahki gibi bohçayı çaprazlama beline sardı. Yine, sabahki komutla,beni yanına alarak, babamı bulmak üzere yollara düştük.
Bu yolculuğu gece de yaptık. Eve her dönüşümüzde, beni soyup yatağa yatırıyor, yaktığı ateşe yakın, kurusunlar diye asıyor, çocuklarını doyuruyor, kuruyan giysileri bohçalıyor, beni uykumdan uyandırıp ,elime biraz ekmek tutuşturuyor, gene yollara düşüyorduk.
Sanki yağmur, bizimle zıtlaşmış gibiydi. Yağmur hep yağdı, annemle ben, hep bir daha, bir daha yollara düştük. Son seferimiz ertesi sabah ezanına denk geldi. Annem ellerini semaya açıp, ''bu çileyi bitirmesi için Allah'a yakardı.''
Bir müddet sonra, sanki bu yakarış cevabını bulmuştu. Yağmur, önce yavaşladı, sonra da tümden durdu.
Zamanın akışı içerisinde, buna benzer ve daha beterleri başımıza geldi. Hayatın, acımasızlığına karşı, büyüklü, küçüklü tüm aile fertleri mücadele verdi. ''Dar günler çabuk geçer.'' Ya da ''Sayılı günler çabuk geçer.'' diye ata sözleri vardır, doğrudur. Ama bir de, ''DELER de GEÇER'' diye de karşılığı vardır.
Yani,bizim çocukluğumuz öyle, ''Küçüktüm, ufacıktım, top oynadım acıktım. ''gibi, değildi.
(04. 03. 2017)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)