24 Mayıs 2017 Çarşamba

BİR KAPI DAHA KAPANDI





                               BİR KAPI DAHA KAPANDI


       Tren hattının yanındaki dar patikada, başım önümde yürüyordum. Ağlamam durmuş ama iç    çekişlerim hıçkırığa dönüşmüş ve devam ediyordu. Ağzımda bir acılık, gırtlağım düğüm düğümdü.kaba yerlerimdeki sopa yerleri ağrıyor, sol kalçamdaki ağrı yürümeme engel oluyordu.
      Küçücük yüreğimde fırtınalar kopuyordu. Utancı, korkuyu, endişeyi, hatta ölümü düşünmeyi aynı anda yaşıyordum. Aklıma gelip, yerleşen ölüm isteğimi kafamdan bir türlü atamıyordum. Hazır tren hattına yakın yürüyorken, gelen ilk trenin önüne atlayarak, hayatımı sonlandırma isteği, beni terk etmiyordu.
     Bir yarmanın içinde geçerken, keskin düdüğünü çalarak hışımla gelen treni görünce, kendimi yarmanın duvarına yasladım, son vagon geçinceye kadar gözüm kapalı kaldım. Geçen trenin, posta mı, marşandiz mi olduğunu bile anlayamamıştım. Yani ölmekten korkuyordum. Yaşamak da,ölüm kadar beni korkutuyordu. Şu küçücük yaşıma rağmen, ne çileli bir hayatım olduğunu, ancak ben bilirim. Geleceğimin de bundan farklı olacağına inanamıyorum.
     İkindi güneşinin kavurucu sıcağı altında yürüyordum. Alnımda süzülen ter damlaları gözüme akıyor, gözlerimi yakıyor, şakaklarımda süzülen ter damlaları boynuma,oradan da döşümden aşağı sızıyordu.
     Bir hafta önce, tren hattının,kah traversleri arasında zıplayarak. kah rayların üzerinde denge tutarak, şarkı söyleyerek, ıslıkla melodiler üfleyerek keyifle geçmiş, saçımı, giysilerimi savruntusuna katan Posta Treninin yolcularına el sallamıştım. Oysa bu gün yol, bir türlü bitmek bilmiyor. 
     Nihayet Büyük Tren  İstasyonu, Adana Tren Hattı derken, Hava İkmal Merkezinin nizamiyesinden sorunsuz geçerek, İdare Binasına vardım. Geçen gün geldiğimde, kaydımın alındığı masaya yanaşıp,masadaki adamdan kayıt dosyamı  ( İçerisinde İlkokul Diplomam, Nüfus cüzdanımın ve aday başvuru formumun olduğu dosya ) utana, sıkıla rica ettim. Adam, nedenini sormadan, dosyayı getirip, önüme koydu. Dosyayı kapıp hızla oradan uzaklaştım. Geçen geldiğimde, bana torpil olacağını va'deden Taşkın Yüzbaşı'nın beni görmesini, görüp te, neden sorusunu sorduğunda, vereceğim cevabın utancını yaşamak istemiyordum.
     Dönüş yolumda, gidiş yolum kadar sıkıcıydı. Eve ne kadar geç gidersem, o kadar iyiydi. Anama, bilhassa babama çok kızmış ve dargınlığı sürdürmeyi düşünüyordum. Çünkü canımı çok yakmıştı, hakaret etmiş ve,
     ''Çırak Okuluna göndermeyip, beni süründüreceğini söylemiş, hemen bu gün gidip, kayıt dosyamı almamı istemişti''. Beni, kızıl güneş altında, dökülen kıyafetimle. ( Yazı, yaban kıyafetiyle ) yola vurmuştu. Çaresizdim,  babamın dayağından çok korkuyordum.
      İlkokulu bu yıl bitirmiş ve on iki yaşındaydım.

                                                x x x
    
       Her sabah, babam bizleri kör karanlıkta seferber eder. İş paylaşımında fazla bir değişiklik olmaz.
Annem akşam sütlerini kaynatır, mayalar, kız kardeşlerim, bir kilometre ötedeki çeşmeye suya gider, erkek kardeşim kuzu gütmeye, ben süt koyunlarını gütmeye, babam bir önceki gün elde edilen ürünleri pazara götürmek için hazırlanır. Artık günün mücadelesi başlamıştır. Günün ilerleyen saatlerinde bahçe işlerine yönelinir. Bahçe tarımıyla yöreye uygun sebze, meyve, tahıl üretilir. Bizimki, ailenin ihtiyaçlarını küçük çapta karşılamaya dönük, çiftçilik diyelim.   
     Bu sabah, yine babamın, '' kalkın öğle oldu ''  içtimasiyle, kör karanlıkta sürümü alıp, meranın yaylımı en bol ve en uzak yerlerine vardığımızda bile halen güneş doğmamıştı. 
    Zaten güneş doğup ta günün sıcak saatleri başlayınca, çobanın çilesi de başlar. Çünkü koyun kısmı sıcağa hiç gelmez. Başlarını birbirinin gölgesine sokarak, yumak olurlar. Çoban, kuşluk vakti erişince, kendine alıştırdığı baş koyunu gölgesine alır, diğer koyunlar da birbirinin gölgesine düşerek, çobanını takip edip, yatak yerlerine varırlar.
     Yatak yerinde, bir koyunum çırpınmaya, kendini yerden yere atmaya başladı. Ağzında, köpük, burnundan salya sümük akıyordu. Koyunun öleceğini düşünerek, şehirden döndüğünü gördüğüm babama seslendim. ( Sürünün yatak yeri bahçemizin üst kısmındaki söğütlerin gölgesiydi.) ''Koyunlarımızdan birinin hasta olduğunu söyledim.''
     Babam, henüz öğle uykusuna yatmamıştı. ( Çünkü her öğlen sonrası bir, iki saat uyurdu.) Babam zaman kaybetmeden geldi. 
    ''Bana,koyuna no'ldu ?'', diye sordu. Koyunun gırtlağındaki hırıltının,boğazında bir şeyin kalmış olabileceğini düşündüğümden,
    ''Galiba boğazında bir şey kalmış,'' dedim. Yavaşça yanıma yaklaşan babam,
    ''Ya, demek boğazında bir şey kalmış, öylemi ? deyip bileğimden yakaladı. Hemen oracıktaki çoban sopasını aldı, Allah yarattı demeden, benim kaba yerlerime, baldırlarıma bacaklarıma ver etti sopayı.
    ''Hem koyunu vurup, öldürürsün, hemde boğazında bir şey kalmış diye uydurursun. Diyordu. Ve benim, ömrüm boyunca unutamayacağım, şu cümleyi sarf ediyordu:
    ''Keşke sen ölsen de, bu koyun ölmese.''
    Ben yediğim dayağın acısıyla haykırıyor ve koyuna vurmadığımı söylüyordum. Beni ölü gibi öteye  savurdu. Cebindeki bıçağı çıkarıp, koyunu kesti. 
    O koyunu ve ondan sonra ölen hiç bir koyunu vurarak ölümlerine sebep olmadım. Ama ona, bunu hiç bir zaman inandıramadım. Ağzından bir kez olsun,
    ''Canlıdır, ölebilir,'' sözünü duymadım. İşin tuhafı, babamın söylediklerine anam da inanıyordu. Babamın bizlere attığı dayağı hak ettiğimizi düşünüyordu.
    Kestiği koyunu, gölgeye çekip yüzerken, bana bağırıyor.
   ''Bu gün, bu dakika, gidip o diplomayı ve nüfus cüzdanını getireceksin. Aksi halde seni bu eve gelmeye kurban ederim,  ve seni asla okutmayacağım, seni ömrün boyunca bu koyunlara çoban edeceğim. Edeceğim ki, dünyanın kaç bucak olduğunu anlayasın. ( Ne demekse ? ) 
     Babam, ikinci kez hayallerimi yıkıyordu. Birincisi, okul tatil olmadan, öğretmenimin beni Öğretmen Okulu sınavlarına sokmasına engel olmuştu. Hoş, tahsil hayatım boyunca daha nice engellemeleri oldu. Saymanın ne anlamı var. Ve ben, vücut sızılarım biraz azalınca, birkaç gün önce, sınavına girmek için aday olduğum, Hava İkmal Merkezi Çırak Okulu'ndaki dosyamı almak için aç, perişan yollara düştüm.

                                                 x x x

      Mahallemizde, benden iki veya üç yaş büyük, üç ağabey, Çıraklık Okuluna gidiyordu. Bunlardan biri Devlet demir Yolları Çırak Okuluna, ikisi ise, Hava İkmal Merkezi Çırak Okuluna gidiyorlardı. Devlet, onlara dışarıda giymeleri için kurumun simgelerini taşıyan takım elbise ve şapka, atölyede giymeleri için, iş tulumu vermiş. Öğle yemeği ve bir miktarda harçlık cabası...
      Komşularımız olan ağabeylerden, çıraklık okullarına, ''nasıl girilebilir ?'' soruma cevap bulunca, tam da bana göre okullar olduğuna karar verdim. Çünkü, benim kısa yoldan hayata atılmam gerekiyordu. Aksi taktirde, bir çoban olacağım korkusu, yüreğime oturmuştu.
      İlkokulu bitirince, anama yalvar, yakar  oldum. Çıraklık okulunun tam da bana göre olduğunu ve okula gidebilmem için, babamı ikna etmesini istedim. Sanırım babam, sağdan, soldan soruşturmuş olacak ki, ''peki'' demişti. Sıra, başvuru tarihini beklemeye kaldı...
      Benim gözüm, Hava İkmal Merkezi Çırak Okulundaydı. İmtihan için, başvuru tarihini, komşu ağabeyler bana haber vereceklerdi. Ama bir sorun vardı. Okula, ne demek bilmiyordum ama  ''Torpilli'' olanlar  ( Sonradan öğrendim,adamı olanlar ) alınıyormuş diye, söylüyorlardı. Olsundu ben kendime güveniyordum. Bu okulun sınavını kazanacağıma dair inancım tamdı. Okullar tatil olmasına rağmen, kitap elimden düşmüyor, habire ders çalışıyor, çıkma olasılığı olan sorulara cevaplar buluyordum. Sınav iki aşamalıymış. Bir yazılı, bir de mülakatmış. O okulun öğrencileri olan ağabeylerden, neler sorulacağına dair bilgiler edinmiştim.
    Nihayet, katılmak istediğim okulun, sınav  başvuru tarihinin belli olduğu bilgisini alınca, harekete geçtim. Bana izin çıktığı gün, anamın çeyiz sandığında sakladığım diplomamı ve nüfus cüzdanımı alıp, sabahın erken sayılabilecek saatinde, bahçemizin hemen yakınında geçen, Diyarbakır tren hattına düşüp, İstasyon yönünde yürümeye başladım...
    Yüreğimde tarifsiz bir coşku ve heyecan vardı.Gideceğim yol çok uzundu ama umutlarımın beni oraya taşıyacağına, yorulmayacağıma dair bir inanç vardı. Tren yolu boyunca, kah traversler arasında zıplayarak, kah açık kollarımla tren rayları üzerinde yürüyerek, şarkı söyleyerek,ıslıkla melodiler üfleyerek yürüyordum. Sizin anlayacağınız bu yolculuk benim için bir oyundan ibaretti. 
    Önce şehir tren istasyonuna, sonra Adana Tren Hattı boyunca yürüyerek, Hava İkmal Merkezinin Askeri Nizamiyesine vardım. Nizamiyedeki asker ağabeye, geliş nedenimi söyledim. Asker ağabey, benim izleyeceğim yolu iyice tarif etti. Bana tarif edilen yolu takip ederek, bir binanın açık kapısından içeri, ürkek adımlarla ilerleyerek, tabelasında  ''Atölye Amirliği''  yazan, açık kapıdan içeri adımımı attım. Odada biri asker, diğeri sivil olan iki kişi, masalarında çalışıyordu. Ben odadan içeri girince, ikisi de başını kaldırıp bana baktılar. Önce,sivil olan bey,
    ''Hayırdır delikanlı ?''  diye bana sordu. Ben,
   ''Şey, ben okula kaydolmaya gelmiştim'' dedim, demesine ama heyecandan kalbim durayazdı.
   ''Şöyle yakınıma gel bakalım.'' deyip beni masasına çağırdı. Ve,
   ''Ne okuluymuş bu, söyle bakalım ?''      

   ''Öğretmenim,çırak okuluymuş.'' dedim.
   ''Hah, öyle desene. Çok ta heyecanlısın. Korkmana hiç gerek yok.Neler getirdin bakalım ?'' diye sordu. Ben koynumda, bir beyaz kağıda sarılı diplomamı,fotoğraflarımı ve nüfus cüzdanımı çıkarıp, masaya bıraktım. Sivil Bey, ( İçimden, ona o adı takmıştım,diğeri içinde 'Resmi' ) bıraktıklarımı aldı. Önce nüfus cüzdanımı, sonra diplomamı inceledi. Ve,
    ''Ooo, aferin, pekiyi ile diploma almışsın.'' Dedi. Resmi olan kişiye,
    ''Komutan al bak, bu delikanlı bizim okula kayıt olmak istiyor.''  Komutan tekrar, çalıştığı defterden başını kaldırdı. İşaretle beni yanına çağırdı. Birkaç sorudan sonra,
    ''Mümin Bey, yapıver, çocuğun kaydını.'' dedi, sanki de beni başından savdı. Mümin Bey, bir deftere kaydımı aldı, bir aday numarası belirledi. Sonra da büyük bir sarı zarfa, diploma ve nüfus cüzdanımı koyup, hemen sağındaki dolaba bıraktı..
    ''Bu iş tamam delikanlı, falan tarihte gelip sınava gireceksin.'' deyip cümleyi bağladı. Bu sırada, Resmi komutan, ayağa kalkıp kapıya doğru yürürken,
   ''Gel bakalım aday öğrencimiz, seninle biraz gezelim. Hiç uçak gördün mü?''  Ben 'cık'layınca,
   ''Şimdi bir tane, sonra çok göreceksin.'' dedi. Uzun bir koridor boyunca yürürken, bir çok asker ve sivillerle karşılaşıyorduk. Herkesle, ismen selamlaşan komutan, bazen beni birilerine taktim ediyor. Yeni öğrencimiz,diyordu.( Sanırım işaretle, benim kim olduğumu soranlara cevap veriyordu.)  Bu arada bana çeşitli sorular da soruyordu...
    ''Baban ne iş yapıyor, neyle geçiniyorsunuz, kaç kardeşsiniz ?'' vb, gibi. Ben sorulan her şeye cevap veriyordum. Bence bu da bir imtihandı. Sonra, ilk defa orada gördüğüm  'döner' cam bir kapıdan, uçsuz, bucaksız bir alana çıktık. Meydanda, şimdiye kadar, başımızın üstünde büyük bir gürültüyle geçen ve biz çocukların, ''Teyyare, dayımı bize getir,'' diye seslendiğimiz uçağın yakınında onu seyrediyordum. Komutanın tanıttığı uçağın, iki motorlu bir  'Taşıma' ( Kargo ) uçağı olduğunu öğreniyordum. Bu hava alanına, keşif uçaklarının, askeri uçakların indiğini ve şu hangarların içinde, onarımlarını bekleyen bir kaç uçağın olduğunu öğreniyorum. Tekrar binaya döndüğümüzde, büyükçe bir sınıfa benzeyen salonun önünde durduk. Komutan,
    ''İşte bu salonda imtihan olacaksınız, sen ilk öğrenci adayımızsın. Daha senin gibi çokları gelecek.'' diyordu. Ben öyle masum ve öyle safça,
    ''Ben çok çalışıyorum ama yine de korkuyorum.''  deyince, nedenini sordu. Ben,
    ''Buranın imtihanını daha çok TORPİLİ olanlar kazanıyormuş.'' deyince,
    ''O ne demekmiş, yani torpilli demek.'' Ne demekse benimde bilmediğimi söyleyince:
    ''O adamı olmak demektir. Korkma, imtihan günü seni bekliyor olacağım. Ben de senin torpilin olacağım.Ama çok çalış, öyle gel. Beni göremezsen, Taşkın Yüzbaşı'yı, senin kaydını yapan Mümin Bey'den sorarsın, o beni bulur. Haydi bakalım seni yollamanın zamanı geldi.'' deyip, benim ilk binaya girdiğim kapıdan çıkıp, nizamiyenin olduğu yere geldik. Bana eve nasıl gideceğimi sordu. Geldiğim yolu tarif edince, ''bu defa olmaz'' dedi, Taşkın Komutan, nizamiyedeki nöbetçiye beni teslim etti ve şu talimatı verdi.
    ''Şehre ilk çıkış yapan arabanın şoförüne benim emrim olduğunu söyle ve bu delikanlıyı, şehirde nerede isterse, orada indirsin. Olur mu ?
    ''Emredersiniz komutanım'', cevabını alınca,
    ''Haydi bakalım, delikanlı şimdilik buraya kadar, gene görüşeceğiz'', dedi. ( Ne yazık ki yüzbaşıyı bir daha görmek nasip olmadı ) Selama duran askerin selamını alıp, yürüyüp gitti. Nizamiyedeki nöbetçi, şehir yönüne giden bir aracı durdurarak, Taşkın Yüzbaşı'sının emrini, asker şoföre söyledi ve beni  şoförün yanına oturttu. İki asker selamlaştı. Yaya olarak geldiğim yolu askeri bir araç içinde dönüyordum. Yol boyunca şoför hiç konuşmadı. Şehir meydanında inip, kalan yolumu güle oynaya tamamlayarak eve geldim. Çok güzel bir günün getirdiği mutluluğu yaşıyordum. Bütün olanları, birazda abartarak anama ve kardeşlerime ( Ne kadar anladılarsa ) anlattım.
                                        
                                                    x x x

    Sevinç ve mutluluğum ancak bir hafta kadar sürdü. sonuç :  
    ''Benim için açılacak olan kapı,açılmadan kapanmıştı.''  ( 24.05.2017 )
    
  
















1 Mayıs 2017 Pazartesi

DEĞİRMEN





                                    DEĞİRMENDE BİR GÜN


    Öğretmen Okulunu o yıl bitirmiştim. Çektiğim kura sonucu Van İli, Erciş  İlçesi'nin bir köyüne Sınıf Öğretmeni olarak atanmıştım.
   Görev yapacağım köyü tanımak için, bir yolculuk yapmış, daha sonra da köyüme dönmüştüm.
   Okulların açılmasına az bir zaman kala anam, benim için köyde hayatımı kolaylaştıracak bazı hazırlıklar yapıyordu. Bir kat yün yatak yapmış. Benim için yağ biriktirmiş. Mevcut zahireden bulgur, fasulye, nohut vb.den çıkılar hazırlamıştı. Durup dinlenmeden, yemek tarifleri yapmıştı. Ayrıca giysilerimi çeşitlendirme yoluna gitmişti. Yani, gelin kıza çeyiz hazırlar gibiydi. Ayrıca işlerinin çokluğundan ''başını kaşıyacak'' vakti olmayan babama, direktifler veriyor, onun benimle  görev yapacağım köye varmasını, ev ayarlamasını, benim muhtara ve aklı başında kimselere emanet edilmemi sağlaması gibi.
     Bana böyle bebek muamelesi yapması, kardeşlerimin kıkırdamalarına sebep oluyordu. Bu ilgisi,  beni utandırır olmuştu. Usandırır olmuştu demeye dilim varmıyor. Ama öyleydi.
     Bir eksiğimiz kalmıştı ve nedense bunu, benim yapmamı istiyordu. Değirmene gidip bir çuval buğday öğütmek. Çünkü gideceğim yerde en çok ihtiyacım olacak şeyin, un olacağını söylüyordu. Pek tabii bu görevi seve seve üstlendim.
     Babamın, bir çuval buğdayı yüklediği eşeğimizi, önüme katıp, komşu köyde bulunan değirmenin yolunu tuttum. Çünkü bizim köyde öyle değirmen taşlarını döndürecek su yoktu.
     Güneşin altında, tarlalar arasında uzayıp giden tozlu yolda, bir saat kadar yol aldıktan sonra, değirmene vardım.
     Değirmen, komşu köyün sınırları içerisinde, Çeltik Deresi'nin üzerine yapılmıştı. Değirmen, savacak suyunun da aktığı, bir çay yatağının hemen kıyısınaydı. Çayın irili  , ufaklı çay taşlarıyla kaplı, uzayıp giden bir tabanı vardı. Çayda çok az su görünüyordu. Çay yatağının bu kadar geniş olduğuna bakılırsa, bahar aylarında bayağı coşar görünüyor. Çayı içinde barındıran az eğimli vadinin doğu yamacında köyün ekenekleri, batı yamacında ise meşelikler vardı.
     Değirmenin çalıştığı, domuzluktan (Suyu değirmene taşıyan sistem.) köpürerek akan sudan belliydi. Çevreyi yokladım, görünürde kimsecikler yoktu. Değirmenin açık kapısından, loş boşluğa doğru seslendim,
    ''Değirmenci Dayı, kimse yok mu?'' diye. İki kez tekrarladım. Cevap veren olmadı. Neden sonra, una bulanmış bir amca, değirmenin kapısında göründü. Bana hitaben,
   '' Buyur yeğenim, işte geldim'' dedi,
   Geldim diyen adam, ellili yaşlarda, iri yapılı 1.90 m.  kadar boyunda, ince içliğinin içinde neredeyse dışarı fışkıracak adaleli, Anadolu'nun  art niyeti olmayan, ''Çam yarması'' deyimiyle karşılanabilen bir adamdı. Yaklaştığında, şapkasının altında fışkırmış, kırçıl saçları neredeyse kalın kaşlarına kadar iniyordu. Ne var ki, etli yüzünde yaşlılığın izlerini görmek mümkündü. Bana iyice yaklaşınca iki elini şalvarının dizlerine vurarak, un kalıntılarını silkeledi, sonra, kıllı kolunun uzantısında yer alan kocaman elini bana doğru, hoş geldin demek maksadıyla uzattı, benim genç ve iş görmemiş nazik elimi eline alınca, elim sanki küçük bir yün yumağı gibi avucunun içinde kayboldu. Yalnız, insana güven veren ve içi gülen bir çift yeşil gözü vardı.
    Benim hareketsiz durduğumu görünce, bizim eşeğe doğru yöneldi ve emredercesine,
   '' Tut bakalım, tut ta hayvanın üzerindeki yükü indirelim'', dedi. Her birimiz bir tarafından tutarak, buğday çuvalını teknenin yanına taşıdık. Sonra, tekrar değirmenden çıkıp, gölgedeki sedire oturduk.
    Sedirin hemen yanıbaşında, çam oluğunda akan suyu görünce, susamışlığım aklıma düştü. Yine çamdan oyulmuş, saplı tasla, buz gibi kaynak suyundan kana kana içtim. Sonra da kafamı, boynumu boğazımı yıkayarak bigüzel serinleyip, değirmenci dayının yanına oturdum. Ben su başındayken, o da sigarasını sarmış, ağızlığına takmış, tüttürüyordu.
    ''Hangi köydensin, yeğenim?''
    ''Keçeli Köyü'ndenim'', diye cevapladım.
    ''Keçeliyi bilirim, kimin oğlusun?, diye sordu. Ona,
    ''Nalbant Kasım'ın oğluyum'', deyince, uzun bir,
    ''Ooo'' çekti. ''Deseneki sen benim has ahbabımın oğlusun. Gel şöyle yanıma otur da, seninle tanış olalım. ''(Tanışalım).'' Söyle bakalım, Kasım Usta nasıl, deden, annen, kardeşlerin nasıllar''?, diye uzunca bir hal hatır muhabbetimiz oldu.
    ''Kasım'ın bir oğlu gurbette okuyordu, yoksa o sen misin?  Sahi, Kasım'ın kaç çocuğu var?
    ''Benimle dört, iki kız iki oğlan. Büyükleri benim, ''dedim.
    ''Peki gurbette ne okuyorsun?'', diye sordu. Öğretmenlik olduğunu ve okulu bitirdiğimi söyleyince, içtenlikle sevincini belirtti ve,
    ''Aferin, hem de pekiyi aferin'', diye, tekrar, tekrar övücü sözler etti.
    ''Dayı, bana değirmen sırası ne zaman gelir?''  diye sorduğumda,
    ''Hay Allah, yeğenim, değirmen benim değil, ben de değirmenci değilim. Ben de senin gibi değirmen nöbetçisiyim.''  diye bir kahkaha attı, ve devamla,
    ''Ben, hemen şu yukarı köydenim. Ben de senin gibi, hayvanın sırtına dört, beş teneke buğday vurup, değirmene geldim.Ama değirmenci falan yoktu. Buğdayı, zar zor tekneye boşalttım, suyun yönünü de oluğa çevirdim, çektim kolu. Senin anlayacağın, değirmeni ben çalıştırdım.''  diye gururla söyledi. Daha önce adının  Kolcu Hüseyin olduğunu söylemiş olan, Hüseyin Dayı' ya,
    ''Hüseyin Dayı, ya ben'',  diyecek oldum.
    ''Tasalanma yeğenim, senin de buğdayını öğütürüz, hatta başka nöbetçi gelse, onunda ekinini öğütürüm. Değirmencilikte az çok anlarım. Az mı seyrettim Değirmenci Süleyman Ustayı, yani bu değirmenin sahibi olan, Süleyman Usta' yı.'' dedi ve noktayı koyup, ayaklandı.
    Üzerinin ununu silkeleyerek, değirmenin içine yöneldi. Göz ucuyla da benim, peşinden gelip gelmediğini takip ediyordu. Ben bunu anladığımdan, peşi sıra değirmene girdim. Hüseyin Dayı önce teknedeki tahıl miktarına baktı, sonra unun biriktiği teknenin önüne oturdu. Taşın önünü boğan unu geriye çekti. Benim çuvalın ağzını açmamı, göz işaretiyle söyledi. Ağzını açtığım çuvala, tahta kürekle un aktarmaya başladı. Değirmenin sesinden anlayamayacağımı düşünerek, işaretle daha öğünecek buğdayın var olduğunu anlatarak, gene değirmenin dışına yürüdü, bende peşindeydim. Yine ağaç sedire oturduk. Hüseyin Dayı,
    ''Yeğenim, ben hala senin adını bilmiyorum, sen de söylemiyorsun. Sahi senin adın nedir?  Hoş Hoca veya Öğretmen Bey de diyebilirim ama insanın ismi kadar kulağa hoş gelen bir seda (Ses) yoktur.
     Adımın, ''Talip'' olduğunu söyledim ve ekledim, ''Dedem, kendi adını bana vermiş,'' dedim.
    ''Çok memnun oldum, Talip Hoca''  dedi. Bana biraz kinayeli söylüyormuş gibi geldi. Yine düzelten Hüseyin Dayı oldu ve  ''Hoca'' adına şimdiden alışmalısın. Bundan böyle senin adın, Talip Hoca'dır.
     Aradan geçen kısa zaman içinde birbirimize ısımıştık. Hüseyin Dayıya dönerek,
     ''Değirmenci Dayı acaba neden değirmende değil'' , diye sorunca, Kalın kaşlarının altındaki yeşil gözlerini büzerek, bakışlarıyla karşı yamaçları taradı. Sonra da, mevzu derin dercesine kafasını benden yana çevirdi, derin bir nefes aldı. Sanırım nereden başlasam diye iç geçiriyordu. Demek ki doğru tahmin etmişim.
     ''Yeğenim, anlatacak o kadar çok şey var ki, nereden başlayayım, diye düşünüyorum. Köyde, Değirmenci Süleyman Usta'yı  (Değirmencilikten başka, elinden her iş geldiği  için, bütün yöre halkı ona, Süleyman Usta der.)  en iyi tanıyan benim. O ki merak edip sordun, bana da anlatmak düşer. Zaten, başka türlü de vakit geçmez.''  Başladı anlatmaya,
     ''Süleyman Usta'nın, uzun zamandan beri yatalak bir hanımı var. Sabah kalkınca ilk işi karısının tüm ihtiyaçlarını, (Temizliğini yapar, çamaşırlarını değiştirir, yemeğini yedirir.)  görmek olur. Tek hayvanı olan kısrağını yemler. Onun yem torbasını hazırlar, Kendi kahvaltısını yapar, komşu kadına hanımına göz, kulak olmasını tembihler, atını evin önündeki binek taşına çeker, atına biner, işi varsa kasabaya, yoksa değirmenin yolunu tutar. Değirmen nöbeti olanlar bizim köydense, akşamdan Süleyman Usta'ya haber verirler, eğer değirmene gelenler başka köylerden ise, ya  benim gibi, kendileri değirmeni koşar. (Yürütür) ya da köye haber yollarlar. İhtiyacı olan herkes bişekilde işini görür. Şimdiye kadar şikayet edeni duymadım. Bu gün Süleyman usta gelse de, gelmese de, biz tahıllarımızı öğütürüz. 'Değirmen hakkını' un teknesini yanındaki torbaya bırakırız. Bunu her değirmene gelen bilir ve  değirmen hakkını ayırmadan gitmez. Biraz sonra görürsün. Değirmene gelenler hangi tahılı öğütmüşse, ondan pay ayırır. Buğday, arpa , mısır unu ayrı ayrı  torbalara konur. Ha, şunu da söyleyeyim, karısı felç olmadan Süleyman Usta ve ailesi, neredeyse yılın yarı gününü değirmende geçirirlerdi.
     Daha önceleri, oğullarıyla birlikte nüfusları, (önce dört) , sonra üçtü. Oğlan evlenince, önce köydeki evde oturdular, sonra göçüp, şehre gittiler. Arada bir ana, babalarını ziyarete gelirlerdi. Lakin son zamanlarda köye, dolayısıyla ana, babaya gelmez oldular. Senin anlayacağın bu fakirlere torun bile sevdirmediler. Anası garip, önce ölen oğlunun, sonra da bu oğlunun, dolayısıyla torunlarının arkasında ağlaya, ağlaya yataklara düştü. Ayakta olduğu zamanlar ise, bir tülbentle başı hep bağlı gezerdi. Şiddetli baş ağrıları çektiği söylenirdi. Süleyman Usta'nın bir ayağı şehirde, doktor kapılarında olurdu. Kadıncağız bir sabah yataktan kalkamaz. Vücuduna inme inmiştir. İşte, Süleyman Usta için, asıl çileli günler o günden sonra başladı,''  deyip kesti.
     Dertlenmişti, şalvarının cebinden tütün tabakasını çıkardı, bir sigara sarıp, ağızlığına taktı, çakmağı çaktıktan sonra, yanan sigarasından bir kaç derin nefes çekti. Sonra kalkıp değirmenin içine yöneldi, ben de peşinden. Dışarıdaki aydınlıktan içeri girince, göz alışıncaya kadar hiç bir şeyi görmek mümkün değildi. Gözüm alışınca, un teknesinin yanına geldiğimde, Hüseyin Dayı, taşın üzerindeki tekneyi sallıyordu. Demek ki, öğünecek tahıl oldukça azalmıştı. Yine işaretle un torbasını ağzını açmamı istedi. Küreği,kar beyazı una daldırıp, kürediği unu çuvala aktarıyordu.
     Bir müddet sonra, öğünecek son tahıl taneleri, değirmen taşının göbeğinden düşerken, Hüseyin Dayı, taşlar birbirini yemesin diye, üstteki taşı askıya almaya başladı. Sonrada çarkı devreden çıkaracak kolu (Saptırma kolu) yavaşça çekti, dönen taş, artık dönmez oldu. Hüseyin dayı, daha sonra değirmene bırakacağı 'hakkı' ölçüp, torbasına koydu. Son un kalıntılarını çuvala koyduktan sonra çuvaldızla (kıyıkla, kalın ve uzun bir tür iğne.)  çuvalın ağzını dikip, birlikte değirmenin çıkış kapısının yanına koyduk.
      Sıra benim buğdaya gelmişti. Buğday çuvalını kaldırıp, tahta tekneye (Sele) boşalttık. Hüseyin Dayı, kolu çekip, değirmeni koştu. Un teknesini önüne oturup, düşen unların irilik, ufaklık ayarını verdi. Sonra değirmenin kapısına yöneldik.
     Dönerken, değirmenin sol yanına düşen bir kapıyı araladı ve beni yanına çağırarak,
    ''Gel bak,bakalım. Süleyman ustanın ikinci evi işte burasıydı. Adamcağız ömrünün çoğunu, acısıyla tatlısıyla bu iki küçük odacıkta geçirdi. Uzun,upuzun seksen küsur yıl, dile kolay. Nazar değmesin ama usta,hala dipdinç.''
     Oradan ayrılırken, değirmencinin yaşını da öğrenmiş oldum.
     Yeniden,salkım söğüdün gölgesindeki ağaç sedire dönüp, oturduk. Aklımda, Değirmenci Süleyman Amca hakkında gölgede kalmış bir, iki soru daha vardı. Bunlardan biri, Süleyman Amcanın karısını kahredip, yatağa düşüren, oğlunun nasıl öldüğüydü?  Hüseyin Dayının anlatacağından emin olduğum için hemen sordum.
     ''Bak evlat, bu da uzun ve farklı bir hikaye.''  diye, anlatmaya başladı.
    ''Süleyman Usta, karısı ve iki çocuğuyla, bir yaz sonunda köyümüze geldi. O zamanlar ben, dördüncü sınıfa gittiğime göre, on iki yaşlarındaydım. Bunu nereden biliyorsun dersen, Süleyman Usta'nın iki çocuğu da o yıl ilkokul bire başladılar,  aralarında bir yaş fark varmış. Biz, bütün öğrenciler bir sınıfta okurduk. Zaten topu topu kırk öğrenci ya vardık, ya yoktuk. Öğretmenimiz Zafer Öğretmendi. Ama ne öğretmendi. Kendisi İzmirli'ydi. Bizi çok sıkardı ama iyi öğretirdi. Köyümüzde üç yıl kaldı. Zafer Öğretmeni hem öğrencileri olarak biz, hem de yaşlı genç bütün köylümüz severdi. Ayrılıp gittiği zaman sanki yüreğimizi de söküp götürmüştü. Fakat biz, sonra gelen Hasan Ali Öğretmeni de çok sevdik. Çocukluk işte. Okumuş olmamız askerlikte işimize çok yaradı. Ben askerde çavuştum. Neyse gelelim asıl mevzuya,''  diye anlatmaya başladı.
      ''Aklımın yettiğinden değil, babamın köy azası olması hasebiyle, köydeki bir çok olayın evimizde konuşulur oluşundaydı.''
       ''Süleyman Ustagil, köye geldikleri gün ve ondan sonraki bir çok gün Köy Odasında kalmışlardı. Köy Muhtarı ve Azaların ortak kararıyla, köyümüze yerleşmelerinden bir beis görülmediğine karar verilmiş ve karar tutanak altına alınmış. Alınan Kurul Kararı, jandarmaya ve kaymakamlığa bildirilmiş. Uzatmayalım, Süleyman Usta şimdiki evinin yerini satın almış, kış bastırmadan da iki göz ev karartmış, içerisine girmişlerdi. Bazı eşyalarını konu komşu temin etmiş, bazılarını da kasabadan almışlardı.''
     ''Süleyman Usta'nın elinde gelmeyen iş, yok gibiydi. Evinin yanına atölyeye benzer bir çardak yaptı, başladı çalışmaya. Dülgerlik, taş ustalığı, nalbantlık, demircilik, saban kurma, döven taşlama ,daha sayamayacağım kadar çiftçi haceti (Alet) yapıyor, tamir ediyordu. Böylece kendisine bir kazanç kapısı aralamıştı.''
    ''Süleyman Usta, ustalığı babasından kapmış. Babası, Tehcir yıllarından önce Ermeniler'in yanında çalışmış ve zanaat sahibi olup ev geçindirmiş. Şimdi de oğlu zanaatıyla ekmek kazanıyor,'' diyorlardı.
    ''Süleyman Usta bununla yetinmedi. Birkaç sene sonra gelip bu değirmenin yerini satın aldı. Başladı değirmeni kurmaya. Değirmeni, yaz kış demeden, karısı, çocukları, hatta  ben ve arada bir ,köy imecesiyle birlikte, tam iki senede tamamladı.''
     ''Değirmenin  karşısındaki şu gördüğün meşelik bizimdi. Sonradan  Ormaniye arazimize el koydu, ormanlık alanlara  kattı. Benim sözünü ettiğim zamanlar bu çay yatağı böyle değildi. Taa yukarı köylerden çıkıp gelen, yazın dahi suyu azalmayan bir dere vardı. Derenin iki yanı çayırlıklarla kaplıydı. Köylünün sığırı, sıpası bu çayırlarda otlardı. Sularını da bu derede içerdi. Köylünün arazisinin büyük bir kısmı da bu derenin suyuyla sulanırdı. Cümleyi tamamlayınca durakladı ve devamında,
     ''Ben diyorum ki, bir şeyler yesek. Gün ikindiyi devirdi. Sanırım ikimizde, sabah yediklerimizle duruyoruz. Sen git, teknedeki tahıla bak, ben de yukarıda iki domates koparayım.'' diye değirmenin arkasına dolandı.
      Teknedeki tahıl, yarı bile olmamıştı. Ama un havuzunda, bolca un birikmişti. Boşalan çuvalı şekillendirerek, havuzda kürediğim unu çuvala aktardım. Sonra da, anamın sabah bohçalayıp,yükün yanına astığı ekmek çıkınını alıp dışarı çıktım. Hüseyin Dayı, bostanda kopardığı domates ve salatalıkları yıkıyordu.
      ''Hüseyin Dayı, anamın bohçaladığı yiyecek ikimize de yeter, sanırım,'' dedim.
      ''Olur mu yeğenim, bu gün her şey ortaklık,'' deyip değirmenden içeri girdi. O da, bir ekmek bohçası ve eski bir gazete ile döndü. Gazeteyi yere yaydı. Şalvar cebinde çıkardığı bağ bıçağıyla,''  yılın ilk derbisi''  yazan, spor sayfasının üzerine doğradı. Açtığımız ekmek bohçalarımızda çıkan yiyecekler aynıydı. Mayalı ekmeğin arasına konulmuş birer baş taze peynirdi ve ikisi de, peynirin suyu ekmeği ıslatmasın diye peynir süzeğine konulmuştu. Hüseyin Dayı,
   ''Tesadüfe bak, yeğenim. İki bohçada çıkan nevale  (Yiyecekler)  aynı,'' diye gülümsedi.
   Yemek boyunca hiç konuşmadık. Yemek sonrası, değirmenin içerisindeki son durumu gözden geçirdik. Dışarı çıkıp, oturunca. Bu kez, Hüseyin Amca, nerede kalmıştık yeğenim?  diye, bana sordu.
     ''Şu, çay yatağının eski halinden bahsediyordun. Hani boydan boya çayırlıkmış. Köyün merası gibi bir şeymiş.''Hüseyin Dayı söze, kaldığı yerde devamla,
     ''Şimdiki gibi aklımda. O yıl askere alınacaktım. Son yoklamamı mayıs ayının on beşinde yaptırmıştım. Bundan tam, tamına on gün sonra, görülmemiş bir afat yaşandı. Şimdiye kadar belki on  kez anlattım, bir de sana anlatayım. İkindi vaktiydi. Sanırım, şu karşı meşeliğin yerinin bizim olduğunu daha önce söylemiştim. Evin mallarını  (Evin hayvanları)  şu yukarıda görülen yaşlı meşenin gölgesinde yatağa vurmuştum. Ortalık günlük, güneşlik bir gündü. Parmağımın ucuna bakarsan görürsün. Şu karşıda gördüğün Çatal Tepe'dir. Çatal Tepenin üst yanında, siyah bir bulut belirdi. Bir de serin rüzgar çıktı. Biraz sonra,sağa, sola rüzgarın getirdiği iri yağmur damlaları düştü, o kadar. Aradan beş, on dakika ya geçmiş, ya geçmemişti ki, bir gümbürtüdür koptu. Gayri ihtiyarı, derenin yukarılarına doğru baktım. Gördüğüm şey, beni dehşete düşürmüştü. Kıpkızıl bir dağ parçası çayırlığı parçalayarak geliyordu. Neden sonra,bunun bir su yığını olduğunu fark ettim. Hemen avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. 'Sel geliyor, sel geliyor'  diyorum. Sesim çıkıyor muydu bilmiyorum. Saniyeler içinde, o kocaman su dağı gelip, adeta önümde geçiyordu. Önüne çıkan ağaçları kökünden söküyor, kayaları yuvarlıyordu.''
       ''On beş dakika sürdü sürmedi, tufanın sonu geldi. Yani sel durdu. Durdu da no'ldu. İşte şu gördüğün çay yatağının milli ve kenara köşeye savurduğu köklü, köksüz ağaçlı hali.''
      Hüseyin Dayı, o dehşet anlarını anlatırken, sesi kah hiddetli, kah ağlamaklı oluyordu. Daha en dramatik olana sıra gelmemişti. Biraz durdu. Bir sigara sarıp, ağızlığına taktı, çakmağı çaktı. Sigaranın o ilk dumanını ciğerlerinin en derin yerine kadar çekti. Sonra dumanın dışarı çıkmasına izin verdi. Üç dört nefes boyunca sigaranın dumanı ağzından, burnundan hala çıkıyordu. Anlatmaya devamla,
      ''Aradan birkaç dakika geçmişti ki, değirmenin havuzunun başında bir feryattır koptu. Süleyman Usta'nın karısının yürek parçalayan haykırışı. ''Yavrumu sel aldı, ceylanımı, aslanımı, çayırda ineği kazıklıyordu. (Kazığa bağlıyordu.)  Kerem'imi  (İki oğlundan büyüğü Kerim, küçüğü Kerem'di )  onu,  sel kapıp götürdü. Azrail kanadın kırıla, yavrumu ne ettin'', diye ünnüyordu. Süleyman usta ve oğlu Kerim ortalarda görünmüyordu. Sanırım, sel yatağına aşağı gitmişlerdi.''
      ''Aradan çok geçmemişti ki bizim köylüler, kadınlı erkekli, yakardan aşağı sökün ettiler. Kiminin tarlasını, kiminin malını, davarını sel süpürmüştü. Değirmenin oraya varıp ta, Süleyman Usta'nın oğlu Kerem'in sele kapıldığını duyunca, bütün köylü kendi dertlerini unutup, Hay vah çektiler. Köylülerimizin çoğu, ben de dahil, kendimizi,çamur, çipil demeden çay yatağına vurduk, sele kapılan Kerem'i ölü veya diri aramaya. Akşam, karanlık kavuşuncaya kadar ne kaya dibi, ne ağaç kovuğu bıraktık. Çocuktan eser yoktu. Süleyman Usta'yı da alıp değirmene döndük. Değirmenin önünde kocaman bir ateş yakılıp, çevresinde halkalanıldı. Ben karşıya geçip hayvanlarımı güç bela köy tarafına geçirip. eve döndüm.''
     ''Olay kasabada duyulmuş. Ertesi gün kasabanın yöneticileri ve guruplara ayrılmış kurtarma ekipleri, yukarıdaki köylerde can kaybı olup olmadığını sorarak, değirmene, oradan da aşağı köylere doğru gittiler. Kerem'in sele kapılmış olması, bütün ekibi çok üzmüştü.''
    ''Ertesi gün ve daha ertesi günler, belediye ekipleri, sele kapılan hayvanların leşlerini topladı, açtıkları çukurlara koydular, üzerlerine sönmemiş kireç döküp, kapadılar. Ayrıca zarar tespiti yapan ekipler de günlerce çalışmıştı.''
    ''Süleyman Usta'nın oğlu Kerem'in cesedini bir türlü bulamadılar. Kerem'in zavallı annesi,''  bari yavrumun ölüsü bulunaydı. Bir mezarı olurdu.  Mezarının başına gidip, yüreğimin yangınını söndürürdüm.''  diye, ''yıllarca çocuğunun ardından ağladı, durdu.''
     ''Kerem sele gittiği zaman, babası onun, on beş yaşından gün aldığını söylüyordu.''
     ''Şimdi diyeceksin ki, değirmen niye sele gitmedi?  Sele gitmedi çünkü bu, Süleyman Usta'nın iş bilirliği ve değirmenin o kayalığın arkasına yapılmış olmasından. Yukarıdan gelen sel suları, kayalara çarparak yön değiştirmişti. Yani, kayanın duldasında kalmasından, değirmene bir zarar gelmedi. Sadece yukarıdaki havuzun bir kısmıyla, su arığının bir kısmı göçmüştü. Havuzun onarımı kolay oldu ama arığın işi Usta'yı belki yirmi gün uğraştırdı.''
    ''Kala kala değirmenin yapılış hikayesi kaldı. Onu da nakledene kadar,tahılımız da un olur. Değirmeni kilitleyip gideriz.''
     ''Köyümüzün bir değirmeni yoktu. Köydeki tüm aileler, tahıllarını, bizim köyden üç saat uzaklıktaki Yukarı Tortum  Köyün'deki değirmende öğütürlerdi. Bu da oldukça zahmetli bir işti. Üstelik o değirmenin 'dingi' bile yoktu .''( Buğdayı kabuğundan ayıran dibek.)
      ''Süleyman Usta ve ailesi köye yerleşeli beş yıl kadar olmuştu. Köylünün tahıl öğütmedeki çilenin aynını çeker olmuşlardı. Köylünün ve kendisinin bu değirmen işine bir çözüm bulunmasının zamanı gelmiştir. Fikrini köylüye açınca,  hemen herkes, iyi olur gibisinde, baş sallamışlardı. Süleyman Usta bir kaç kez  'O zamanki dereboyuna'  gelip gezmiş. yeterli suyu, çeşmesi ve değirmenin korunağı, havuzu yapacağı en uygun yeri, yani bu değirmenin yerini tespit etmiş. Bu yer kaynağı hariç,  köyün en işe yaramaz yeriydi. Yine de Süleyman Usta, bu yeri, sahibi olan, Salih Amcadan Köy Senediyle satın almıştı.''
    ''Bir müddet sonrada işe koyuldu. Önce kendileri için, iki odalı bir evcik yaptı. O odaları, biraz önce sen de gördün. Değirmenin duvarları örülünce, o iki oda, değirmenin içerisine katıldı. Değirmen inşaatına su yolunu yaparak başladı. Değirmen yerine yüz metre kadar yukarıdan, bent yapacağı yerden başlayarak, toprak bir arık yaptı. Arkın kazılmasına bir çok köylümüzde katkı verdi. Arığın eşilmesinin gecikmesi, önlerine çıkan kayaları kırmak ve yer yer kire zeminleri aşmak zorunda oluşlarındandı.''
    ''Arığın kazılması işi bitince, Süleyman Usta, kasabada tuttuğu bir traktörle, kum, çimento ve kalaslar getirdi. Değirmene su taşıyacak havuzun yapımı da uzunca bir zaman aldı. Kalaslarla,havuzdan aşağıdaki değirmenin çarkını döndürecek suyu taşıyacak, boyları onar metre kadar olan iki oluk yaptı. Tuttuğu iki ırgatla, oluklara belli bir eğim vererek, havuz için ördüğü duvara sabitledi. Daha sonra yukarıda dökülen suyu taşıyacak iki derin kanal açtı, değirmen alanının dışına çıkarıp, ağzını çaya doğru verdi ve çalışmaya bir kaç gün ara vererek şehre indi.''
     ''Şehirden, üç traktörle döndü. Köyün içinden geçerken, komşularımızdan güçlü kuvvetli birkaç kişiyle beraber geldi. Önce traktörün birinde, çeşitli ölçülerde işlenmiş çam kadronlar indirildi. Sonra, traktörlerden bağıra.çağır, 'dikkat edin', naralarıyla, kalaslardan kaydırılarak üç adet değirmen taşı indirildi. Bu taşlardan biri, ilerde değirmenin sabit taşı ( Değirmenin alt taşı ) olacak, biri sabit taş üzerine gelecek hareketli taş olacak. Sonuncusu da dink taşı olacaktı.''
     ''Derken, Süleyman Usta, şehirden getirdiği çam kadronlarla, değirmenin domuzluğunu kurdu. Değirmen çarkını, taşı döndürecek mile geçirdi. Eliyle makinenin iyi çalışıp, çalışmadığını kontrol etti. Çalıştığından emin olduktan sonra, değirmenin alt taşını ve dingin yerleşeceği zemini yaptı.
   ''Bu işleri yaparken karısından ve çocuklarından gerekli yardımı alıyordu. Arada bir kızıp bağırması da olmuyor değildi. Dile kolay. Bir fabrika kuruluyordu.''
    ''İşin bu aşamasında gene köye gidip, komşulardan yardım istedi. Omuzlarına atılı urganlarla ( Kalın ip ) sekiz on kişiyle birlikte döndü. Yine bağıra, çağıra, aman hey nidalarıyla, önce sabit olacak taş yerine getirildi, Sonra değirmene üst olacak taş getirilip, alt taşın yanına dikine kondu. Sonra da dink görevi yapacak taş yerine taşınıp bırakıldı.''
      ''Sıra, değirmenin binasının yapılmasına gelmişti, Binanın temelinin kazılacağı yerlere önce kazıklar çakıldı, sonra sicim gerilerek, temel yeri sabitlendi. Temel kazıldı. Köşe taşları konuldu. İlk köşe taşı konulduğu zaman bir kurban kesildi. Köyün imamı tarafından dualar okundu. Daha sonra pişirilen pilava kaşık sallandı. O gün, orada bulunanlar hoşça vakit geçirdiler. Ayrıca temele konulacak taşları getirip yığdılar. Bir gün sonra da getirdikleri samanla çamur karıp, iki gün üst üste kerpiç döktüler.''
     ''Bu arada hiç sözünü etmediğimiz, Hatun Yenge  ( Süleyman Usta'nın karısı.)  Ekmek, yemek pişiriyor, çamaşır yıkıyor, yerine göre misafir ağırlıyor. Evde katıklık bulunsun diye inek, tavuk besliyor, göverti ( Sebze )  yetiştiriyordu.''
    ''Çok uzattım ama anlatmaya devam edeceğim, yapacak başka işimiz de yok hani. İki ırgatla birlikte dört gün boyunca, taş temel tamamlandı. Sıra kerpiç duvara geldi. Ailece kerpiçler getirilip temele yakın anaç ayrı,kuzu ayrı yığıldı. Değirmenin kapı ve pencereleri hariç,ustamın anaç ver, kuzu ver seslenişleriyle duvarlar bir kaç günde tamamlandı. Arağalar  (Yatay direkler)  dizildi, çay boyundaki söğüt ve kavaklardan kesilen serpeneler  ( İnce, uzun ağaç sırıklar )  yayıldı, yapraklı ağaç dalları ile örtüldükten  sonra da, çamur püsürük atılıp, damın sıvasıyla, kaba inşaat bitmiş oldu. Artık kış ta bastırmak üzereydi. Toplanıp köye göçüldü. Ustam kış boyunca, önce aldığı ölçülere göre, kapı, pencere kurdu.''
     ''Mayıs ayı gibi yine değirmene taşınıldı. ( Sonraki yıllarda hep köyden değirmene,değirmenden köye taşınıldı.) Önce değirmenin kapı ve pencereleri takıldı, sonra iç ve dış sıvaları yapıldı. Bu arada ustam değirmene konulacak, neredeyse her biri bir tonluk taşları,yanı başına astığı gemici fenerinin ışığında, iki tarafı geniş ve taraklı olan özel bir çekiçle dişledi. ( Tahılı Öğütsün diye taşa birbirine paralel çentik açma işi ) Daha sonra,köyden çağrılan iş bilir bir kaç kişiyle taşlar yerine oturtuldu. Hareketli taşlar çarkın döndürdüğü 'mile' bağlandı. Arığın başlangıcı olan yerde yapılmış olan ''bentten' arığa su bağlandı. Bol su,hızlı bir şekilde havuza vardı. Birkaç dakikada dolan havuzun kapakları açılarak oluklara su verildi. Domuzluktan köpürerek çıkan su, yine ayrıldığı çaya doğru koşarken, ustam, başına toplanan, orada bulunanlarla birlikte Ya Allah Bismillah diyerek su 'saptırma' kolunu kendine doğru çekerek, değirmeni yürüttü. Tekneye bıraktığı yarım teneke kadar arpaya yol verip, teknenin altında bulunan ayar çubuğuna sarılı urganla tanelerin düşmesini sağladı. İki taşın arasında öğünen tahılın unu,havuza doğru fışkırmaya başladı.Değirmenin bu kısmı sorunsuz çalışmaya başladı. Sıra dink taşının döndürülmesine kaldı. Dingin de, su saptırması çekildi. Dink önce yavaş, sonra uçarcasına, bağlı olduğu, iki başı demir olan  ve yağlı iki demir yuvaya geçen direğin çevresinde, fırıl fırıl dönmeye başladı. Orada bulunanların sevincini görmeni isterdim. Ertesi gün yine bir davar kesildi. Kocaman kazanlarla pilav pişirildi. Köyden çağrılı olan kadın erkek, çocukların katılımıyla bir mevlit okundu, dualar edildi. Sonra da, taze pişmiş yufka ekmeklerinin üzerine konan etli pilavı iştahla yediler. Daha sonra da Köse Vahap'ın sazını önünde, halay çekildi, semah dönüldü. Bereket dualarıyla şölen son buldu. Böylece köyümüz Ustam sayesinde değirmenine kavuşmuş oldu. '' diye konuşmasına ara verdi.
     ''Yeğenim, şu tahıla bir daha bakalım. Biter, miter de taşlar birbirini yer. Süleyman ustaya fazladan iş çıkarırız. ''dedi. İkimiz, bir daha değirmene girdik. Teknede bir karış kadar, öğünecek buğday kalmıştı. Taşın önündeki unu sıyırıp çuvala bıraktık, değirmen  'hakını', torbasına koyup, karşılıklı un havuzunun başına oturduk. Hüseyin Dayı, başındaki kasketi çıkarıp, diz kapağına astı ve bana döndü,
     ''Talip Hoca yeğenim, sen sormadın bende söylemedin. En azından şunu sormalıydın. Dayı,Süleyman Usta hakkında, bu kadar şeyi nereden biliyorsun?, diyebilirdin. Onu da anlatayım: Süleyman Usta ve ailesinin köyümüze geldiği zaman, ilkokul öğrencisi olduğumu söylemiştim. Okulu bitirince, bir müddet, köydeki yaşıtlarım gibi, inek, mal çobanlığı yaptım. Boş zamanlarımda ise oyun arkadaşlarımdan ayrılıp, Süleyman Usta'nın atölyesine devam eder oldum. Önceler, kısa bir kütüğün üzerinde oturup, Ustayı, dolayısıyla yaptığı işi ilgiyle izliyor ve hiç bir işe karışmıyordum. Bazen işinden başını kaldırıp, ellerini beline dayadığı zaman, haydi yeğenim bi serin su getir de içeyim derdi. '' Bana iş buyurduğu için, çok sevinirdim.
    ''Bir gün babam, atölyeye geldi. Hoş beşten sonra,
    ''Usta, ya hu, şu bizim Hüseyin' i diyorum, yanına çırak alsan da bi zanaat öğrense, nasıl olur?  Öğretmeni Hüseyin çalışkan bir çocuk, onu okutsan dedi, demesine amma olmadı, olamadı. Çocuğu okutamadık. '' deyip, sustu.
     ''Süleyman usta, elindeki kalemi, kulağının arkasına soktu, iş peşkirini toplayıp, kendi yaptığı bir tabureye, babamın karşısına çöktü. Hiç konuşmuyordu, ben meraktan nefes bile alamıyordum. ''Hadi usta, hadi evet de'', diye içimden yalvarıyordum. Evet derse, çok mutlu olacaktım.''  Neden sonra,
     ''Bak Arif Efendi, bizim işimiz çok ağır. Çocuk,bunu kaldırabilir mi?  Hoş, çocuk işi kapacak yaşta amma,'' dedi.
     ''Bir de kendisine soralım, bakalım ne diyor.''  dedi ve bana döndü.
     ''Ne diyorsun,delikanlı, bana çırak olur musun?'' dedi. Ben utangaç, mahcup, yavaşça,
     ''Olur'' sözcüğü, ağzımdan bir çırpıda çıktı. Usta:
     ''Uzunca bir zamandır buraya geliyorsun. İşin ne kadar zor olduğunu görüyorsun. Dahası var, yarın çağrılırsak, duvara, çatıya, kapıya, pencereye gideceğiz. Gideceğimiz yer, evlerimizden uzak olacak,  ne diyorsun.'' Ben yine, yavaşça, ''olur''  dedim.
     ''Öyle, olur denmez. Biraz canlı söyle bakalım. Bir erkek gibi,''  dedi. Ben bu sefer, daha canlı,
     ''Olur, usta''  dedim.
     ''Ha, bak iyi dedin, bana ömrünün sonuna kadar, 'usta'  diyeceksin. Hadi bakalım, şimdi babanla eve git. Yarın, annen bir çantaya, daima dükkanda veya gideceğimiz yerlerde giymen için bir iş elbisesi koysun, gel'', dedi. Babama dönerek:
    ''Arif Efendi, para kazanırsak oğluna, harçlıkta veririm. Çocuk, bundan böyle eline de bakmaz. Haydi hayırlısı'', dedi.
    '' Söylemeyi unuttum, bazen çocuk, ev işlerimizde de bize yardımcı olacak, haberin olsun.''  dedi ve babama elini uzatarak, bizi yolcu etti.
    ''Ben, her sabah atölyenin yolunu tutuyordum. Bazen atölyede, bazan ev işlerinde, bazen de köyün dışında işlere gidiyorduk. Günlerce, evlerimize dönmediğimiz olurdu. İşi yavaş yavaş kavradım. Körük çekiyor, ocakta çıkan kızıl demirlere şekil veriyor, kaynak yapıyor,  palamut (ustanın el testeresi), planya, keser, çekiç kullanmayı, kerpiç, taş duvar örme, sıva yapma gibi işleri ustamla birlikte yapıyorduk. Ustam değirmenin yapımına başlayınca, yine yanındaydım. Geçen zaman içerisinde, değirmenciliği de öğrendim.''
Hüseyin Amca devamla,
    ''Askere gidinceye ve askerden döndükten sonra da, dört yıl kadar daha ustamla birlikte çalıştık. Sonra ustamın ailevi sorunları çıkınca, işe ustamsız gitmeye başladım. Senin anlayacağın uzunca bir süre, ustamın, dolayısıyla ailesinin her işinde ve yaşamlarının içinde, ben vardım. Onlar benim ikinci ailem gibiydi. Onu söylemeyi unuttum, çocukları Kerem'in sele kapıldığı zaman, herhangi bir işe çağrılmadığımız günlerin içindeydik. O, ne kötü bir gündü. Aslan gibi çocuktu. Çok ta yakışıklıydı. Sanki Ulu Tanrım onu cennetine koymak için yaratmıştı. Allah'ın gücüne gitmesin ama, onun cennete gitmesi, anasına ve babasına cehennemi yaşattı.''
     ''Askerden geldikten sonra, komşu köyden anacığımın istediği, şimdiki eşimle evlendim. Evlendikten sora da, anam ve babam rahmetli oluncaya kadar, hep onlarla birlikte oturduk. Zaten, evin tek çocuğuydum. İki kızımız, bir de oğlumuz oldu. Onları köyümüzdeki okulda okuttuk. Kızları daha fazla okutamadım. Ama oğlan, Ortadan sonra, Astsubaylığı kazandı, okudu, astsubay oldu. Şimdi çalışıyor. Kızları daha önce, oğlanı da geçen güz everdik. Kızlardan büyüğü istanbul'da, kocası deri işinde. Diğer küçüğümüz ise Denizli'nin Çan ilçesinde.Kocasının bir 'basmacı' (Manifatura), dükkanı var. Kızlardan ikişer de torunumuz var. Kışın bizim  Köroğluyla gidip, bir iki ay, uşaklarda misafir kalıyoruz. Daha Oğlana gitmedik. Kısmetse bu güzden sonra, diyor bizim hanım. Gelinin doğumu varmış. Ama ben gider miyim, bilmiyorum. İşte böyle evlat, ben, beni de anlattım.''
     ''Haydi bakalım yeğenim, teknede tahıl kalmadı sanırım. Taşın sesinden öyle anlaşılıyor''. Tekneye bir iki vurduktan sonra, su saptırma paletini çekti, hızla dönen taş, önce yavaşladı, sonra durdu. Değirmene birden bir huzurlu sessizlik çöktü. Yalnız, domuzlukta köpürerek akan suyun sesi kalmıştı. Artık bağırarak konuşmamıza gerek kalmamıştı.
    Hüseyin Dayı, payandadaki  (Ağaç dayanak) çuvaldızı alıp, benim un çuvalının da ağzını dikti. Bu çuvalı da kapının dışına çıkardık. Değirmeni ağaçtan yapılmış, zoğnalı ( Tahtadan kilit sistemi )  kilitle kiliteyip, anahtarı bildikleri yere sakladı. Değirmenin bitişiğindeki ahırda, hayvanlarımızı çekip, önce benim un çuvalımı, sonra da dayının hayvanını yükleyip, yola koyulduk. Vakit te akşama yakındı.
    Köylerimizin yolu bir müddet birlikte devam ediyor, Yalancı Pınar denilen mevkiye gelince, yollarımız ayrılıyordu. Hüseyin Dayı,
    ''Yeğenim yakına gidelim. Bu gece misafirimiz olursun. Yarın seni, köyüne yolcu ederiz.'' dedi. Ben,
    ''Sağol dayım, gitmem gerek, anam, merak eder.'' dedim.
   ''Seni tanıdığıma çok memnun odum, haydi, yolun ve bahtın açık olsun, yeğenim. Babanlara  çok selam söyle.'' dedi, beni esenlerken. Ben:
    ''Dayı bugün, belki bir gün hikaye olarak yazacağım, harika bir gün geçirdim, ellerinden öpüyorum.'' dedim. Ben, benden uzaklaşan hayvanıma yetişmeye çalışırken, Hüseyin Dayı'nın son sözlerini duyuyordum.
   ''Başı, sonu belli olmayan bir hikaye,'' diyordu. ( 06.05.2017 )