7 Şubat 2016 Pazar

BEN BİR KÜÇÜK ASKERDİM



             
         YILLARCA SINIFIN KÜÇÜK ASKERİYDİM

   İlkokul birinci sınıfta okuduğum zaman, unutamadığım bir iki anımı da anlatmadan geçemeyeceğim.
   Bir müzik dersinde öğretmenimiz, okul şarkısı olan  ''Küçük Ayşe - Küçük Asker'' adlı  şarkıyı öğretiyordu. Sınıfımızın, hatta okulumuzun en küçük kızı olan Filiz'i ve beni, yazı tahtasını önüne çıkardı. Sınıfa, öğreteceği şarkının sözlerini ezberletti. Sonra dönüp, Filiz'in ve benim söyleyeceğimiz şarkı sözlerini de bize ezberletti. Ayrıca, Filiz'e temsili bir ''bebek'', bana da temsili bir ''tüfek'' verdi. Sınıf arkadaşlarımız koro halinde,
   ''Küçük Ayşe, Küçük Ayşe,
   Ne yapıyorsun, bize söyle?''
 Küçük Ayşe'nin ( Filiz'in ) cevabı:
    ''Bebeğime bakıyorum,
      Ona mama veriyorum.'' olurdu.
 Bu sefer, sınıf arkadaşlarım, ''Küçük Asker'e ( Bana ) koro halinde,
     ''Küçük Asker, Küçük Asker,
     Ne Yapıyorsun, bize söyle ?''
Küçük Asker'in ( Benim )  cevabı:
    ''Tüfeğime bakıyorum,
     Ben kışlama, gidiyorum.''  olurdu.
 Şarkı birkaç kez tekrarlanırdı.
  Küçük Asker ismi artık, üçüncü ismim olmuştu. Birinci ismim, Mustafa, ikinci ismim,sınıf numaram: 130, üçüncü ismim, ''Küçük Asker.''
   Bir diğer anım,
   Birinci sınıfta, bir çok arkadaşlarımla birlikte, bende, bize verilen okuma ve heceleme fişlerini ezberlemiş ve nerdeyse okumayı sökmüştük.
   Yarı yıl tatili dönüşümüzde,öğretmenimiz bizlerden geride kalan (öğrenmede) birkaç arkadaşımızı, bizlere pay etmiş ve onlara öğrenmede yardımcı olmamızı istemişti.
    Benim yardım edeceğim arkadaş, 207 numaralı  Ali ismindeki arkadaşımızdı. Öğretmenim beni bir kenara çekerek, bak evlat Ali sınıfta kalacak olursa sen de sınıfta kalırsın. Çalışın, ikiniz de kazanın demişti.
    O günden sora, okula sabah daha erken geliyorum, öğlen paydosunu daha kısa tutuyor, akşam paydostan sora okulda kalıyor, Ali ile çalışıyorduk. Tabii diğer görevli arkadaşlar da öyle.
    Çalışmalarımız, çok geçmeden sonuç verdi. Ali okuma yazmayı söktü. İkimiz de sorunsuz sınıflarımızı geçtik. Ne var ki ikinci sınıfın bitiminde Ali sınıfta kalmaktan kurtulamadı. O yıllarda ,ileride öğrenir mantığı yerine, sınıfını tekrar etsin, öyle öğrensin mantığı hakimdi.
   Birinci sınıftayken, sınıfa sınırlı sayıda dergi gelir, mali durumu iyi olan birkaç arkadaşımız bu ''destek bilgi'' dergilerinden alırdı. Derginin her sayısı on kuruştu. Benim, dergi alma gibi bir şansım olmadı.
    Yıl sonuydu, karnemiz dağıtılmış, sınıfımı pekiyi ile geçmiştim. Öğretmenin masasında, ''Yıl sonu'' adlı dergi tomarı duruyordu. Annem sınıfımı geçtim diye şu dergilerden birini alırsam, bana kızmaz yargısını yürüttüm. Tüm cesaretimi toplayarak, dergilerden birini almak istediğimi söyledim. Ve nihayetinde bir dergi aldım. Ev yolunda derginin büyük bir bölümünü okumuştum bile.
    O gün karnemle birlikte,parasını götüreceğim dergiyi de anneme gösterdim. Annem sınıf geçmişliğimle hiç ilgilenmedi. Aldığım, on beş kuruşluk ( Özel sayı ) dergi yüzünden, beni bigüzel haşladı. Ertesi gün karnemle birlikte aldığım dergiyi, utanarak öğretmenime geri verdim. Recep Öğretmenim benim bozgun yediğimi hissetmişti. Gidip dolabından,  ''Doğan Kardeş'' adlı bir dergiyi getirip bana vermişti. Çok duygulanmıştım. Öğretmenimin elini öpüp, kaçarcasına okuldan ve arkadaşlarımdan uzaklaşmıştım. Bu olay, şu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen, hiç içimden çıkmadı.
    Yoksulluk böyle bir şey işte. Babam askerdeydi ve bizim geçimimiz çok daralmıştı.
     Bir daha yazar mıyım bilmiyorum. O yıllarda birinci hamur kağıt yoktu. ''saman dallı'' denilen defterlere yazardık, biraz bastırınca kalem izi üç dört sayfa alta çıkardı. Silmeye hiç gelmez yırtılıverirdi. Silgimizi kaybolmasın diye hep boynumuzda taşırdık. Kalemimizi öğretmenimiz açardı. Çok küçülen kalemlerimizi, kendi yaptığımız saplara takardık. Kitaplarımızı, ileri sınıfa geçen, bizden bir önceki sınıftaki arkadaşlarımızdan alırdık ve çok itinalı kullanırdık. Çoğumuzun çantası tahtadandı.
    Daha yazılacak çok şey var. Daha yolun başındayız. ( 07. 02. 2016 )

     Mustafa KURT
     Emkl. Öğrtmn.  ( Biz Çocukken )
   
 

 

3 Şubat 2016 Çarşamba

ASKERİN OĞLU

     




                                
                                              ASKERİN OĞLU
 
     İlkokul birinci sınıfa kaydoluşumun henüz ikinci ayındaydık. Babamı askere aldılar. Nasıl olur demeyin?  Oldu işte. Üstelik, babam askere gittiği zaman, dört çocuğunu üçer, beşer yaş aralıklarla toprağa vermiş, beş çocuğu da hayatta olan, sekiz çocuğun babasıydı. Yaşına gelince, kırk yaşlarında kadardı.
    Gelelim bu yaşa gelinceye kadar, neden askere gitmediğine. Babam 1918 yılında dünyaya gelmiş. Amcamla aralarında bir buçuk yaş farkı varmış. Askerlik çağları gelince, iki kardeşten biri olan amcam askerdeyken, babamın askere alınma çağı gelmiş. Dedem yaşlıdır, babam da askere alınırsa, aile sahipsiz kalacaktır. O yıllarda askerlik süresi dört yıldır. Dedem, dilekçe vererek babamın askerliğinin ertelenmesini ister ve olumlu sonuç alır, abamın askerliği ertelenir.
    Askerliği ertelenen babam, sanki hiç askere gitmeyecekmiş gibi, 1938 yılında evlenir, çoluk çocuğa karışır. Muhtelif işlere girer, çıkar. Kalıcı bir işe, hele devlet işine giremez, çünkü askerliğini yapmamıştır. Ailesini geçindirmek babam için çok zordur. Yani yoksul bir aileydik. Çünkü 1948 yılında ailenin bir ferdi de ben olmuştum. Ailenin yoksul oluşu ve babamın askerlik korkusu, iyi beslenememe ve sağlık hizmeti alınamaması yüzünden, peş peşe çocuk ölümlerini getirir. Anlayacağınız aileye, bir buçuk iki yıl aralıklarla yeni çocuklar katılmış.
    Benim artık, yavaş yavaş olaylara vakıf olduğum yıllarda, babam kasaplar adına, köylerden davar  (koyun - keçi )  topluyor, onları otlatıyor ve geçim sağlıyordu. Bu işi yaparken, birkaç da bizim koyunumuz oldu. Koyunlarımızın sayısı artınca, babam, annem ve biz çocuklar, koyun ve onların kuzularına çoban olduk.
    Araya bu kadar zaman girmesine rağmen, askerlik babamın yakasını hiç bırakmadı.      Mahallemizdeki karakola, babamın çağrıları gelince, karakoldaki görevli mahalle bekçileri kapımıza geliyor, babam:
   ''Evde yok'' dedirtmek için rüşvetler vermeye başladı. Öyle ki, harçlığı biten bekçiler, olmazsa bile kapıya gelip, çağrı olduğunu söylüyor, harçlıklarını alıp gidiyorlardı. Bu ve benzeri olaylar, 1955 yılının kasım ayı sonlarına kadar sürüp gitti.
    Bir akşam evimiz baskın yedi. Evi arkadan ve önden jandarma ve polis sarmış, babamın kaçacak yolları kapatılmıştı. Babam, kıskıvrak yakalandı, askere götürülmek üzere kolları kelepçelendi.
    Babamın tutuklandığını, Malatya'da hatırı sayılır bir kişi olan kirvemiz, haber alınca, merkeze gidip, kefil olmuş. ''Birkaç gün sonra kendi elimle getirip teslim edeceğim.'' diye babam için izin almıştı.
    Babamın askere gideceği kesinlik kazanmıştı. ''Ama ne yapacaktı ?''  peşpeşe gelen o kadar soru, cevap bekliyordu. Kendi, askerden gelinceye kadar koyunlara kim çoban olacak, aile ne ile geçinecek? Falan, falan.
    Birkaç gün içinde, yapılması gerekenler planlandı. Daha da ilginç olanı, askerliği Malatya'da yapacak olması rüşvetle sağlanmıştı. Bunun için, birkaç koyunun pazara çekilmesi gerekmişti.
    Ve babam asker oldu. Saçını, bıyığını kestiler, asker elbisesini giydirdiler.
   Ama o da ne? Babam, gecenin ilerleyen saatlerinde eve geliyor, geceyi evde geçiriyor, şafakla birlikte gidip birliğine katılıyordu. Sanki gündüz işe gidip, gecesini evinde geçiren bir işçi gibi. Askerlik yaptığı kışla, bu günkü İnönü Kışlası' ydı.
   Daha ilginç olanı söylersem şaşarsınız. Babam, askerin karavanasını yiyemezmiş. İş başa düştü. İlkokul birinci sınıfta olan ben, annemin hazırladığı ekmek bohçasını alıyor, dört beş kilometredeki askeri kışlanın yanındaki, Devlet Hastanesi'nin önüne geliyorum, hastalar için beslenen kümes hayvanlarını izliyordum. Ta ki babam beni, hışt,  pışt ile uyarıncaya kadar. Yıkıntısı bulunan Asker Hastanesi' nin duvarının arkasına geçiyoruz. Getirdiğim yemeği yiyen babam, beni eve yolluyor, kendisi ise gizli yollardan kışlasına dönüyordu.
    Bu saltanatın da ömrü fazla olmadı. Askerin karavana saati gelince, babamın sıvıştığını gören Nöbetçi Subay'ı, gizlice babamı takip ediyor. Babam, getirdiğim yemekten henüz bir lokma almamıştı ki, subay tepemizde bitti. Çömelik oturan babamı, ayakkabısının burnuyla kaktı ve sert sözlerle babamı suçladı. Babam, ''kem, küm'' derken, ensesine de bir tokat yemişti. Onlar, peşpeşe kışlanın yolunu tutarken, ben yemek kaplarını bohçalayarak, evin yolunu tuttum. Yol boyunca, babamın gördüğü hakaretten dolayı, hayli ağlamıştım.
    1956 yılının Nisan ayıydı. Bir akşam babam eve çok üzüntülü geldi. Ağzını bıçak açmıyordu. Yemekten birkaç lokma alıp almadı, sofradan çekildi. Annemin sorusu üzerine, ''dağıtım olacaklarını ve kendisini Erzuru'ma yollayacaklarını'' söyledi. Evimiz zamansız bir yasa bürümüştü. Çaresi yoktu, Erzurum' a gidecekti ve gideceği gün bile belliydi.
    Günlerden ne günüydü bilmiyorum, okul var mıydı, yok muydu, onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, babamı yolcu edeceğimdi.
     O sabah, erkenden kalktım, kahvaltı sonrası Talimgah' ın yolunu tuttum. Havanın bulutlu ve çok inceden yağmurun atıştırdığı bir nisan günüydü. Askerin sıra edildiği yere geldim ve asker içindeki babamı uzaktan seçip, göz hapsime aldım.
     Bir müddet sonra komut verildi ve asker yola çıktı. Yolun kıyısında babamın hizama gelmesini bekledim ve babama göründüm. Babam, işaretle eve gitmemi istiyor ve kaygılı gözlerle beni izliyordu.
    Uzatmayalım, asker yürüdü, ben yürüdüm. Bazen önde, bazen arkada, o beş kilometrelik yolu yürüyerek, Malatya Tren İstasyonu'na vardık.
    Babamın o kadar, dönüp eve gitmemi işaret etmiş olması, sonuç vermemişti, kendileriyle birlikte o kadar yolu yürümüştüm.
    Komutla  ''rahat ettirilen'' asker yorgun şekilde buldukları kuru yerlere tahta bavullarını koyup, üzerine oturdular. İşte o zaman babamın yanıbaşına gidip oturdum. Sitem dolu sözlerle, aç ve yorgun olduğumu ve akşamın da yakın olduğunu belirterek eve dönmemi istiyordu.
    Artık durmak olmazdı. Askerin talimle yürüdüğü bütün yolu, yeniden yürüyerek evin yolunu tuttum. Günün bütün hikayesini anneme anlattım. Annem, bana kızdı mı, bilmiyorum.
    Ertesi sabah, bu sefer, istasyonun yolunu tuttum. İstasyona vardığımda, askerden eser yoktu.
    Askerin yerinde, yeller esiyordu. Yalnız askerin terkettiği alan.kumanyada yedikler zeytinin çekirdeği ve sigara izmaritlerinden geçilmiyordu.
    O gece, tren babamı alıp götürmüştü. Gözlerim yaş dolu evin yolunu tuttum. Ama bu yolun bu kadar uzun olduğun hiç bilmiyordum.
    Merakınız gitsin diye söylüyorum. O yıllarda trafik sorunu hiç yoktu. Çünkü, otomobil yok denecek kadar azdı. Ve insana, çocuk da olsa saygı vardı. Bir çocuğa zarar verecek asla bir ortam yoktu ve ben sekizine bir ay sonra girecek, kocaman bir delikanlıymışım. Babam öyle söylüyordu.    Bir de çok çalışkan bir öğrenci olmamı ve kendisine mektup yazmamı istiyordu. Ben de babamın sözünü tuttum. Çok çalıştım, babam daha Erzurum'dayken kendisine mektup yazdım.
     Babamın okur yazarlığı yoktu. Benim yazdığım mektubu, bölük yazıcısına okutmuş. Bölük yazıcısının çok hoşuna gitmiş.
     Babam son izine geldiği zaman, uzun yıllar gururla kullanacağım bir divit ve içi dolu tükenmez bir mürekkep hokkası göndermişti.
    İşte böyle, bir asker oğlunun hikayesi. Babam askerdeyken, var olan bir kardeşim öldü, annem iki erkek kardeşimiz olan ikizleri doğurdu. Daha babam askerden gelmeden onlar da öldü. Babamın onsekiz ay yaptığı askerliği boyunca, o kadar yoksul ve kötü günler yaşadık ki, yazsam destanın, destanı olur.
    En iyisi bitirmek, çünkü yeniden yaşamış kadar, beni yordu ve üzdü. ( 03. 02. 2016 )

     Mustafa KURT
     ( Biz Çocukken Yazı Dizisinden.)