17 Aralık 2017 Pazar

HUZUREVİNDE



              HUZUREVİNDE

    Huzurevi'nde bugün yas var. Herkesin sevdiği ama benim çok sevdiğim, can dostum, arkadaşım, sırdaşım, aynı zamanda meslektaşım Nafiz Hoca'yı (Emekli Öğretmen) ebediyete uğurladık.
    Bundan bir kaç gün önce, üşütmüştü. Aldık, yakınımızda bulunan Devlet Hastanesi Dahiliye Servisine götürdük. Muayene sonrası, akciğer filmi çekildi ve sonucunda zatürre olduğu söylendi Tedavisine hastanede yatarak sürdürülmesine karar verildi. Servise çıkarıp yatağına uzattık. hiç iyi görünmüyordu.
    Bizimle gelen görevliyi huzurevine yolladım. Hastanede lazım olacakları getirmesini söyledim. Hemşire hanım verilen talimatları uyguladıktan sonra, yani nabzını ölçtü, iğnesini yaptı ve serumunu taktıktan sonra, refakatçisinin kim olacağını sordu. Benim olacağımı söyleyince, benim neleri yapıp,  yapmayacağım ve daireden refakatçi belgesi almamı söyledi.
    Hoca'nın koluna takılı serum bitince, görevlinin getirdiği kıyafetleri giydirdim. Geçen zaman içerisinde, konuşuyor, hastalığının çok da önemli olmadığına dair fikirler yürütüyor, hastalığın hemen geçeceğini ve bir kaç güne kadar, bir şeyinin kalmayacağını düşünüyorduk.
    Öğleden sonra, Hoca'yı muayene eden ve servise gönderen, doktorumuz geldi. Bizim konuşmalarımızı doğrulayan sözlerle, korkulacak bir şeyin olmadığını ekledi. Geçmiş olsun diyip, çıkıp gitti. Artık, ikimizde rahatlamıştık.
    Söylemeyi unuttum. Bizim kalacağımız, hastane odası, sadece bize aitti. Odada bir yatak, yatağın iki tarafında, iki koltuk, karşıda musluk ve eviyesi, bir tezgah, yukarıda asılı küçük bir plazma televizyon vardı. Oldukça ışığı bol odanın, bir bölümünde banyosu bulunuyordu. Yani, bir hasta ve refakatçısi için lazım olan her şey vardı. Diğer koğuşların durumu nedir, bilmiyorum. Burada kaldığım sürece, hastane hakkındaki bütün sorularıma cevap bulacağımı sanıyorum. Ama bir gerçeği de söylemeden geçemeyeceğim. Hastane, isterse bir saray olsa da yüzü soğuk oluyor. Kendisine has kokusu, atıkları ve hizmet verenlerin kıyafetleri, hatta, yüzleri çarşafla örtülü, morga götürülen cenazelerin iticiliği hep vardır. Hastalarının başucundaki refakatçilerin veya hastaların ziyaretçilerin yüzündeki ifadeler, oldukça farklı ve kaygılıdır.
    Aşağı kantine inip, kolonya, peçete, kaşık, bardak vs. alıp geldim. Saat dört gibi yemek servisi yapıldı. Yemekten sonra, Hoca'nın yastığını yükseltip, yanıbaşına oturdum. Bir zaman dereden tepeden konuştuk. Biraz da siyasetten sözettik. Ülkenin genel durumunun çok da iyi olmadığı kaygımızı yineledik. Bu bizim, eksilmeyen kaygımızdı.
   İlaçlarını alan Hoca, çok geçmeden uykuya geçti. Göğsündeki hırıltı uzaktan duyulacak kadar artmıştı. Ayrıca yüzündeki o sarılık beni kaygılandırıyordu. Hoca uyuyunca, geçmişin karanlık sularına dalıverdim.

                                                   xxxxxxxxxxx

    Nafiz KIRMAN Hoca'yla, hemen hemen aynı yaştaydık. Ne var ki onun içindeki yaşama arzusu, neredeyse tükenmiş gibi. Benden bir yıl sonra huzurevine geldi. Geldiği zaman omuzları düşük, dünyasından bezmiş, adeta uyur gezer gibiydi. Elinde, makaralı bir valizi ve bir başka fermuarlı çanta vardı. Kendisini bir koltuğa bıraktı ve boş gözlerle çevresini taradı. Ne gördü, bilmiyorum. O zaman da şimdiki gibi derin derin nefes alıyordu. O kadar olacaktı, çünkü yol yorgunuydu. Başı ben çekerek, kadınlı, erkekli  kendisine 'hoş geldin' dedik. Utangaç, başını yerden kaldırmadan, yarı doğrulmuş vaziyette, ''hoş buldum'' diyordu.
   Hoca'nın yeterince dinlendiğini tahmin eden, huzur evinin memuru Ragıp Efendi, Kendisini büroya çağırdı. Sanırım, gerekli evrakları düzenledi. Hoca yanında, bir görevli ile döndü. Yanında getirdiği valizlerle birlikte, görevliyi takip ederek aramızdan ayrıldı. Uzunca sayılacak bir zaman sonra aramıza döndü. Artık yüzündeki o bezginlik ifadesi yerini huzura terketmişti. Demek ki kendisine refakat eden ve odasını düzenleyen görevli, burası ve bizim hakkımızda olumlu şeyler anlatmış olmalı.
     Ben de beş yıl önce, Hoca gibi elimde valizimle, o kapıdan içeri adım attığımda, Hoca'nın içinde bulunduğu ruh halindeydim. Belki de daha fazlaydı. Bir meçhule yürüyordum. Beni nelerin beklediği hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Gerçi huzur evine gelmeden önce, bazı araştırmalar yapmıştım. Ayrıca, beni kararımdan vazgeçirmeye çalışan oğlum, bir sürü olumsuzluklardan ve aramıza girecek gurbetlik ve hasretliklerden sözetmişti. Bir de çok sevdiğim, kızım, oğlum, gelin ve damadımdan, hele de göz bebeğim torunlarımdan ayrılmanın bu derece zor olacağını tahmin edememiştim.
    Benim için düzenlenen odadaki ilk gecem, ne zor olmuştu. Başka değil, aklımı  kaybedeceğimden korkar olmuştum.
    Ertesi sabah, salona indiğimde, beni dost gözlerle süzen, kadınlı erkekli gurubu görünce, biraz teselli bulur oldum. Ayrıca, uzak yol olmasına karşın, bir ay bile geçmeden, çocukların, cümbür, cemaat arabalara doluşmuş, koyunları, kucakları dolu, hediye paketleriyle ziyarete gelmeleri, teselli olmuş ve ilerde hep geleceklerine dair söz vermişler, hatta sıkıldığımda aralarına dönmem için benden söz almışlardı.
    Huzurevine gelme kararım, adım adım geldi. Önce sevgili karımı kaybettim. Evde yalnızlığım dayanılmaz oldu. Kendi kendime yeterim sanıyordum. Gerçeğin öyle olmadığını çok geçmeden anladım. Her şey, yemek, içmek veya barınmak değilmiş. Asıl olan paylaşımmış, eşle sohbetmiş, hayatı paylaşmakmış. kavga edip, barışmakmış. Birlikte yürüyüşler, sevinci ve acıyı paylaşımmış. Yaraya merhem, derde çareymiş. Tüm bunlar, hayat arkadaşımla birlikte beni terketmişti. Ve ben, kendimce, koca kentin en dertlisi, hatta en yalnızı olup çıkmıştım. Yani, halk deyimiyle ''Suda çıkmış balığa döndüm,'' derler ya. Öğle değil, 'suya batıp, çıkamayan balığa dönmüştüm'.
     Hülasa, evde kalmam giderek çileye döndü.
     Önce oğluma, sonra kızıma misafir oldum. Bir müddet çocuklarla, torunlarla oyalandım. Ama o da uzun sürmedi. Benim, geniş bir aileye, dostlar arasında olmaya ihtiyacım vardı. Çare, çare huzurevine taşınmak dedim. fikrimi önce, eşe dosta, sonra çocuklara açtım. Kimi olur, kimi olmaz dedi. En olumsuz tepkiyi ise, oğlum koydu. Önce olacakları sayıp, döktü, sonra olamayacakları sıraladı.
     Sonunda, benim inadım baskın çıktı.
     İlimizdeki Sosyal Hizmetler Bürosuna başvurdum. Eğer belli bir yerde ısrar etmezsem, açığı olan bir huzurevinde beni misafir edeceklerini söylediler. Herhangi bir tercihim olmadığını söyleyince, gerekli formlar alıp doldurdum. Bir hafta içinde de, sağlık raporlarımla birlikte ilgili büroya teslim ettim.
      Bir ay kadar sonra, adresime gelen çağrıyla, Sosyal Hizmetler Bürosuna gittim. Şimdi bulunduğum, bu ildeki huzurevi kontenjanına dahil oldum. Hazırlığım uzun sürmedi. Bir hafta içinde huzurevinin kapısından içeri dahil oldum. Şimdi, acısıyla tatlısıyla beş yılı geride bıraktım.
     Nafiz hoca, ilaçların etkisinde olsa gerek, yastığa gömülü uyuyordu. Demek ki, hatıralarıma dönebilirim.
     Huzurevinde korktuklarımın hiç biri başıma gelmedi. Aksine çok güzel günlerimiz oldu. Huzur evimizin mevcudu: Otuz iki misafir, bunların, on yedisi erkek, on beşi ise bayanlardır. Bu sayının içinde beşi, evli çiftti. Evli çiftler aynı odada, diğerleri de tekli odalarda kalıyor. Misafir sayıları, bazen bir artar veya eksilirdi. Diğer personel ise dokuz kişiydi. Bir müdür, bir müdür yardımcısı, bir psikiyatr, bir hemşire, iki aşçı, diğerleri de hizmet elemanıydı.
     Binamız, bir otobana üç yüz metre kadar uzaklıkta, ağaçlar arasında, neredeyse kaybolmuş bir bahçe içerisinde. İki katlı, huzurevi sakinleri için bir bina, tek katlı bir hizmet binası ve garajdan ibaretti. Misafirhanenin giriş katında, ihtiyaca cevap verecek donanımlı bir salonu ( Duvar boyunca kitap dolapları), yemek salonu, hemşire odası, muayene ve psikiyatr odası bulunuyor. İkinci katı ise iki blok halindeydi. A - Blokta, bayanlara ait odalar, B - blokta ise erkeklere ait odalar bulunuyor. Evli çiftler ise L - Salonu denilen kısımdaydı.Her oda, hizmet alan sakinlerinin tüm ihtiyaçlarına cevap verecek donanımındadır. L - Salonunun ters yönünde ise idare kısmı yer almaktadır.
    Hizmet binasında,  yemekhane, çamaşırhane, güvenlik personeli odası ve bir berber ve kuaför salonu bulunur. ( Haftanın bir günü, bayanlar için bir bayan kuaför, bir başka günü ise erkekler için erkek berberi gelir.)
     Huzurevinde geçen bir günün hikayesini anlatmadan geçmeyeceğim. Anlatacağım bir günün hikayesi, aslında, birkaç günün bile değil, onlarca yılın yaşam öyküsüdür. Yani hayatın içindeki bir döngüdür. Günler arasında, acı, tatlı, mutlu veya hüzünlü farklılıklar tabii ki olur, olacakta. Genel olanı ise: Sabah, kalktığımızda, kendi odalarımıza çeki düzen verir, sabah temizliğimizi yapar, uygun kıyafetlerimizle, aşağı salona ineriz. Sonra topluca, yemek salonuna geçer, kahvaltı menüsünde bulunanlarla kahvaltı yaparız. Havanın durumuna göre, çevrede küçük mesafeli yürüyüşlere çıkar, veya salonda kitap, gazete okur, televizyon seyrederiz. aramızda tavla veya satranç oynarız. Çok azımız kente gider, eşini dostunu ziyaret eder, alış verişini yapar, döner. Aramızda resim yapanlar veye enstrüman çalanlar bulunur. (Arada bir bize konser bile verirler.) Bayanlar, gözlükleri burunlarını üzerinde, elişi örgü örerler. Ev sakinlerinin arasında, sıkı dostluklar kuruludur. Ben geçen beş yıl içinde, hiç kavga edeni görmedim. Birbirimize karşı hep nazik davranış içindeyiz.
    Nafiz Hoca, geldikten sonra, O'ndaki o ezikliği  görünce kendisine karşı önce acıyarak yaklaştım. Konuştukça, Nafiz Hoca'nın hiç de göründüğü gibi biri olmadığını gördüm. Hocayı gün görmüş, oldukça medeni ve okumuş biri olduğunu gördüm. O'nu tanıdıkça, O'na olan hayranlığım arttı. Hoca, tarihçiydi, sosyologdu, Türkçeye hakim, iyi bir edebiyatçıydı, din bilimciydi. Hasılı, okuyarak kendini çağın filozofu olarak yetiştirmişti.  Çoğu kez, hava şartları elvermese bile, uzun yürüyüşlere çıkar, saatlerce konuşur, konuşurduk. Benim, hocadan öğrendiğim çok şeyler olmuştur. Aslında, ben de okuyan biriydim ve bu özelliğimle övünürdüm. Ama Hoca'yı tanıyıp, sohbetlerimiz arttıkça, ben okumuşluğumdan utanır oldum. Hoca resmen bir ayaklı ansiklopediydi.
     Hoca'nın bir başka özelliği de, asla yüzeysel olmayan, sevgisini her fırsatta dillendirdiği Atatürk sevgisiydi. Cumhuriyetin temel ilkelerini özümsemiş, demokrasiye aşık, insan, hayvan ve tabiat sevgisiyle donanmış bir insandı.Düşünüyorum da Nafiz Öğretmen'e öğrenci olanlar ne kadar şanslıymış.
    Nafiz Hoca'yla olmak beni hep mutlu etmiştir. O'nu kaybetme korkusu benliğimi sarıyor. Yüreğim sanki bir mengeneyle sıkılıyordu. Hem bunları düşünüyor, hem de arada bir O'nun solgun yüzünü seyrediyorum. Sabırsızlıkla, uyanmasını bekliyorum.
     Başı üzerinde, tıp tıp damlayan serum, nihayet bitti. Salona çıkıp ilgili hemşireyi çağırdım. Gelen hemşire, Hoca'nın damar yolundaki serumu çıkartırken, Hoca da uyandı. Artık uzun süre kaldığım yalnızlıktan kurtulmuş oldum. Hoca'ya, oturduğum süre içinde, aklımdan geçenlerden sözettim.
                           
                                        xxxxxxxxxxx

    Nafiz Hoca, bana hitaben,
    ''Sevgili arkadaşım, seninle uzun sayılacak bir beraberliğimiz oldu. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. '' dedi, Dikkat ettim, göz pınarlarında iki damla gözyaşı, yanaklarında süzüldü. Arkadaşım resmen ağlıyordu. Boynu incelmiş, yüzü solgun ve süzgündü. Bu hali yüreğimi parçalıyordu. Arkadaşım resmen elimden kayıp gidiyordu ve benim elimden bir şey gelmiyordu. Ben bunları düşünürken, konuşmaya başladı,
    ''Sayın hocam, dedi, hayatımda, sana anlatmadığım, bir başka deyişle, senden sakladığım, iki bölüm var ki, hep giz olarak bende kaldı. Çünkü, yalnız kaldığım gecelerde, o iki yaşanmışlığımı tekrar tekrar yaşadım. Böylece, hem mutluluğu, hem de hüznü yeniden, yeniden tatmış oluyordum. Artık, ruhumun ne mutluluğu, ne de acıyı kaldıracak gücü kalmadı.'' dedi. Derin bir nefes aldıktan sonra,
     ''Şimdi, sabrın olacaksa, sana hem mutluluğumun, hem de acılarımı barındıran hikayelerimi anlatmak istiyorum.'' dedi. Ben,
     ''Eğer, seni yormayacaksa, seni, seve seve dinlerim'', dedim. Oda, serinlemişti. Doğrulup battaniyesini omuzlarına çektim. Yastıkları kabartıp, yaslanması için arkasına verdim. Ben de, henüz kullanmadığımız bir yüz havlusunu dizlerime aldım. Kendisini dinlemeye hazır olduğumu, belirtmek için gözlerimi, gözlerine dikip bekledim. Elini yatağının kırışıklıklarını gideriyormuş gibi yapıyor, sanırım nereden başlasam diye düşünüyordu.
    Nihayet, sözler dudaklarından dökülmeye başladı.
    ''Öğretmenliğimin ilk görev yeri, kendi ilimden uzak, bir Çerkez Köyüydü. Okulum, eski okulun, yıkıntısına otuz metre kadar uzağa yapılmış, tek derslik ve bir işlikten ibaret bir köy okuluydu. Bir de iki odalı, bir öğretmen evi vardı. Kırk hane kadar bir köydü. Köyün  iki çeşmesinden biri, uygulama bahçemizin hemen dibindeydi. Bu çeşmeye, yaşlı, genç, çocuk gelir, evlerine su taşırdı. Çeşmenin önünde, uzunca, beton bir de yalak vardı. Kış, yaz köyün hayvanlarını, köylü burada sulardı.''
    ''Çeşmeye sık gelen bir kız vardı. Başını kısmen örten, kirli başörtüsü altında, kıvırcık, neredeyse kırmızı denilecek dışarı fırlamış saçları vardı. Eli her zaman morarmış, ince dal gibi bir kızdı. Kim olduğunu çabucak öğrendim. Nasıl öğrenilemez. Avuç içi kadar bir köydü. Annesi bir kaç yıl önce ölmüş. Babası tekrar evlenmiş, analığı olan bir kızdı. Yeni anneden olan, iki bakımlı ve okula gelen kız kardeşleri vardı. Çeşme başına sık gelişi, evin ağır yükü bu kızcağızın omuzlarında olmalı diye düşünüyordum.''
    ''Yalnız, çok sonra farkettim, okul yönüne bakıp bir şeyler görme çabasındaydı. Ben önce hep kendimi gizliyordum. Çeşme başına gelişlerinin okul paydosundan sonra sıklaştığını tespit ettim. Önce pek aldırmadım. Ama yakından bakınca, muhteşem bir güzelliğe sahip olduğunu gördüm. Gençliğin verdiği, cahilce cesaretle kıza yaklaşır oldum. Ufak, ufak gülüşler, kaş göz derken, kıza aşık olup çıktım. Çeşmeyi gölgeleyen, yaban güllerinin arkasına gitmeye ve kızla konuşmaya başladım. Onyedi yaşındaydı, adı Peri'ydi. (Aslında, Gülperi'ydi. Dile kolay geldiği için, ''Peri '' deniliyormuş. Benimle geçen tüm zamanlar boyunca hep ''Peri'' olarak kaldı.)'' Konuşmalarımızı, daha çok alaca karanlığın ortalığa hakim olduğu saatlere denk getiriyor ve kısa kesiyorduk. Neleri konuştuğumuz, şimdiki gibi aklımda. Uzatmayayım, onu istetirsem eşim olup, olmayacağını sorunca başını önüne eğerek, susup kaldı. Ben bunu evet kabul ettim.''
    ''Sevgili arkadaşım, herkes aşkı kendince yorumlar. Bizim ki de öyle şıp sevdi olmadı elbet. Gözlerim, Peri'nin, o bal rengi gözleriyle buluşunca, gözlerimden kalbime aşk denen o duygunun, damla damla akışını hissedebiliyordum. Sevginin, aşkın öyle, tahsille, kariyer veya denklikle alakası yoktur. Aşk, tatlı bakıştır, elele tutuştur, birlikteyken zamanı unutmak, dakikalık ayrılışlarda birbirini özlemek, sevinç ve hüznü paylaşmaktır. İşte bizim, aşkımızın tarifi buydu.''
    ''Peri ile önceleri, tenhalarda ve kısa buluşmalarımız olurdu. Ama söz kesimi ve nişanımız yapıldıktan sonra, birbirimize yakınlaşmamız daha cesurca oldu.
    ''Olaylar şöyle gelişti.'' Nafiz Hoca, hikayesine devamla,
    ''İlk uzun tatil döneminde aileme açtım. Hiç olumlu bakmadıklarını ifade ettilerse de benim, ısrarım üzerine,  ''peki'' dediler. Anne ve babamla, köye yollandık. Köyün muhtarı, bizi evine misafir etti. Neden sonra babam, muhtara niyetimizi açtı. Muhtar, ne evet, ne de hayır dedi. Ceketini omuzuna attı, ''Buyrun'' diye, önümüze düştü. Adamlara haber vermeden çat kapı, Peri'lerin evine baskın gibi girdik. Aile bizi şaşkın bir şekilde karşıladı. Daha ayaktayken, evin babası, muhtara bir sürü sitemde bulundu. Muhtar hiç oralı olmadan, geçip evin sekisine çöktü.'' Muhtar,
    ''Hacı, eski köye yeni adet getirecek değilim. Biz komşularımıza gitmek için ne zaman haber verdik ki.'' Hacı Amca başını önüne eğerek, Muhtarın yanına oturmuş olan bizlere,
    ''Hoş gelmişsiniz'' dedi ve sıradan elimizi sıktı. Evin hanımı ve üç kız da sırasıyla bize,
    ''Hoş gelmişsiniz'', dediler. Nafiz Hoca devamla,
    Çaylarımızı yudumlarken, muhtar geliş amacımızı, hiç lafı dolandırmadan açıverdi. Hacı Amca şok olmuştu. Ayağa dikildi, Yekten, ''ne diyorsun muhtar sen, senin bu dediğin hiç olacak şey mi?'' Muhtar,
    ''Hacı, de bakalım, neden olmazmış''? diye sordu. Hacı,
    ''İki nedenden dolayı olmaz, bir, kız daha çok küçük, iki, ben gurbete kız veremem.'' deyip kestirip attı. Muhtar biraz kabaca,
    ''Ula Hacı, iki karı aldın. Hangisi kızından büyüktü. Söyle bakalım bu köyden az mı kız gurbete gitti?'' Bir bahane söyle ki bahanen geçerli olsun,'' dedi.
     ''Babam, annem, muhtar olmadık diller döktüler. Hacı, bunun olamayacağını söyledi. Yani ''Nuh dedi, peygamber demedi.'' Ayrıca, oğlunuz da tayinini bu köyden alsın, bir daha bu köye gelmesin.'' diyordu. Çaresiz, muhtarın evine göndük.''
    ''Dinliyor musun?, Babam kızı almak istemiyor, kızın babası vermek istemiyor. Yalnız giderek annem, benim tarafımı tutar oldu. Benim ise gecem, gündüzüme karışmıştı. Korkum, kızı tutup, bir başkasına vermeleriydi. Bereket böyle bir şey olmadı''.
    ''Güz gelip, yeniden okullar açılınca, bu kez köye annemle taşındık. Babamın kızmalarına, direnen annem, ''Ben bu kızı almadan, memlekete dönmeyeceğim'', diyordu. Annem Peri'yi beğenmiş ve sevmişti. Ne yalan söyleyeyim?, annem, köyün hatırlı kişilerini Hacı Amca'nın ayağına yolladı. O, mübarek köylülerim beni çok seviyorlardı ve benim köye damat olmamı arzuluyorlardı. Nihayet Hacı Amca'nın katı kalbini yumuşattılar''
    ''Yaz tatilinde, Peri ile düğünümüz oldu. Peri gelinlikler içerisinde gerçekten bir ''Peri'ydi''. O yıl tayınım kendi ilime çıktı. Eski görev yerime artık misafir olarak gidecektik.''
     '' Biliyor musun? Biz ikimiz, sonra üçümüz, daha sonra da dördümüz, çok mutlu bir yaşam sürdük. Peri, iki yavrumuzu kucağıma verirken, mutluluğu doruk yapmıştı.''
   ''Bu anlattığım, benim mutluluk hikayemdi ve sözcüklerin yetersizliği, ortada zaten. Şarkı gibi, şiir gibi insanın yüreğine ekilen tınıların,nağmelerin tarifi ve söze dökülmesi imkansızdır. Mutluluğun tarifi de, bu olsa gerek''.diyip, kesti.
    Yorulmuştu ama anlattıkları kendini utandırmış gibiydi. Hafifçe yüzü pembeleşmişti. Kalkıp kendisine bir bardak su verdim ve,
    ''Bugün bu kadar yeter. Yat dinlen biraz'', dedim
    ''Ama'', diyecek oldu.
    ''Çok yorgun olduğunu, gerisini yarin anlatırsın,'' diyerek başka konulara geçtikse de, gecenin ilerlemiş olmasından, uyku saatimiz çoktan gelmiş, geçmişti.
                                           
                                                   xxxxxxxxxxxx
 
 Nafiz Bey, geceyi galiba iyi geçirdi. Ya da ben öyle sanıyorum. Çünkü gece, olağan dışı birşey olmamıştı. Sabah vizitesi sonrası, havanın güzel oluşundan yararlanmak için, şehrin büyük bir kısmını gören, hastanenin terasına çıktık. Oturduğumuz  bank, tamda seyir tepesi gibiydi. Hoca,
    ''Akşam anlattıklarımla, başını ağrıtmadım, inşallah.''
    ''Olur mu, hiç, bilakis paylaştığın için teşekkür ederim'', diye cevap verdim ve ekledim,
    ''Daha anlatacakların olduğunu söylemiştin.''
    ''Aslında, anlatmak için, can atıyorum. Çünkü, şu anda kendimi akşam olduğumdan daha iyi hissediyorum.'' dedi. Benim teşvikkar olduğumu görünce, başladı anlatmaya,
    ''Oğlumuz ve kızımız okullarını bitirip, işlerini alınca, benim de hizmet yıllarım oldukça artmıştı. Ailenin kararıyla emekli oldum''.
    ''Oğlan ve kızın bahtları aynı yıl açıldı. Çocuklarımızı taliplileriyle evlendirdik. Çok şükür onların mutluluklarını görme şansımız oldu. Bir yıl geçmeden de kızımızdan, bir erkek torunumuz da oldu. Artık hanımla ikimiz torun bakıcısı olmuştuk. Olsundu, mutlu sayılırdık.''
   ''Bu mutluluğumuz uzun sürmedi. Peri hastalandı. Hastalığına bir anlam da veremedik. Ağrısı, sancısı yoktu. İştahsızlığı ve hızlı kilo kaybı vardı. Artık bizim için doktor kapıları, ve sağlık seyahatleri başladı. Koca ülkede gitmediğimiz hastane, doktor ve profesörler kalmadı. Kucaklar dolusu ilaçlar alıyoruz, kadıncağız iyileşmiyor, günden, güne eriyordu. Ailemiz resmen hercümerç oldu. Önce elimizdekileri harcadık, olmadı. Emekli ikramiyemle aldığımız, arabamızı sattık, olmadı. Yurt dışına götürün, daha iyi doktorlar var denildi. Gönülde güman kalmasın dedik, evimizi de sattık. (Kendi evimizde kiracı kaldık.) Pasaportlar çıkarıp, Amerika yollarına düştük. Önerilen hastaneye vardık. Yine ismen önerilen doktorun kapısını çaldık. Peri hastanede, ben New york caddelerinde, tam iki buçuk ay süründük. Paramız suyunu çekince, yurda döndük. Peri bir adım bu yana gelmedi. Bir müddet bakımını evde yaptık, ağırlaşınca tekrar hastaneye yatırdık. Hastane odasında, refakatçısıydım''.
    ''Bir sabah, vizite sonrası, yatması için yatağını düzeltirken, boynuma sarıldı, Hoca dedi, (Bana çoklukla ''Hoca'' derdi.)
    ''Beni eve götür, beni evime götür. Ölmek için, hastane olması gerekmez''. dedi.
    ''En yakındaki, hasta arabasını aldım, Peri'yi kucaklayıp arabaya bıraktım. (Garibim resmen erimiş, bir kuş kadar hafiflemişti.) Asansörü çağırıp kimseye haber vermeden, hastanenin dışına çıktık. Çağırdığım taksiye atlayıp, evin yolunu tuttuk. Çocuklara eve taşındığımızı haber verdim.''
    ''Benim için çileli günlerin arttığını söylemem yanlış olmaz. Hastanın tüm ihtiyaçlarına koşuyor, bir dediğini iki etmemeye çalışıyorum. Akşam iş çıkışlarında sırasıyla çocuklardan biri geliyor, beni dinlendiriyorlardı. Buna dinlenmek de denmezdi. Çünkü, çarşıya pazara çıkmam gerekiyordu.''
     ''Günlerden  bir gün, peri komaya girdi. Dilsiz, dişsiz, uyku haline geçti. Artık ne ilaç verebiliyoruz, ne de bir lokma gıda verebiliyoruz. Eve günde bir kez gelen hemşire, serumunu asıyor. damarından besin verip gidiyordu. Böyle kaç gün geçti, inan ki bilmiyordum.''
     ''O akşam, çocuklar gelip gittikten sonra, Peri'nin yanına uzandım, elini elime aldım, hafiften elimi sıktı, sanki ben halen canlıyım der gibiydi. Eli elimde, öylece uyuya kalmışım. Bir an elimin mengenede sıkılıyor olduğu sanısıyla uyandım. Peri'nin elimi tutan eli buz kesmişti. Elimi elinden kurtardığım, sevgili karıcığım vefat etmişti.''
    ''Önce ne yapacağımın bilincinde olmadan, bulunduğum odada dönüp duruyordum. Sonra bir koltuğa çöktüm. Hem kendim için, hem de birçok ''muradı gözünde kalan'' ve iki yıl gibi bir zaman, çaresiz hastalıkla pençeleşen, ağırlığının belki on katı, ilaç tüketen karım için uzun uzun ağladım.''
    ''Gece hayli ilerlemişti. Peri'min elbiselerini kısmen soydum. Vücudunu ıslak havluyla bi güzel silip, gerekli temizliği yaptıktan sonra, dolapta yeni ve temiz giyecekler çıkarıp, ona giydirdim. Saçlarını söktüm, güzelce taradım. Senin anlayacağın, bayram gelinleri gibi onu süsledim''.
    ''Şafakla birlikte, mahalle camiinde sela ile duyurulsun diye, imam efendiden ricada bulundum. Eve dönünce de, oğlana ve kıza annelerinin vefat haberini verdim. Daha sonra Mezarlıklar idaresine telefon ettim. Gelen cenaze arabasına, taşıyıp, şoförün yanına binip, gasilhanenin yolunu tuttuk.''
    ''Eşi, dostu, akrabaları haberdar ettik. Aynı gün Öğle namazı sonrası, sevgili eşim Peri'yi toprağın bağrın tevdi ettik. Hocanın talkın duasından sonra, mezar başına konulacak mermere ne yazalım denilince, ''Gülperi'' deyince birçok tanıdık yüzüme baktı. Belli ki ''Peri'nin geçek adının ''Gülperi'' olduğunu yeni duyuyorlardı.''
   ''Üç gün ''Cenaze Çadırında'' taziyeleri kabul ettik. Üç günün sonunda, herkes evine dağılınca, (Çocuklarda dahil.)  ben, benimle baş başa kaldım.
    ''Belki bencilce ama gerçek şu ki, keşke ölmeyip, tek nefesi kalan eşime, bakmaya devam etseydim, hiç olmazsa adresim belli olurdu. Ama dert çekmek de hiç kolay değil, bazan ''ölüm hayırlıdır'' der , insan.''
     ''Aradan çok geçmedi, belki iki ay kadar, belki de biraz fazla. Ailenin tüm fertleri oğlanlardaydık. Söz nereden çıktı, bilmiyorum. Oğlan, ''Baba dedi, bu böyle olmayacak. oturduğun evi boşalt. Boşuna kira verme, hem senin orada, öylece yalnız olman, hiç hoşa gider birşey değil. Eller, kim bilir bizler için neler söylüyorlardır. Gel, bizlerde kal. Şunun şurasında iki evladın var, bazen bende, bazen kardeşimde kalırsın. Yok istemezsen sadece birimizde yerleşik kalırsın,'' dediler. Kendiler söyledi, kendiler onayladılar. Aman, zaman demeden evi boşalttılar.''
    ''Başladım, oğlanda kalmaya. Önceleri nazik ve kibar olanlar, giderek kabalaştılar. Oğlanla gelin aralarında, yok şeyler yüzünden kavga çıkarıyorlar. Hangisine yönelsem, sen karışma diyorlar. Bir iki derken, dayanamayarak, kızın evinin yolunu tuttum. Aynı hır gür, onlarda da vardı. Valizimi sırtladım, komşu kentte yalnız yaşayan ablamın yanına.''
    ''İki yıl sorunsuz günler yaşadım. Ablamla gül gibi geçinip giderken, pat diye ablam ölüverdi. Yeğenlerim miras paylaşımına düşünce bana yine yol göründü. Onların, aman yaman demesine fırsat vermeden, o ildeki öğretmenevinde kalmaya başladım. Bir yandan da Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne baş vurarak, huzur evine alınmam için baş vurumu yaptım. Fazla da bekledim sayılmaz. İsmim çıktığı günün ertesi günü, şimdiki huzurevi için yolculuğa çıktım. Sonrasını zaten sen biliyorsun''. dedi ve kesti.
     Yorulmuştu, hem anlattığı hikayesi kendisini yormuş, hem de yaşamışlığının içindeki inişli, çıkışlı olaylar zinciri, duygu yorgunluğuna sebep olmuştu.
     Oturduğumuz bankı terkedip, servise döndük. Görüş saati, öğleden sonra ''iki'' deydi. Ziyaret saatinde servisler, hasta yakınlarının akınına uğradı. Biz, tam garip kaldık derken, dizleri tutan tüm huzurevi sakinleri ziyaretimize geldiler. Bir kucak dolusu, kasımpatı ( Krizantem) çiçeği getirmişlerdi. Çiçeklere vazo bulmak bile onların tatlı telaşına sebep olmuştu.
    Çok geçmeden ziyaret saati bitti. Hastane gene o kasvetli sessizliğine büründü.

                                              xxxxxxxxxxxx

    O günün ertesi gün bizi taburcu ettiler. Tesisimize telefon edip, servis aracını istedik.
    Çok geçmeden, servis aracı gelip bizi aldı. Gelmişken, reçete edilmiş ilaçları da aldık. İlaçlara ilaveten, aparatlarıyla birlikte bir oksijen tüpü de verdiler. Demek ki doktor reçeteye yazmış.
   Huzurevine dönüşümüz, ortalığı sevince boğmuştu. Hemşire Hanım, oksijen tüpünü yerleştirdi, Hoca'ya kullanma talimatlarını verip çıktı.
   Girdiği odasında, tarif edilen şekilde, hava musluğunu açmadan, burnuna  maskeyi almış, ama tüpün vanasını açmaya fırsat kalmamış, öylece donup kalmış yani, ölmüş.
    Akşam oldu. Nafiz Hoca'yı bekle, bekle. Hoca gelmez. ''Birisi şu hocaya bir baksın, aç kalacak'', dedim. Gülüştük.
    Hoca'yı yoklamaya giden bakıcı, '' Hoca uyumaya uyuyor ama bir tuhaflık var sanki'', dedi. Bir kaçımız hocanın odasına doğru hamle yaptık. Hoca'yı ölmüş, bulduk. Akşamımız tam bir matem havasıyla başladı. Telefon edip, müdür Bey'e haber verdik. Müdür Bey bir doktor ve nöbetçi savcıyla birlikte geldi. (Daha önce de böyle bir iki vaka olmuştu.) İncelemeler yapıldı, bizlerin de ifadesine baş vuruldu. ''Kalp krızinden vefat etmiştir'' diyerek Tutanaklar düzenlenip, imza altına alındı.
   Çok geçmeden, Mezarlıklar Müdürlüğüne ait cenaze arabası geldi. Hoca'nın cenazesini elbirliği ile araca naklettik. Müdür yardımcımız,görevli gelen memura, ''defin saatini biz size bildireceğiz'', dedi. Ve onları uğurladı.
    Huzurevi sakinleri olan bizler, büyük salonda toplandık. Önce başımız eğik öylece beklerken, içimizden biri, Rahmetli Hoca, diye başlayınca, başlar doğruldu. Hoca ile ilgili ne çok anımız varmış. Yemeden, içmeden saatlerce anlatıp durduk. Ben arkadaşlara hitaben,
    ''Arkadaşlar, artık gidin istirahat edin, yarın galiba, uzun bir gün olacak.'' dedim. İsteksizce, oturduğumuz yerleri yavaş yavaş terkettik. Huzurevimiz, huzursuz bir sessizliğe büründü.

                                      xxxxxxxxxxxx

     Huzurevinde bugün yas var. Sabah isteksizce yemek salonuna indik. Çaylara, kahvaltı servis tabaklarına isteksizce uzanarak, birbirimizden lokmalarımızı gizleyerek, sözümona kahvaltı yaptık. Daha yemekhaneyi terketmemiştik ki, Müdür yardımcımız geldi, ve,
     ''Sayın büyüklerim, Nafiz Hoca'yı bu gün İkindi Namazından sonra memleketine uğurlayacağız. Akşam telefon etmiştim. Aile fertleri, geceden gelip, Öğretmenevinde geceyi geçirmişler. Eğer isterseniz, saati gelince, sizleri mezarlıktaki musallanın başına taşırız. Mezarlıkta İkindi Namazı sonrası, cenaze namazını kılıp, memleketine uğurlamak ister misiniz?'' dedi.
    Hep bir ağızdan, ''Pek tabii ki isteriz. Saati gelince bizi oraya taşıyın. Arkadaşımıza son görevimizi yapalım.'' dedik.
    Saati gelince iki servis aracıyla mezarlığa taşınıp, musallaya konulmuş tabutun arkasına sıralandık. Namazdan dağılan cemaatle birlikte, arkadaşımızın cenaze namazını kıldık. O'na olan kişilik haklarımızı helal ettik.
    Hocanın oğluna, kızına ve damadına başsağlığı diledik. Sevgili Hocamızın Cenazesini, elbirliği ile, belediyenin tahsis ettiği araca taşıdık. Hoca için gelen yakınları,  tek tek helallik istediler. Hocanın oğlu, cenaze aracının şoför muhaline bindi, diğer yakınları, damadının kullanacağı araca bindiler.El sallayarak aramızdan kayıp gittiler. Kafile gözden kayboluncaya kadar arkalarında el sallayıp, durduk.Akşam, müdürümüz Hoca'nın helvasını kardırmıştı. Birlikte yedik. Birbirimize başsağlığı diledik.
   ''Sevgili Nafiz KIRMAN  HOCA, ruhun şad, mekanın cennet olsun. Hatıran bende hep yaşayacaktır''.

                                                  xxxxxxxx

     Nafiz Hoca'nın  ölümü, yüreğime gelip çöreklenen ve beni tek etmeyen bir korkuyu da beraber getirdi. Elin garip memleketinde, her ne kadar dostlarım olsa da, içlerinde kan bağım olan hiç kimsenin olmadığı gerçeğinin ayırtına vardım.
    Kimseye çaktırmadan, hazırlıklara başladım. Huzurevinden ayrılacaktım. Önce, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne dilekçe verdim, olur aldım. Hesap dökümü çıkardılar, alacağım olan bir miktar parayı bağışlayıp makbuzumu aldım.
   Olur evrakımı, elden vermediler. İdareye fakslayacaklarını söylediler. İki gün sonra, Müdüriyete çağırdılar, benimle vedalaştılar. Helallik isteyerek, odadan çıkıp, arkadaşların arasına döndüm. Sırrımı daha fazla saklamayıp, ilan ettim. Herkes hayretini yüksek sesle ifade etti.
   Onlara içinde bulunduğum ruh halini anlattım. Kararımı saygıyla karşıladılar. O gece misafirleri oldum. Ertesi gün, adıma ziyafet düzenlediler. Yedik, içtik gülüşümüz yüzümüzden solmadan, kapının yanında duran valizimi arkamda sürüyerek, binanın cümle kapısına yöneldim.Arkamdan kimi el, kimi mendil sallıyordu.
   (17.12.2017 )
   MALATYA