19 Şubat 2017 Pazar

ÇOBANIN AKLI





                                            ÇOBANIN AKLI

   Evin önündeki, ahır damında yatan babamın sesi, gecenin sessizliğini bölerken, benim de uykumu bölmüştü. Kaba ve gür bir sesle:
   ''Ula, Allah'tan kork, o davar acından öldü. Daha ne yatıyorsun, gün öğlen oldu.'' diyordu.
    (Bizim oralarda, koyun ve keçilerden oluşan sürülere  ''davar''denir.  Bizim sadece, koyunlardan oluşan ve sayıları altmış kadar olan bir sürümüz vardı.)  ben davar ağılının tahtalarına tutturulmuş, yüksekçe bir tahta sedirde yatıyordum. Babamın sesini duyunca kalkıp, yatağımın içinde, uykum dağılıncaya kadar oturdum. Biraz uykum dağılınca, akşamdan,anamın hazırlayıp, başucuma bıraktığı ekmek çıkınını belime sardım. Ağılın kapısını açıp, davara seslendim. Peşime takılan koyunlar, ağılı terk ederken, şehir taraflarında, sabah ezanının sesi duyuluyordu.
   Ahmet Çavuş'un buğday firezinde, davarlar tohum toplarken, ben de harman yerinde, harman makinasının altında çıkmış ince toprakla oynuyordum. Hiç farkında olmadan oracıkta uyuya kalmışım.
   Zamanından erken doğduğu için, adını ''Nifçe'' ( Kürtçe yarım ) adını verdiğimiz ve bana çok düşkün olan, koyunumuzun sesiyle uyandım. Güneşin bir hayli yükseldiğini fark ettim. Demek ki, uzun bir süre uyumuşum. Uyanıp çevreme bakındım, çevremde Nifçe'den başka koyun, falan yoktu.  Benim ayaklandığımı gören Nifçe, güney yönüne yönelip, koşmaya başladı. Ben de peşinde koşuyordum. Ama, o da ne? Nifçe doğrudan, Öllükçü Mustafa Dayının domates tarlasının içine daldı ve koşmayı sürdürdü, ben de peşinde. Tarlaya girdiğimde ne göreyim? Adamın bostanının altında girip, üstünde çıkan sürü, bostanda karnını bigüzel doyurmuş, tarlanın üst başındaki söğütlerin altını yatak tutup,geviş getirmiyorlar mı?
   Sürüyü önüme  katıp, oradan hızla uzaklaşmaya başladım. Ama oralardan uzaklaşmamla sorun çözülmüyordu. Kime sorsalar, Mustafa Dayı'nın domates bostanına zarar veren sürü, bu sürüdür derler. Zira,domates bostanında otlayan bütün sürü, gömgöktü. Domates saltaları tüm koyunları bigüzel yeşile boyamıştı.
   Beni bir korkudur aldı. Eğer bostan sahiplerine yakalanırsam halim dumandı. Dayak atarlar mıydı, bilmem?  Ama bostana verilen zararı bize ödetirlerdi. Haksız da değillerdi. Kimin malına bu tür bir zarar verilse, zararını tanzim ederlerdi.
   Koyunları bu yeşilden kurtaracak tek çözüm, onları yıkamaktı. Ama nasıl?
   Ben önde, Nifçe arkamda gölgeme başını uzatmış hemen arkamda geliyordu. Nifçe'nin gölgesine başını uzatan diğer bir koyun. Hasılı güneş yükselmiş, sıcak iyice bastırmıştı. Koyunlar birbirinin gölgesine başlarını sokarak, peş peşe ardım sıra geliyordu. Böylece bostan tarlasından hayli uzaklaşmıştık.
   Kafamda bindir çözüm seçenekleri geçiyor ama tek başıma oluşum, aklımda geçenleri uygulayabilmeme olanak vermiyordu. Böylece Kayalara,o radan da yeşili, suyu ve gölgesi bol olan Kasım'ın Kavak'ına vardık. Dere boyundaki sıra söğütler boyunca, Hatunsuyu Abarasına vardık. Bu abara, daha yukarıdaki bahçeleri sulamak için, akan suyun önüne yapılan, suni bir bentle oluşturulmuş bir göletti. Göletin derinliği bir metreden biraz fazlaydı. Karşıdan, karşıya eni ise on metre kadardı. Biz, temizlenmek için, bu su göletini kullanacaktık.
    Koyunlarım bana çok düşkündü. Onların önünde ateşe girsem, gözlerini kırpmadan, benimle birlikte ateşi boylarlardı. Geçen yaz, yaşlı Dursun Amca'yla birlikte, bir gün gidişi, bir gün de gelişi olan, Tohma Çayı'na gitmiştik. Önce Dursun Amca, sürüsünün önünde Tohma'yı boylamış, sonra da ben sürümün önünde karşıya geçmiştik. Bu geçişleri iki kez tekrarlamıştık. Kirini, Tohma'nın sularına katan koyunlarımız akpak olup çıkmıştı. İşte aynı uygulamayı burada yapacaktık. Tek farkı,bu abaranın suyu, Tohma Suyu kadar temiz değildi. Ama olsundu. Koyunları, gök boyadan kurtarmanın tek yolu buydu.
   Soyunup suya girdim ve sürüye seslendim. Önce Nifçe, sonra sırayla sürüdeki tüm koyunlar suyu boylayıp karşıya geçti. Bu işlemi, onar dakika arayla bir kaç kez tekrarladık. Temizlendikleri kanaati hasıl olunca sürüyü, suyun verdiği serinlikle karşı yamaca yaylıma saldım.
   Güneşte yeterince kuruyan koyunlar, gölgelik alana geldiğinde onların bembeyaz olduğunu gördüm. Kendimle övünmeyi haketmiştim.
   Akşama doğru Öllükçü Mustafa Dayı yanıma geldi, ve:
   ''Kürt'ün torunu, ( Dedeme Kürt Hasan derlermiş. Ben dedemi hiç görmedim.)  bizim bostanı yaymışlar, neredeyse bostanı harap etmişler,'' dedi. ''Bu gün bu mıntıkadaki sürülerin tamamını gezdim, hiç bir iz bulamadım,'' dedi. ''Her halde gece, geçen bir yoz  (Oldukça büyük koyun ve keçi sürülerine denir.)  tarafından yayılmış,'' dedi ve biraz soluklandıktan sonrada, sopasını sırtına dayayıp, tarlasının yolunu tuttu. Böylece biz, bu olaydan yırtmıştık ve ucuz da kurtulmuştuk.
    Mustafa Dayı'nın bostanı, yolumun üzerinde olduğu için, bostanın akıbetini merak ediyor ve hep gözlemliyordum. Koyunlarımın yaylımından sonra bostan, verilen ilk suyla birlikte bir coştu, bir coştu ki, çevredeki tüm bostanlardan daha gür ve daha verimli oldu  Hatta, bostan bozumunda, kocaman bir kamyona yüklenen kasalarla, Adan'ya domates gönderildiğine şahit olduğuma inanırsınız.
   Derler ki, ''Koyunların ağzında keramet vardır.''  Aslında öyle değil, burçları koparılan sebze ve meyvelerin gücünü, meyvelerine vererek, veriminin arttığını söylemek, daha akılcı olur.
   İşte, böyleyken, böyle oldu. (19.02.2017)
   Mustafa KURT
   Emkl.Öğrtmn.




  
   
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder