27 Şubat 2017 Pazartesi

DİKEN




                                                   DİKEN

    Mevsim bahardı, günlerden de pazar. Ben ve benden küçük kardeşim, o günün çobanıydık.
    Kırtiş'in Tepe'den, Tuzlak Kayası'ndan, Turan'nın Çiftliği'nin önünden, koyunlarımızı otlatarak, Kuyumcu'nun Çeşmesi'ne geldiğimizde, gün öğlene kavuşmuştu. Çeşmenin ayağında koyunlarımızı sulayıp, yatağa vurduk. Biz de, annemizin bizim için çıkınladığı ekmek bohçamızı açıp, öğlenliğimizi yedik.
    Ben biraz kestirmek için, çimenlerin üzerine uzandım. Kardeşim de kendine oyalayıcı bir şeyler bulmuş olmalı. O,daha çok börtü böceklerle oynamayı severdi. Merakı, kendisini bahçe çiti boyunca, araştırmaya sevk etmişti.
     Bizim buralarda iğdeler budanır, elde edilen dallarıyla bahçelere çit yapılır. İşte tam da böyle olmuştu.
     Budanan iğdelerin kalıntıları çevreye saçılmıştı. Nasıl olmuşsa, meraklı kardeşim, zıpkın gibi dikili bir dikene basmış. Ayağındaki, tokalı naylon sandaletin altından girmiş, ayak tarak kemiklerinin arasından. üç santim kadar ayağın üzerinden dışarı çıkmıştı.
    Zavallı kardeşim, acıdan haykırarak ağlıyordu. O'nu susa geçirerek, olduğu yere uzattım. Önce yapacağım şeyleri, kafamda tasarladım ve işe koyuldum;
    Önce bir ateş yaktım,sonra sorkundan bir çubuk kestim. (Sorkun, sulak yerlerde yetişen bir söğüt türü olup; sepet ve sele yapımında kullanılır.) Sorkun dalını, yanan ateşin üzerine bıraktım. Sonra, bıçakla naylon sandaletin üst kısmı kesip açtım. Kardeşime göstermeden dikeni, hızla ayakkabı tabanıyla birlikte çekip, çıkardım. Çıkan dikenin yerinde simsiyah bir delik oluştu. Hiç kan akmadı. Ya da buna fırsat vermedim. Ateş üzerindeki sorkun dalını yara yere bastırarak, yarayı bigüzel dağladım. ( Bunu,bir kovboy filminde görmüştüm, yaradan çıkarılan bir okun yerini dağlamışlardı. Ben de kardeşimin yarasını , öyle dağladım.) Sonra da, ekmek bohçamızdan enlice bir şerit çıkararak yarayı sardım. Başarılı bir uygulama yapmış ve kendimce, yaranın mikrop kapmasını önlemiştim.
      Yokluk devirlerini yaşıyorduk. Kışın, ayakkabımız kara lastik, yazın ise, son zamanlarda icat olmuş, tokalı naylon sandaletlerdi. Bu ayakkabılar, hiç te sağlıklı değildi. Gezdiğimiz zaman ya içine toprak dolar, ya da tabanına batan, diken ve ekin sapları ayaklarımızı yaralardı. Yağmurlu, çamurlu havalarda da içerlerine su ve çamur dolardı. Köylerde ise, o yıllarda, küçük, büyük hemen herkes çarık giyermiş. Elbette ki bu giysiler, fakir, fukaranın giysileriydi. Varlıklı ailelerin her yaştaki fertleri deriden yapılı yemeni ve iskarpinler giyerdi. Yoksulların bir sözü vardı ve doğruydu, ''Elde yok, avuçta yok''tu.
     İkinci Dünya harbinin yıkımı hala ülkenin üzerindeydi. Eğer kendi çabalarımızla ayağa kalkıp, ABD'nin ''Marşal'' yardımını ülkeye sokmasaydık, kalkınması çok daha farklı bir ülke olurduk. Hele bir de, Köy Enstitülerini kapatmamış olsaydık, çağdaş eğitim ve çağdaş üretimle büyük atılımları gerçekleştirerek, daha uygar ve müreffeh bir ülke haline gelirdik. Kısır çekişmeler ve siyasi çalkantılar zaman içinde, cumhuriyet kazanımlarımızı ve eserlerini hoyratça yok etme yoluna girmiş, imalat sanayımız yok edilmiş, montaj sanayileriyle dünya ile yarışmaya kakmışız. Ne tam bir tarım toplumu olmuşuz, ne de sanayi toplumu olmuşuz. Ülkemiz, kendisine ortalarda yer bulmuş, ''kalkınmakta olan ülkeler'' ,statümüz hiç değişmemiştir.
     Bir anımı yazayım dedim ama ülkenin içinde bulunduğu bazı sorunlara da parmak basmak zorunda olduğumun farkına vardım. Bizler, bilimi, sorgulamayı ve araştırmayı ön plana çıkaramazsak, gerçek kalkınma trendine giremeyiz. ( 27.02.2017 )
     Mustafa Kurt
     Emkl.Öğrtmn. Çocukluk Anıları)
     

     

19 Şubat 2017 Pazar

ÇOBANIN AKLI





                                            ÇOBANIN AKLI

   Evin önündeki, ahır damında yatan babamın sesi, gecenin sessizliğini bölerken, benim de uykumu bölmüştü. Kaba ve gür bir sesle:
   ''Ula, Allah'tan kork, o davar acından öldü. Daha ne yatıyorsun, gün öğlen oldu.'' diyordu.
    (Bizim oralarda, koyun ve keçilerden oluşan sürülere  ''davar''denir.  Bizim sadece, koyunlardan oluşan ve sayıları altmış kadar olan bir sürümüz vardı.)  ben davar ağılının tahtalarına tutturulmuş, yüksekçe bir tahta sedirde yatıyordum. Babamın sesini duyunca kalkıp, yatağımın içinde, uykum dağılıncaya kadar oturdum. Biraz uykum dağılınca, akşamdan,anamın hazırlayıp, başucuma bıraktığı ekmek çıkınını belime sardım. Ağılın kapısını açıp, davara seslendim. Peşime takılan koyunlar, ağılı terk ederken, şehir taraflarında, sabah ezanının sesi duyuluyordu.
   Ahmet Çavuş'un buğday firezinde, davarlar tohum toplarken, ben de harman yerinde, harman makinasının altında çıkmış ince toprakla oynuyordum. Hiç farkında olmadan oracıkta uyuya kalmışım.
   Zamanından erken doğduğu için, adını ''Nifçe'' ( Kürtçe yarım ) adını verdiğimiz ve bana çok düşkün olan, koyunumuzun sesiyle uyandım. Güneşin bir hayli yükseldiğini fark ettim. Demek ki, uzun bir süre uyumuşum. Uyanıp çevreme bakındım, çevremde Nifçe'den başka koyun, falan yoktu.  Benim ayaklandığımı gören Nifçe, güney yönüne yönelip, koşmaya başladı. Ben de peşinde koşuyordum. Ama, o da ne? Nifçe doğrudan, Öllükçü Mustafa Dayının domates tarlasının içine daldı ve koşmayı sürdürdü, ben de peşinde. Tarlaya girdiğimde ne göreyim? Adamın bostanının altında girip, üstünde çıkan sürü, bostanda karnını bigüzel doyurmuş, tarlanın üst başındaki söğütlerin altını yatak tutup,geviş getirmiyorlar mı?
   Sürüyü önüme  katıp, oradan hızla uzaklaşmaya başladım. Ama oralardan uzaklaşmamla sorun çözülmüyordu. Kime sorsalar, Mustafa Dayı'nın domates bostanına zarar veren sürü, bu sürüdür derler. Zira,domates bostanında otlayan bütün sürü, gömgöktü. Domates saltaları tüm koyunları bigüzel yeşile boyamıştı.
   Beni bir korkudur aldı. Eğer bostan sahiplerine yakalanırsam halim dumandı. Dayak atarlar mıydı, bilmem?  Ama bostana verilen zararı bize ödetirlerdi. Haksız da değillerdi. Kimin malına bu tür bir zarar verilse, zararını tanzim ederlerdi.
   Koyunları bu yeşilden kurtaracak tek çözüm, onları yıkamaktı. Ama nasıl?
   Ben önde, Nifçe arkamda gölgeme başını uzatmış hemen arkamda geliyordu. Nifçe'nin gölgesine başını uzatan diğer bir koyun. Hasılı güneş yükselmiş, sıcak iyice bastırmıştı. Koyunlar birbirinin gölgesine başlarını sokarak, peş peşe ardım sıra geliyordu. Böylece bostan tarlasından hayli uzaklaşmıştık.
   Kafamda bindir çözüm seçenekleri geçiyor ama tek başıma oluşum, aklımda geçenleri uygulayabilmeme olanak vermiyordu. Böylece Kayalara,o radan da yeşili, suyu ve gölgesi bol olan Kasım'ın Kavak'ına vardık. Dere boyundaki sıra söğütler boyunca, Hatunsuyu Abarasına vardık. Bu abara, daha yukarıdaki bahçeleri sulamak için, akan suyun önüne yapılan, suni bir bentle oluşturulmuş bir göletti. Göletin derinliği bir metreden biraz fazlaydı. Karşıdan, karşıya eni ise on metre kadardı. Biz, temizlenmek için, bu su göletini kullanacaktık.
    Koyunlarım bana çok düşkündü. Onların önünde ateşe girsem, gözlerini kırpmadan, benimle birlikte ateşi boylarlardı. Geçen yaz, yaşlı Dursun Amca'yla birlikte, bir gün gidişi, bir gün de gelişi olan, Tohma Çayı'na gitmiştik. Önce Dursun Amca, sürüsünün önünde Tohma'yı boylamış, sonra da ben sürümün önünde karşıya geçmiştik. Bu geçişleri iki kez tekrarlamıştık. Kirini, Tohma'nın sularına katan koyunlarımız akpak olup çıkmıştı. İşte aynı uygulamayı burada yapacaktık. Tek farkı,bu abaranın suyu, Tohma Suyu kadar temiz değildi. Ama olsundu. Koyunları, gök boyadan kurtarmanın tek yolu buydu.
   Soyunup suya girdim ve sürüye seslendim. Önce Nifçe, sonra sırayla sürüdeki tüm koyunlar suyu boylayıp karşıya geçti. Bu işlemi, onar dakika arayla bir kaç kez tekrarladık. Temizlendikleri kanaati hasıl olunca sürüyü, suyun verdiği serinlikle karşı yamaca yaylıma saldım.
   Güneşte yeterince kuruyan koyunlar, gölgelik alana geldiğinde onların bembeyaz olduğunu gördüm. Kendimle övünmeyi haketmiştim.
   Akşama doğru Öllükçü Mustafa Dayı yanıma geldi, ve:
   ''Kürt'ün torunu, ( Dedeme Kürt Hasan derlermiş. Ben dedemi hiç görmedim.)  bizim bostanı yaymışlar, neredeyse bostanı harap etmişler,'' dedi. ''Bu gün bu mıntıkadaki sürülerin tamamını gezdim, hiç bir iz bulamadım,'' dedi. ''Her halde gece, geçen bir yoz  (Oldukça büyük koyun ve keçi sürülerine denir.)  tarafından yayılmış,'' dedi ve biraz soluklandıktan sonrada, sopasını sırtına dayayıp, tarlasının yolunu tuttu. Böylece biz, bu olaydan yırtmıştık ve ucuz da kurtulmuştuk.
    Mustafa Dayı'nın bostanı, yolumun üzerinde olduğu için, bostanın akıbetini merak ediyor ve hep gözlemliyordum. Koyunlarımın yaylımından sonra bostan, verilen ilk suyla birlikte bir coştu, bir coştu ki, çevredeki tüm bostanlardan daha gür ve daha verimli oldu  Hatta, bostan bozumunda, kocaman bir kamyona yüklenen kasalarla, Adan'ya domates gönderildiğine şahit olduğuma inanırsınız.
   Derler ki, ''Koyunların ağzında keramet vardır.''  Aslında öyle değil, burçları koparılan sebze ve meyvelerin gücünü, meyvelerine vererek, veriminin arttığını söylemek, daha akılcı olur.
   İşte, böyleyken, böyle oldu. (19.02.2017)
   Mustafa KURT
   Emkl.Öğrtmn.




  
   
  

12 Şubat 2017 Pazar

KISACA ÖMÜR

       KISACA ÖMÜR
Dün geçti,
Bu gün,gün akşama kavuştu,
Yarın belki hiç gelmeyecek.
Ne acı,değil mi?
Her şey,ya dün gibi,
Ya da asırlar öncesinde olmuş gibi.
Sevinçler uçup gitti,
Acılar köklenip kaldı.(18.02.2017)