24 Mayıs 2017 Çarşamba
BİR KAPI DAHA KAPANDI
BİR KAPI DAHA KAPANDI
Tren hattının yanındaki dar patikada, başım önümde yürüyordum. Ağlamam durmuş ama iç çekişlerim hıçkırığa dönüşmüş ve devam ediyordu. Ağzımda bir acılık, gırtlağım düğüm düğümdü.kaba yerlerimdeki sopa yerleri ağrıyor, sol kalçamdaki ağrı yürümeme engel oluyordu.
Küçücük yüreğimde fırtınalar kopuyordu. Utancı, korkuyu, endişeyi, hatta ölümü düşünmeyi aynı anda yaşıyordum. Aklıma gelip, yerleşen ölüm isteğimi kafamdan bir türlü atamıyordum. Hazır tren hattına yakın yürüyorken, gelen ilk trenin önüne atlayarak, hayatımı sonlandırma isteği, beni terk etmiyordu.
Bir yarmanın içinde geçerken, keskin düdüğünü çalarak hışımla gelen treni görünce, kendimi yarmanın duvarına yasladım, son vagon geçinceye kadar gözüm kapalı kaldım. Geçen trenin, posta mı, marşandiz mi olduğunu bile anlayamamıştım. Yani ölmekten korkuyordum. Yaşamak da,ölüm kadar beni korkutuyordu. Şu küçücük yaşıma rağmen, ne çileli bir hayatım olduğunu, ancak ben bilirim. Geleceğimin de bundan farklı olacağına inanamıyorum.
İkindi güneşinin kavurucu sıcağı altında yürüyordum. Alnımda süzülen ter damlaları gözüme akıyor, gözlerimi yakıyor, şakaklarımda süzülen ter damlaları boynuma,oradan da döşümden aşağı sızıyordu.
Bir hafta önce, tren hattının,kah traversleri arasında zıplayarak. kah rayların üzerinde denge tutarak, şarkı söyleyerek, ıslıkla melodiler üfleyerek keyifle geçmiş, saçımı, giysilerimi savruntusuna katan Posta Treninin yolcularına el sallamıştım. Oysa bu gün yol, bir türlü bitmek bilmiyor.
Nihayet Büyük Tren İstasyonu, Adana Tren Hattı derken, Hava İkmal Merkezinin nizamiyesinden sorunsuz geçerek, İdare Binasına vardım. Geçen gün geldiğimde, kaydımın alındığı masaya yanaşıp,masadaki adamdan kayıt dosyamı ( İçerisinde İlkokul Diplomam, Nüfus cüzdanımın ve aday başvuru formumun olduğu dosya ) utana, sıkıla rica ettim. Adam, nedenini sormadan, dosyayı getirip, önüme koydu. Dosyayı kapıp hızla oradan uzaklaştım. Geçen geldiğimde, bana torpil olacağını va'deden Taşkın Yüzbaşı'nın beni görmesini, görüp te, neden sorusunu sorduğunda, vereceğim cevabın utancını yaşamak istemiyordum.
Dönüş yolumda, gidiş yolum kadar sıkıcıydı. Eve ne kadar geç gidersem, o kadar iyiydi. Anama, bilhassa babama çok kızmış ve dargınlığı sürdürmeyi düşünüyordum. Çünkü canımı çok yakmıştı, hakaret etmiş ve,
''Çırak Okuluna göndermeyip, beni süründüreceğini söylemiş, hemen bu gün gidip, kayıt dosyamı almamı istemişti''. Beni, kızıl güneş altında, dökülen kıyafetimle. ( Yazı, yaban kıyafetiyle ) yola vurmuştu. Çaresizdim, babamın dayağından çok korkuyordum.
İlkokulu bu yıl bitirmiş ve on iki yaşındaydım.
x x x
Her sabah, babam bizleri kör karanlıkta seferber eder. İş paylaşımında fazla bir değişiklik olmaz.
Annem akşam sütlerini kaynatır, mayalar, kız kardeşlerim, bir kilometre ötedeki çeşmeye suya gider, erkek kardeşim kuzu gütmeye, ben süt koyunlarını gütmeye, babam bir önceki gün elde edilen ürünleri pazara götürmek için hazırlanır. Artık günün mücadelesi başlamıştır. Günün ilerleyen saatlerinde bahçe işlerine yönelinir. Bahçe tarımıyla yöreye uygun sebze, meyve, tahıl üretilir. Bizimki, ailenin ihtiyaçlarını küçük çapta karşılamaya dönük, çiftçilik diyelim.
Bu sabah, yine babamın, '' kalkın öğle oldu '' içtimasiyle, kör karanlıkta sürümü alıp, meranın yaylımı en bol ve en uzak yerlerine vardığımızda bile halen güneş doğmamıştı.
Zaten güneş doğup ta günün sıcak saatleri başlayınca, çobanın çilesi de başlar. Çünkü koyun kısmı sıcağa hiç gelmez. Başlarını birbirinin gölgesine sokarak, yumak olurlar. Çoban, kuşluk vakti erişince, kendine alıştırdığı baş koyunu gölgesine alır, diğer koyunlar da birbirinin gölgesine düşerek, çobanını takip edip, yatak yerlerine varırlar.
Yatak yerinde, bir koyunum çırpınmaya, kendini yerden yere atmaya başladı. Ağzında, köpük, burnundan salya sümük akıyordu. Koyunun öleceğini düşünerek, şehirden döndüğünü gördüğüm babama seslendim. ( Sürünün yatak yeri bahçemizin üst kısmındaki söğütlerin gölgesiydi.) ''Koyunlarımızdan birinin hasta olduğunu söyledim.''
Babam, henüz öğle uykusuna yatmamıştı. ( Çünkü her öğlen sonrası bir, iki saat uyurdu.) Babam zaman kaybetmeden geldi.
''Bana,koyuna no'ldu ?'', diye sordu. Koyunun gırtlağındaki hırıltının,boğazında bir şeyin kalmış olabileceğini düşündüğümden,
''Galiba boğazında bir şey kalmış,'' dedim. Yavaşça yanıma yaklaşan babam,
''Ya, demek boğazında bir şey kalmış, öylemi ? deyip bileğimden yakaladı. Hemen oracıktaki çoban sopasını aldı, Allah yarattı demeden, benim kaba yerlerime, baldırlarıma bacaklarıma ver etti sopayı.
''Hem koyunu vurup, öldürürsün, hemde boğazında bir şey kalmış diye uydurursun. Diyordu. Ve benim, ömrüm boyunca unutamayacağım, şu cümleyi sarf ediyordu:
''Keşke sen ölsen de, bu koyun ölmese.''
Ben yediğim dayağın acısıyla haykırıyor ve koyuna vurmadığımı söylüyordum. Beni ölü gibi öteye savurdu. Cebindeki bıçağı çıkarıp, koyunu kesti.
O koyunu ve ondan sonra ölen hiç bir koyunu vurarak ölümlerine sebep olmadım. Ama ona, bunu hiç bir zaman inandıramadım. Ağzından bir kez olsun,
''Canlıdır, ölebilir,'' sözünü duymadım. İşin tuhafı, babamın söylediklerine anam da inanıyordu. Babamın bizlere attığı dayağı hak ettiğimizi düşünüyordu.
Kestiği koyunu, gölgeye çekip yüzerken, bana bağırıyor.
''Bu gün, bu dakika, gidip o diplomayı ve nüfus cüzdanını getireceksin. Aksi halde seni bu eve gelmeye kurban ederim, ve seni asla okutmayacağım, seni ömrün boyunca bu koyunlara çoban edeceğim. Edeceğim ki, dünyanın kaç bucak olduğunu anlayasın. ( Ne demekse ? )
Babam, ikinci kez hayallerimi yıkıyordu. Birincisi, okul tatil olmadan, öğretmenimin beni Öğretmen Okulu sınavlarına sokmasına engel olmuştu. Hoş, tahsil hayatım boyunca daha nice engellemeleri oldu. Saymanın ne anlamı var. Ve ben, vücut sızılarım biraz azalınca, birkaç gün önce, sınavına girmek için aday olduğum, Hava İkmal Merkezi Çırak Okulu'ndaki dosyamı almak için aç, perişan yollara düştüm.
x x x
Mahallemizde, benden iki veya üç yaş büyük, üç ağabey, Çıraklık Okuluna gidiyordu. Bunlardan biri Devlet demir Yolları Çırak Okuluna, ikisi ise, Hava İkmal Merkezi Çırak Okuluna gidiyorlardı. Devlet, onlara dışarıda giymeleri için kurumun simgelerini taşıyan takım elbise ve şapka, atölyede giymeleri için, iş tulumu vermiş. Öğle yemeği ve bir miktarda harçlık cabası...
Komşularımız olan ağabeylerden, çıraklık okullarına, ''nasıl girilebilir ?'' soruma cevap bulunca, tam da bana göre okullar olduğuna karar verdim. Çünkü, benim kısa yoldan hayata atılmam gerekiyordu. Aksi taktirde, bir çoban olacağım korkusu, yüreğime oturmuştu.
İlkokulu bitirince, anama yalvar, yakar oldum. Çıraklık okulunun tam da bana göre olduğunu ve okula gidebilmem için, babamı ikna etmesini istedim. Sanırım babam, sağdan, soldan soruşturmuş olacak ki, ''peki'' demişti. Sıra, başvuru tarihini beklemeye kaldı...
Benim gözüm, Hava İkmal Merkezi Çırak Okulundaydı. İmtihan için, başvuru tarihini, komşu ağabeyler bana haber vereceklerdi. Ama bir sorun vardı. Okula, ne demek bilmiyordum ama ''Torpilli'' olanlar ( Sonradan öğrendim,adamı olanlar ) alınıyormuş diye, söylüyorlardı. Olsundu ben kendime güveniyordum. Bu okulun sınavını kazanacağıma dair inancım tamdı. Okullar tatil olmasına rağmen, kitap elimden düşmüyor, habire ders çalışıyor, çıkma olasılığı olan sorulara cevaplar buluyordum. Sınav iki aşamalıymış. Bir yazılı, bir de mülakatmış. O okulun öğrencileri olan ağabeylerden, neler sorulacağına dair bilgiler edinmiştim.
Nihayet, katılmak istediğim okulun, sınav başvuru tarihinin belli olduğu bilgisini alınca, harekete geçtim. Bana izin çıktığı gün, anamın çeyiz sandığında sakladığım diplomamı ve nüfus cüzdanımı alıp, sabahın erken sayılabilecek saatinde, bahçemizin hemen yakınında geçen, Diyarbakır tren hattına düşüp, İstasyon yönünde yürümeye başladım...
Yüreğimde tarifsiz bir coşku ve heyecan vardı.Gideceğim yol çok uzundu ama umutlarımın beni oraya taşıyacağına, yorulmayacağıma dair bir inanç vardı. Tren yolu boyunca, kah traversler arasında zıplayarak, kah açık kollarımla tren rayları üzerinde yürüyerek, şarkı söyleyerek,ıslıkla melodiler üfleyerek yürüyordum. Sizin anlayacağınız bu yolculuk benim için bir oyundan ibaretti.
Önce şehir tren istasyonuna, sonra Adana Tren Hattı boyunca yürüyerek, Hava İkmal Merkezinin Askeri Nizamiyesine vardım. Nizamiyedeki asker ağabeye, geliş nedenimi söyledim. Asker ağabey, benim izleyeceğim yolu iyice tarif etti. Bana tarif edilen yolu takip ederek, bir binanın açık kapısından içeri, ürkek adımlarla ilerleyerek, tabelasında ''Atölye Amirliği'' yazan, açık kapıdan içeri adımımı attım. Odada biri asker, diğeri sivil olan iki kişi, masalarında çalışıyordu. Ben odadan içeri girince, ikisi de başını kaldırıp bana baktılar. Önce,sivil olan bey,
''Hayırdır delikanlı ?'' diye bana sordu. Ben,
''Şey, ben okula kaydolmaya gelmiştim'' dedim, demesine ama heyecandan kalbim durayazdı.
''Şöyle yakınıma gel bakalım.'' deyip beni masasına çağırdı. Ve,
''Ne okuluymuş bu, söyle bakalım ?''
''Öğretmenim,çırak okuluymuş.'' dedim.
''Hah, öyle desene. Çok ta heyecanlısın. Korkmana hiç gerek yok.Neler getirdin bakalım ?'' diye sordu. Ben koynumda, bir beyaz kağıda sarılı diplomamı,fotoğraflarımı ve nüfus cüzdanımı çıkarıp, masaya bıraktım. Sivil Bey, ( İçimden, ona o adı takmıştım,diğeri içinde 'Resmi' ) bıraktıklarımı aldı. Önce nüfus cüzdanımı, sonra diplomamı inceledi. Ve,
''Ooo, aferin, pekiyi ile diploma almışsın.'' Dedi. Resmi olan kişiye,
''Komutan al bak, bu delikanlı bizim okula kayıt olmak istiyor.'' Komutan tekrar, çalıştığı defterden başını kaldırdı. İşaretle beni yanına çağırdı. Birkaç sorudan sonra,
''Mümin Bey, yapıver, çocuğun kaydını.'' dedi, sanki de beni başından savdı. Mümin Bey, bir deftere kaydımı aldı, bir aday numarası belirledi. Sonra da büyük bir sarı zarfa, diploma ve nüfus cüzdanımı koyup, hemen sağındaki dolaba bıraktı..
''Bu iş tamam delikanlı, falan tarihte gelip sınava gireceksin.'' deyip cümleyi bağladı. Bu sırada, Resmi komutan, ayağa kalkıp kapıya doğru yürürken,
''Gel bakalım aday öğrencimiz, seninle biraz gezelim. Hiç uçak gördün mü?'' Ben 'cık'layınca,
''Şimdi bir tane, sonra çok göreceksin.'' dedi. Uzun bir koridor boyunca yürürken, bir çok asker ve sivillerle karşılaşıyorduk. Herkesle, ismen selamlaşan komutan, bazen beni birilerine taktim ediyor. Yeni öğrencimiz,diyordu.( Sanırım işaretle, benim kim olduğumu soranlara cevap veriyordu.) Bu arada bana çeşitli sorular da soruyordu...
''Baban ne iş yapıyor, neyle geçiniyorsunuz, kaç kardeşsiniz ?'' vb, gibi. Ben sorulan her şeye cevap veriyordum. Bence bu da bir imtihandı. Sonra, ilk defa orada gördüğüm 'döner' cam bir kapıdan, uçsuz, bucaksız bir alana çıktık. Meydanda, şimdiye kadar, başımızın üstünde büyük bir gürültüyle geçen ve biz çocukların, ''Teyyare, dayımı bize getir,'' diye seslendiğimiz uçağın yakınında onu seyrediyordum. Komutanın tanıttığı uçağın, iki motorlu bir 'Taşıma' ( Kargo ) uçağı olduğunu öğreniyordum. Bu hava alanına, keşif uçaklarının, askeri uçakların indiğini ve şu hangarların içinde, onarımlarını bekleyen bir kaç uçağın olduğunu öğreniyorum. Tekrar binaya döndüğümüzde, büyükçe bir sınıfa benzeyen salonun önünde durduk. Komutan,
''İşte bu salonda imtihan olacaksınız, sen ilk öğrenci adayımızsın. Daha senin gibi çokları gelecek.'' diyordu. Ben öyle masum ve öyle safça,
''Ben çok çalışıyorum ama yine de korkuyorum.'' deyince, nedenini sordu. Ben,
''Buranın imtihanını daha çok TORPİLİ olanlar kazanıyormuş.'' deyince,
''O ne demekmiş, yani torpilli demek.'' Ne demekse benimde bilmediğimi söyleyince:
''O adamı olmak demektir. Korkma, imtihan günü seni bekliyor olacağım. Ben de senin torpilin olacağım.Ama çok çalış, öyle gel. Beni göremezsen, Taşkın Yüzbaşı'yı, senin kaydını yapan Mümin Bey'den sorarsın, o beni bulur. Haydi bakalım seni yollamanın zamanı geldi.'' deyip, benim ilk binaya girdiğim kapıdan çıkıp, nizamiyenin olduğu yere geldik. Bana eve nasıl gideceğimi sordu. Geldiğim yolu tarif edince, ''bu defa olmaz'' dedi, Taşkın Komutan, nizamiyedeki nöbetçiye beni teslim etti ve şu talimatı verdi.
''Şehre ilk çıkış yapan arabanın şoförüne benim emrim olduğunu söyle ve bu delikanlıyı, şehirde nerede isterse, orada indirsin. Olur mu ?
''Emredersiniz komutanım'', cevabını alınca,
''Haydi bakalım, delikanlı şimdilik buraya kadar, gene görüşeceğiz'', dedi. ( Ne yazık ki yüzbaşıyı bir daha görmek nasip olmadı ) Selama duran askerin selamını alıp, yürüyüp gitti. Nizamiyedeki nöbetçi, şehir yönüne giden bir aracı durdurarak, Taşkın Yüzbaşı'sının emrini, asker şoföre söyledi ve beni şoförün yanına oturttu. İki asker selamlaştı. Yaya olarak geldiğim yolu askeri bir araç içinde dönüyordum. Yol boyunca şoför hiç konuşmadı. Şehir meydanında inip, kalan yolumu güle oynaya tamamlayarak eve geldim. Çok güzel bir günün getirdiği mutluluğu yaşıyordum. Bütün olanları, birazda abartarak anama ve kardeşlerime ( Ne kadar anladılarsa ) anlattım.
x x x
Sevinç ve mutluluğum ancak bir hafta kadar sürdü. sonuç :
''Benim için açılacak olan kapı,açılmadan kapanmıştı.'' ( 24.05.2017 )
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder