10 Mart 2019 Pazar

BİLEK GÜREŞÇİSİ





                                        BİLEK GÜREŞÇİSİ

       Kendimi savunmaya veya gelen darbeyi savuşturmaya zamanım olmamıştı. Tam alnımın ortasına yediğim lastik cop, beni sersemletmiş ve dizlerimin üzerine çöktürmüştü. Saniyeler içerisinde, doğrulmayı, bulunduğum yerden uzaklaşmayı düşünürken, baskıdan kaçan ve kovalayan kalabalığın ayakları altında kaldım. Yüzlerce ayakkabı beni çiğneyerek geçiyordu ki, kendimden geçmişim.
      Beynimin içinde siren sesleri ötüyor, üzerimde de emme basma tulumba misali birinin inip kalktığını hissediyordum..
     ''Arkadaşlar, yaralıyı çabuk araca taşıyın! Onu, kaybediyoruz! Hemşire hanım Elektroşok cihazını hazırla ve yükle!''
     Vücudumu bir sedyeye alarak ambulansa taşıdılar.
     ''Çabuk, göğsünü açın. Hemşire hanım yükle!'' Sanırım bu doktorun sesiydi. Verilen şokla vücudumun yerinden zıpladığını hissettim. Doktor tekrar:
     ''Yükle, bir daha ver!'' Vücut bir kez daha zıplayıp, sedyeye düştü. Bu arada hemşire:
     ''Hocam kan basıncı ve nabız çok düşüyor. '' dedi. Doktor. Tıbbi ismini bilmediğim iki ilacın vücuda enjekte edilmesini hemşireden istedi ve kendisi cereyan gücünü artırdığı elektroşoku bir daha uyguladı. Bu arada, sanırım, gözü ekranda olan hemşirenin sesi duyuldu
     ''Hocam başardınız.'' Sesi yorgun gelen doktor:
     ''Bu arkadaş beni çok yordu.'' dedi ve ekledi. ''Bunda hepinizin başarısı var.''
     Ambulansın çığlığıyla, kendine açılan yoldan, hızla hastaneye doğru koştuğunu hissediyordum.
     Hastane yolunda, '' acil bir yaralı için, ameliyathanenin hazırlanması anons edildi.''
     Telaşlı seslerin artması, hastaneye vardığımızın işaretiydi.
     Beni yeni bir sedyeye taşıyıp, süratle yol almaya başladılar. Galiba Ameliyat Ekibi hazırdı. Vücudumu bir ameliyat masasına taşıdıklarını hissediyordum. Hissediyordum diyorum, çünkü, sanki beyin benim, vücut benim değildi. Ağrı, sızı duymuyordum. Tok bir ses:
    ''Soyun bakalım, şu delikanlıyı.''  Birden, orada mevcut olanların hayret nidaları duyuldu. Aynı tok ses, duyulabilir yükseklikteydi.
    ''Bu delikanlıya ne olmuş? Yırtılmadık derisi, eti, kırılmadık kemiği kalmamış! Sanki üzerinde kocaman bir dozer geçmiş, Kaç yerinde kemikler eti ve deriyi yırtıp dışarı fırlamış.
    ''Haydi bakalım arkadaşlar kanı, serumu takın, Solunum cihazını devreye sokun. Ve gerekli ekipmanları hazırlayın. Narkoz dozunu ayarlayın. İşimiz çok. Bizi uzun bir maraton bekliyor. Birlikte bu genci hayata döndürmeye çalışalım. Bir de, A Gruba ErH Pozitif kan anonsu geçelim. Çünkü en az on, on beş ünite kana ihtiyaç duyulacağa benziyor. Kimlik tespiti yapılıp, yakınlarına haber verilsin. Kan hususunda en çok onlara iş düşüyor,'' diye sözlerini noktaladı,

                                                       *****
    
        Zihinsel uyanışım, ağabeyimin sesiyle oldu. Sanırım, beni ameliyat eden doktorla konuşuyordu Doktora:
        ''Bu hastanız, benim kardeşim. Durumu hakkında biraz olsun, bilgi verir misiniz? '' diyordu Doktor:
        ''Bak kardeşim, ameliyattan çıkalı, sadece saatler oldu. Bu hasta için, İyi olacak diyebilmek için daha çok erken. Kardeşiniz hastanemize geldiğinde, adeta bir çuval et, kemik yığınıydı. Şu hastanede bulunan, her dalın hocası, sırası geldikçe gelip, operasyona katıldı. Şimdi say desen, sayamam. Ameliyat tam on dört saat sürdü. Bizler, ameliyat ekibi olarak elimizden geleni yaptık. Gerisi Allah'a kalmış. Bekleyip görelim. Özel Yoğun Bakım Odası'na aldık. Yirmi dört saat gözetimimiz altında olacak. Odasında, hep bir hemşire bulunacak. Size gelince, on gün süreyle bu odaya girmek katiyen yasak. On günden sonra, bakıp görelim, ne olacak,'' deyip kesti. Ağabeyimin, doktor konuşurken, tek kelimelik sesi duyulmadı.
      Doktor ve ağabeyim oradan ayrılınca, hemşire hanıma seslendim, bağırdım, kendimi yırtarcasına haykırdım. Bu kadar bağırıp, çağırmama, bırak yattığım odayı, tüm hastanenin ayaklanmış olması gerekirdi. Ama, tek bir hareket olmadı.
      Neden sonra, anladım ki, ben zihnen faalim ama dışa vurum yok. Düşünebiliyorum, konuşabiliyorum, duyabiliyorum. Hatta kendimce istenilen bütün organlarıma hakimim. İstenen tüm hareketleri yapabiliyorum. Bu sadece benim zihnimde oluşturduğum bir durummuş. Ama benim dışımdaki kimselere yansıyan birşey yok, Sizin anlayacağınız, benim dışımdaki kimselerin gözünde
ben, koma halinden çıkamamış bir hastaydım.  
       
                                                 ******

      Bir bayan sesiyle uyandım. Demek ki uyumuşum. Zihnimi meşgul etmeyen birşeyler yoksa uyuyorum demektir. Sanırım bir bayan, bizim hemşireye birşeyler söylüyor. Kulak kabarttım.
      ''Gız Zehra nerelerdesin? Gün boyu gözüm seni aradı, durdu. Biraz gaynatalım dedim. Sonra seni, başhemşireye sordum. Bu yoğun odasında olduğunu söyleyince, doğrudan yanına geldim. Kim bu hasta? Özel biri mi? Adı Zehra olan bizim hemşire:
      ''Vallah bacım, özel mi değil mi bilmiyorum? Gün yirmi dört saat başında nöbet tutulacakmış. Başhekimin talimatıymış. Şu gördüğün tuş doğrudan Samet Bey'in bürosuna bağlı. Bir olumsuz durum olursa, o butona basacakmışız.''
      ''Allah Allah'' dedi, gelen bayan. ''Kimmiş, neciymiş, yaşlı mı, genç mi?, sargılardan bir yeri görülmüyor.'' Bizim hemşire:
      ''Şu odanın dışında oturanlardan duyduğum kadarıyla, Öğretmenmiş. Gösteri sırasında yaralanmış.''
     ''Neyin gösterisiymiş, oh olsun! Her gün bir şeyleri bahane edip, sokaklara çıkıyorlar. Neymiş hükümeti protesto edeceklermiş. Bu da böyle bir şeydir.''
     ''Amaan, Tuna Hemşire sen de, anlayıp dinlemeden, basıp çekiyorsun. Bu arkadaş, atanamayan öğretmenlerden biriymiş. Hak aramak için yollara düşmüşler. Kimse de fazla bir şey bilmiyormuş. Dediğim gibi, dışarıda oturanların konuşmalarında seçebildiklerimi söylüyorum. Beş veye altı yıl önce mezun olmuş, Beden Eğitimi Öğretmeniymiş. Ayrıca da Milli Güreşçiymiş. Birçok da madalyaları varmış.''
     ''Peki durumu nasılmış?''
     ''Vallah, bilmiyorum. Kaç gündür, kırk yamalı bohça gibi yatıyor. Tek canlılık emaresi şu ekranda gördüğün kalp atışı bip, bipleri ve tansiyon değerleri. Ayrıca, Samet Bey'in kati emri, ziyaretçi almıyoruz. Hasta yakınlarına, gerekli bilgiyi gene bizzat Samet Bey veriyor.''
     ''Demek ki, Samet Bey de bunların kafasında. Baksana, ne kadar ilgiliymiş. Bunlar var ya, bunlar birer terörist. Hükümet, imkanı olsa, bunlara görev verir. Demek ki kadro yokmuş. Hemen aleyhte tezahürat. Patlamadılar ya, elbet birgün atanırlar.''
     ''Kızım neler söylüyorsun. Bu insanlar, kaç yıl dirsek çürütmüş, fakülteler bitirmişler. Neredeyse orta yaş seviyesine gelmişler. Evlenecek, yurt yuva sahibi olacaklar. Gör bu insanların, aileleri hangi şartlarda okutmuştur. Vallahi yazık, çok yazık.''
     ''Bak hele, bizim Zehra Hemşire ne lügatler parçalıyormuş. Geç kızım, geç. Bunlar için bu kadar kafa yormana değmez. Sen kendi hayatını düşün. Bak neredeyse otuzuna merdiven dayadın. Sende tık yok. Ben sana hep diyorum, evlen. Evlen de işin lezzetini gör. Vallah, niye onbeşinde evlenmemişim diye hayıflanırsın. Gene diyorum, evlen, evlen.''
      ''Tuna Hanım, biz senin gibi, bir doktor bulup, üzerine atlayamayız''
      ''Neden kız, neyin kimden eksik. Vallah ben derim ki, biraz süs, biraz cilve, bak gör erkekler etrafında fır döner. Haydi bana by by Kız gene geliriz. Nasıl olsa senin hasta dünyadan bihaber. Şu kadar zamandır buradayım, bir tüyü bile kıpırdamadı. Hoş, tek gözünün dışında her yeri sargılı, her yeri bantlı. Şu vücudun muhtelif yerlerine saplı hortumlar da cabası. İşte şimdi, ben de acıdım, öğretmen beye.'' deyip, odayı terketti sanırım.
       Odanın sessizliğini, Hemşire Zehra Hanım'ın sakız cıkcıkları bozuyordu.

                                          ******

       Aklıma ne geldi biliyor musunuz? kravat bağlamayı öğrenişim. Gülersiniz, ama gerçek bu. Orta okula kravatsız almıyorlar. Eee, bizde kravat var, kravat bağlamayı bilen yok Liseye giden ağabeyim kravat bağlamasını biliyor. Biliyor bilmesine de, sabrı yok. Bir iki kez, ''bak kardeşim'' diyerek, sihirbazlar gibi el çabukluğu marifet, der gibi gösterdi, o kadar. ''Küçüğüm,'' bir şey anlayamadım.
      Her gün, çantam sırtımda, çözülü kravatım elimde, okulun yolunu tutuyorum. Okul merdiveninde nöbetçi öğretmen, beni sınıfa bırakmıyor.
     ''Git kravatını bağla, boynuna tak, öyle gel,'' diyordu. Bilen birini buluyor, kravatımı bağlatıp, boynuma takıp, sınıfa dahil oluyordum. Bir gün kravatımı bağlayacak kimseyi bulamadım. Okulun merdivenlerine oturup ağladım.''
      Neden sonra, adını  ve unvanını öğrendiğim. (Müdür yardımcımız ve İngilizce  Öğretmenimiz) Günnur Çetin Öğretmen.
     ''Neden ağladığımı'', sordu?
      O'na,'' kravatım olmadığı için sınıfa alınmadığımı'', söyledim. Günnur Öğretmen,
     ''Gerçek mi ? İşte kravat elinde ya.''
     ''Ama öğretmenim, bağlı değil.'' dedim.
     ''Eee, bağla o zaman.'' Öyle saf, öyle mahcup:
     ''Öğretmenim ben, kravat bağlamasını bilmiyorum.''
     ''Sana bir öğreten olmadı mı?'' diye sordu.
     ''Hayır öğretmenim,'' dedim.
     Öğretmenim elimden tutup, beni kapısının üzerinde, Müdür Yardımcısı yazan bir odaya götürdü. Koltuğunun önüne bir sandalye çekip, beni oturttu. Kendisi de koltuğuna oturdu. Elimde taşıdığım kravatımı aldı.
      ''Şimdi dikkatlice, elime bak,'' deyip kravatı birkaç kez söküp, yeniden bağladı. Ben bütün dikkatimi vererek, öğretmenimin kravatı söküp bağlayışını izledim.
      ''Şimdi sen yap bakalım,'' dedi.
     Yaptığım hataları düzelterek, büyük bir sabırla, bana kravat bağlamayı öğretti. İlahi Günnur Öğretmenim, sabrınız beni size hayran bıraktı. Anımsayınca ne çok güldüm, bilemezsiniz. Daha ne kadar gülerim bilemem. Güldüğümü kimse farketmiyor. Sevgili öğretmenim, ellerinden öpüyorum.

                                               *******

       İnanır mısınız, bilmiyorum?  Aklım benimle resmen oyun oynuyor.  Anılar, hep birden kafama hücum ediyor. Beni de, beni de hatırla diye. Anılar sıralı değil. Ben de onlara sabırlı olun, nasıl olsa bende zaman çok. Bazılarınızı kendime ayırıp, zihnimde yaşayacağım. Bazılarınızı sevenlerimle paylaşacağım.
      Babamı, vefatında bu yana çok az aklıma taşıdım. Çünkü aklıma geldikçe çok kötü oluyorum.
      Babamı en son, Öldüğü zaman, Şehir mezarlığındaki, Gasilhanede yıkanırken gördüm Teni bembeyaz olmuş, boyu biraz uzamış, dişsiz ağzı açık kalmıştı Son kez öpemediğim elleri yanına düşmüştü.
      Cenazesi yıkanıp, kefenlendikten sonra, tabuta  konulup, musallaya taşındı. Ben, bu zamansız ölümü hak etmemiş babam için, helallik istenildiği zaman, canı gönülden, helal olsun, helal olsun, hela olsun, dedim.
      Babamın cenazesini toprağa verip, ayaküstü taziyeleri kabul ettikten sora, tek başıma kimseye haber vermeden mezarlıktan ayrıldım.
     Şu ana kadar, bahaneler bulup, zihnimi başka başka şeylerle oyalayan ben, metanetimi ancak  bu ana kadar erteleyebilmiştim.
      Kendime tenha bir yer buldum, hem babam için, hem de kendi kaderim için, ağladım ağladım. Binlerce teselli sözcüğü, yüreğimdeki acıyı dindirememişti
       Babam hem ailesi için, hem de ülkesi için yapması gereken ödevlerinin tamamını yapmıştı. Sadece, övünç kaynağı olan benim, tüm inişli, çıkışlı hayat akışımı görememişti. Ve sanırım, bu yüzden gözleri açık gitmiştir.

                                                   ******
     Biz üç kardeşiz. Büyüğümüz, ağabeyimiz, bir de ablam var. Küçük olan ben, ağabeyimden on yaş, ablamdan yedi yaş küçüğüm. Evin küçüğü oluşum nedeniyle, ailede en sevilendim. Hele babamın göz bebeğiydim. Beni, beş yaşıma kadar omuzlarının üzerinde taşımıştı.
     Babamın tek istediği beni, pehlivan (Güreşçi) yapmaktı. Bunda da başarılı oldu.
     Parmak kadar çocukken, yaz günü, akşam serinlik kavuşunca, köyün kadını, erkeği ve çocukları evlerimizin arkasındaki harman yerlerinde toplanır. Akla gelmedik oyunlar oynayıp eğlenilirdi. Baş eğlence ise güreşti. Boyu, sıkleti birbirine yakın olan, çocuk ve gençler güreştirilirdi. Güreşin galiplerine çeşitli armağanlar verilirdi.
     Yüz on hanelik  köyümüzde, güreştirilen çocuklar arasında ben, seçilir olmuştum. Daha o zaman köylülerimiz arasında bana ''pehlivan'' diyenlerin sayısı hiç de az değildi. Babam, benim için övgü dolu sözler söylerdi. Pehlivanların, kuvvetli beslenmesi gerektiğini, bol bol süt kaymak yememi öğütlerdi.
      Babam için, üç şey önem kazanmıştı. Tahsilimiz ki en önemsediği ve hayati olduğunu tekrarlar eder,dururdu.
      Bağ, bahçe ve hayvancılık geçim kaynaklarımızdı. Okulun açık olduğu zamanlar, tüm işleri, annemle birlikte üstlenir, bizlerin tahsilimizle  ilgilenmemizi söylerdi.
      Ağabeyim, köydeki ilkokulu bitirince, babam en değerli tarlalarımızdan birini satarak, şehirde bir ev aldı. Önce ağabeyim, sonra ablam, daha sonrada ben, aynı evde, şehirdeki orta ve lise tahsillerimizi yaptık. Dershanelere gittik. Bizi rahatlatmak için, işlerin azaldığı kış günlerinin çoğunda, köydeki işleri üstlenir, annemizi bize hizmet etmesi için, yanımıza yollardı. Bu bizi eve, dolayısı ile derslerimize bağlamayı sağlardı. Ayrıca haylazlıklarımızı frenlerdi.
      Babamın, bizim için harcadığı emeğe değdi. Ağabeyim, Elektrik Mühendisi oldu. Almanya'da bir akrabamızın kızıyla evlendi ve Almanya'ya yerleşti. Bir oğlu ve bir kızı var.
       Ablam, Yabancı Dil İşletme okudu. Bir devlet bankasında iş buldu.  Evli, henüz çocukları yoktur.
       Beni Pehlivan yaptı. Milli Güreşçi oldum. Tercihen, Spor Akademisi Beden Eğitimi Öğretmenliği Okudum. Altı yıldır atama bekliyorum.
      Babam, ailenin tüm fertleri bir araya geldiği zaman,
      ''En mutlunuz benim derdi ve eklerdi, sizler benim gurur kaynağımsınız der ve çektiğim emekleri sizlere helal ediyorum'', derdi. Sevgili çocuklarım, sizler için birçok para ve güç harcadık ama ne paramız azaldı ne de gücümüz. Ve her defasında, ''Yolunuz ve bahtınız açık olsun derdi.
      Babam için ikinci olarak, (Gerçi olmazsa olmazı değildi.) Cenk ve kahramanlık hikayeleri okutmak ve dinlemek. Önce ağabeyim, sonra ablam, daha sonra da ben, köyde okula gittiğimiz zaman, dört ve beşinci sınıflarımızda, getirdiği, ödünç aldığı veya evde olan, cenk kitaplarını bizlere okuturdu. Hatta Komşularımızı, okunanı dinlesinler diye evimize davet ederdi. Gece geç vakitlere kadar, okuma ve dinleti sürer giderdi.
      Babam, bilinçli veya bilinçsiz bize, kitap okuma alışkanlığını aşılamıştı. Sonraki yıllarda, şehirdeki evimizde, kocaman bir kütüphanemiz oldu.
     
                                                           *******
     Rahmetlinin üçüncü ve can alıcı sevdası beni, pehlivan yapmaktı. Zaman içinde bunda da başarılı oldu.
     Köydeki harman yerinde, oyun olarak başladığımız güreş, nasıl olduysa babam için bir tutku haline geldi. Her yaşımda, farklı kategorilerde başarım geldikçe, kabına sığmaz oldu.
     İlkokuldan mezun olduğum yıl, işi gücü evdekilerin üzerine yığdı. Beni alıp, taa kırkpınar güreşlerini seyre götürdü. Beni, Yağlı Güreş Pehlivanlarını, dinlendikleri yerlerde veya antrenman alanlarında, onlara taktim etti ve ellerini öptürüp, nasihatler aldırdı.
     Müsabakalar bittikten sonra, Kırkpınar ve Edirne Çarşılarını gezdik, güreşle ilgili kitap ve broşürler edindik. Ayrıca günün anısı için yapılmış biblo ve heykelcikler aldık. Bir de 'Saraç'a' (Deri İşleme İşi yapan kimse) uğrayıp, benim ölçülerime uygun ve kemerinde adımın işlendiği bir de kispet, ( Yağlı Güreş  pehlivanlarının giydiği özel  pantolon) aldık.
     Yaptığımız bu seyahat, hiç de fena olmadı. Hem güreş hakkında birçok bilgi edinmiş, hem de arkadaşlarıma anlatacağım bir maceram olmuştu.

                                                  ******
      Tuna Hemşirenin odaya girmesiyle anılarımı anlatmaya ara vermek zorunda kaldım.
       Tuna  Hemşirenin sesine aşinaydım. Hele Zehra Hemşire de odadaysa, değmeyin keyfine. Çene bi açıldı mı, susmak bilmiyordu.
       ''Zehra Hanım, ne habersin? Ben seni aramazsam, aklına geldiğimi hiç sanmıyorum. Hemen her nöbetimde seni yokladım. Bir haftadır yoksun. Diğer nöbetçi hemşirelerin içinde kafa yapacağım kimse yoktu. Sahi, nerelerdeydin.''
       ''Amaan Tuna Hanım, benim derdime, senin keyfine bak. Memleketten annemle, babam gelmişti. Birkaç gün izin aldım. Hem onlarla birlikte olmak, hem de ilk geldikleri bu kenti gezdireyim dedim. Ama olmadı, olamadı. Geldiklerinin üçüncü günü, babam kalp krizi geçirdi. Araştırma hastanesine kaldırdık. Tetkikler sonunda, üç tıkalı damarı olduğu tespit edildi. Tıkalı iki damara stent takıldı. İki gün de yataklı gözetim altında tutuldu. Eve çıkardık, şimdi durumu iyi. İş çıkışı hemen evin yolunu tutuyorum.'' Tuna Hemşire:
      ''Çok üzüldüm, geçmiş olsun.'' diyerek, sanki fazla önemli değilmiş gibi lafı değiştirdi.
      ''Eee, senin pehlivandan ne haber? Durumundan bir değişiklik var mı? ''. Zehra Hemşire:
      ''Burada olmadığım günlerde bazı yaralarının bandajlarını açmışlar. Samet Bey, bünye kendisini çabuk yeniliyor. Yakında kırıklarının da tutacağını  söylüyor. Yalnız kafadaki travma için, bekleyeceğiz diyor.'' Tuna Hemşire:
      ''Geçekten Doktor Bey, bunun adam olacağını mı umuyor? Görmüyor musun? Tek yaşam emaresi şu ekrandaki 'Bip bip' kalp vurusu. O da, ha durdu, ha duracak. Biran önce dursa da, hem hasta yakınları, hem de tüm kendisi için çalışanlar. Çekivereyim mi şu fişi.'' Ben:
      ''Sakın ha, ben daha ölmedim, ölmeye de hiç niyetim yok, diye avazım çıktığı kadar bağırdım ve Tuna Hemşirenin defolup gitmesini istedim. Ama beni duyan olmadı.'' Zehra Hemşire sanki, beni duymuş gibi.
      ''Bana bak Tuna Hanım,( Biraz resmi, biraz kızgın) senin dilin neler söylüyor? Bi duyan olsa, gerçek söylediğini sanır. Al başına belayı.  Bak Hanımefendi, şu adamın yerinde yatan senin sevdiklerinden biri de olabilirdi. Baban, kardeşin veya kocan.'' Tuna Hemşire:
       ''Allah korusun, babam, kardeşim haydi neyse. Ama kocama dayanamam'' Zehra Hemşire:
      ''Tuh sana da, insanlığına da, hemen odayı ter ket!  yoksa, saçından tutar, aleme rezil olasın diye, sürükleyerek dışarı ben atarım. Sen nasıl bir kadınsın be? Kocanı, babana ve kardeşine tercih ediyorsun. Bir babanın, bir kardeşin tek tırnağına bin koca kurban olsun, Çık git, şimdi elimde bir kaza çıkacak.''
      Odada, Zehra Hanımın sık sık soluyuşundan başka ses duyulmadığına göre Tuna Hemşirenin gittiğini anladım. Zehra Hemşireyi coşkuyla alkışladım. Hem yürekli, hem de merhametli bir bayanmış. Helal olsun.

                                                  ******
      Bana yaklaşan birinin olduğunu hissettim. Kendimi sağlama almak için geriye çekildim. (Kendimce) Yaklaşanın, parfüm kokusundan bir kadın olduğu kesindi. Yoksa,  bana sessizce yaklaşan Tuna Hemşire mi? Zehra Hemşire odadan çıktı da, bunu fırsat bilen Tuna Hemşire, sessizce odaya süzülüp, düşündüğü gibi, benim hayati fonksiyonlarımı düzenleyen aletlerin fişini mi çekecek? Yüreğimi bir korkudur aldı. Titriyorum ve ısrarla kim olduğunu soruyorum. Ama cevap yok. Halbuki, defalarca haykırdım, bağırdım, konuştum. Beni duyan olmadığını bilmem lazımdı.
      Bundan sonra, korkularımı, endişelerimi, hatta bana uygulanacak işkencelere bile sessiz kalacaktım. Zaten sessizdim, Korkumun yersiz olduğunu anlayıncaya kadar, aklım beni terk edecek duruma geldim.
      Islak ve serin bir mendilin kuruyan dudaklarımın üzerinde, nazikçe dolaştığını hissettim. Şefkatlı yaklaşımından ve kendi kendine konuşmasından, bayanın Zehra Hemşire olduğunun ayırtına vardım.
      Zehra hanım:
      ''Görüyormusun haspayı. Ben, diğer arkadaşlarım ve Servis doktorlarımız, Salim Öğretmene, (Bu benim adım.) gözümüz gibi bakıp, O'nu, yeniden  hayata döndürmeye çalışıyoruz. O, 'hastanın fişini çekelim' diyor. Aklınca, hasta sahiplerini kurtarmış olacakmış. Sevsinler senin merhametini.''
       Zehra hanımın, şefkatlı yaklaşımı ve sanki benim duyacağımı düşünerek. Benimle resmen konuşuyor. Diğer hizmet aldığım görevlilerden, böyle bir yakınlığı hissedememiştim. O'nu yüreklendirmek için,
       ''Ona, babasının hasta olduğuna üzüldüğümü ve geçmiş olsun dileklerimi söyledim.''
       Gene söylediklerimi anlamış gibi, dudağıma, burnumun ve alnımın açık yerlerine hafifçe dokunduğunu hissediyordum. Kalkıp ona bir kardeş yakınlığı ile sarıldım. Başımı göğsüne yaslayıp, gözyaşılarıma yol verdim. Ağladım, ağladım.
        Zehra Hemşire, benim kendini duyduğumu bilmediği halde, galiba boş bulundu ve:
        ''Sanırım yarin, yakınlarından birinin, ziyaretine izin verilecek. Samet Bey'in, yakınlarınla konuştuğunu duydum. Sevgili Öğretmenim, sen de biraz gayret et.'' deyip, kollarımdan sıyrılıp uzaklaştığını hissettim. Ben hala içimi çekerek, hıçkırıklarımı boğmaya çalışıyordum

                                                    ******
          Zehra Hemşire henüz uzaklaşmıştı ki, Doktor Samet Bey'in sesi duyuldu.
          ''Hemşire Hanım kızım, hastamızdan ne haber. Canlılık belirtileri var mı? Şimdiye kadar bazı işaretler vermesi gerekirdi,'' dedi.
           Böyle dedikten sonra bir el, göz kapaklarımı kaldırarak, canlılık emareleri aradı. Doktorun eli kaygan ve yumuşaktı. Hemşire Hanım,
          '' Gözümüz üzerinde, her dakika izlemekteyiz Hocam. Yalnız bugün, dudaklarını ıslattım, ağzını burnunu, göz kapaklarını sildim. Hem göz kapaklarını siliyor, hem de onunla konuşuyordum. Tam da bu sırada göz pınarlarında birer damla yaş gördüm. Pek bir şeye yorumlayamadım. Sizinle paylaşayım dedim.'' Doktor:
        ''Yoksa bu delikanlı, bizim konuştuklarımızı anlıyor mu? Eğer bu gördüğün gerçekten göz yaşları ise, Bu bizler açısında olumlu bir gelişme. Bekleyip görelim. Yarından başlayarak, her gün yakınlarından birini yanına alalım. Belki bunun da bir faydası olur. Sen olmazsan, arkadaşlarına da  söyle, pansumanı yapan arkadaşınız, iyileşen yaraların sargılarını açsın. Yakınlarının moralleri bozulmasın. Onlar için de hiç kolay değil.'' Dedi ve sessizliğin başlamasıyla, odayı terk ettiğini anladım.
       Zehra hemşire de, gelen arkadaşına nöbeti devrederek, Ona bazı talimatlar vererek iyi nöbetler dileğinde bulundu. Oda, benimle, Cahide Hemşireye kalmıştı.

                                                            ******
        Doktorumuzun, yarın sözcüğünü kullanmasından, önümde uzun bir gecenin olduğunun ayırtına vardım. Böylece anılarıma rahatça dönebilirim.
       Edirne'de aldığımız kitapçık, 'Güreşin Alfebesi'ydi.' Başucu kitabım olarak, yerini aldı. Her satırını okuyup, gücümün elverdiği ölçüde alıştırmalar yapmaya başladım. Her bulduğum eğri ağaç dallarında barfiks çekiyor, mekik ve şınav çekiyor, çoğu zaman belimde taşıdığım sicimle ip atlıyordum. Fırsat buldukça da, büyük, küçük demeden arkadaşlarımı idmanıma katıyordum.
       Ortaokula başladığımda şehre, abimlerin yanına geldim. Şehirde de imkan buldukça idmanlarımı sürdürdüm. Ama hiçbir arkadaşımı idmanlarıma katamamıştım. Böylece iki yıl geçti.
       İki yılın sonunda bazı arkadaşlarımın spor salonuna, judo, karate, yüzme gibi spor dallarından birine gittiklerini öğrendim. Onlara katılarak spor salonuna gitmenin fazla da zor olmadığını öğrendim. Babamın ziyaretimize geldiği bir gün, babama, spor salonu idarecileriyle görüşüp, benim için, salona giriş belgesi alması için ikna ettim. Babam beni kırmadı. Beraber gittiğimiz, salon yöneticisi bizi iyi karşıladı.
       Oradan ayrıldığımız zaman, fotoğraflı bir salona giriş belgem vardı.
       Kendime silindirik bir çanta edindim. Mayomu, havlumu, yedek çamaşırlarımı ve su kabımı yerleştirdim. Derslerimin yoğun olmadığı zamanlar ve  çoğu zaman hafta sonları, spor salonunun yolunu tutuyordum
       Önceleri seyirci olarak, seyir türbinlerinde oturup, idmanları izledim. Yine kendi idmanlarımı salonda, aletlerle yapar oldum. Isınma hareketlerimin sonrasında, güreş minderine çıkıp, kendi başıma sanki rakibim varmış gibi güreş idmanlarına girişiyordum.
       Güreş hocası benim tek başıma idman yaptığımı görünce, bana:
       ''Gel bakalım delikanlı, kaç zamandır seni izliyorum. Adeta profesyonel sporcular gibi görsellik sergiliyorsun. Sanırım güreş senin ilgi alanın,''dedi. Ürkek, başımla onayladım.
        İdman saati olmadığı için, minderler boştu. Hoca, beni mindere davet etti ve bir elense çekti. çivi gibi yere çakılı olduğumu anlayınca
       ''Bak, bu çok iyi işte. Haydi iyice ısın da gel bakalım.'' dedi.
       İyice ter attıktan sonra, hocanın yanına varıp:
       ''Hocam hazırım'', dedim. Hoca,dalgınlığını üzerinden atarak, elimden tutup, beni mindere savurdu. İşte o savruluş güreş kariyerimin başlangıcı oldu. Günler, haftalar, hatta aylar boyu spor salonuna taşınır oldum. Hangi hoca ile idman yaptımsa hepsinden övgü alıyordum.
      Güreş sporuna yeni başlayan sporcuların ilk partnerleri ben olurdum.

                                                 ******
      Lise öğrenimime başladığım, ilk, Beden Eğitimi Dersinde, adaleli vücudumu gören, Beden Eğitimi Öğretmenim beni, yanına çağırarak:
      ''Hangi sporu yaptığı mı sordu?  ''Güreş'' dediğimde de çok sevindi.
      ''Desene ki seninle birçok madalya kazanacağız,'' deyince başımı önüme eğdim. Duyulması zor bir sesle:
       ''İnşallah,'' dedim. Öğretmenim:
       ''İnşallahı, maşallahı yok. El ele verip, çalışırsak, başarı kendiliğinden gelir.'' dedi
       Öyle de oldu. Okulun Güreş takımında, okullar arası, bölge ve Türkiye şampiyonluklarını alıp, okulumu gururla temsil ettim. Üç yıl boyunca, okulumuzun Şeref Köşesine birçok madalya ve taktir belgeleri kazandırdım.
      Ayrıca 'Milli Güreşçi' Unvanını aldığım iki müsabakada ilimi temsil ettim.
      Lise Tahsilimi tamamlayınca, ilk basamak sınavını kazandıktan sonra, Milli Sporcu Unvanım olduğundan, Spor Akademi'sine koşulsuz kabul edildim.
     Akademi yıllarımda da alanımda, başarılarımı sürdürdüm Artık, güreşte kendi sıkletimde rakipsizdim.
      Babamın hayalleri gerçek olmuştu. Birçok müsabakamı türbinde bizzat izlemişti.
      Sporu ve sporcuyu bu kadar seven ve çocuklarını hep uzak tuttuğu, şu ''meret'' dediği sigarayı bırakmamakta ısrar etti. Sigara da yapacağını yaptı. Hayatında ilk gittiği hastanede, ''Akciğer Kanseri'' teşhisi konuldu. Yattığı hastaneden ölüsü çıktı.
      Babam rahmetli olduğu zaman, üç yıldır atanamamış öğretmen adayıydım.
 
                                                        *******
      Öğretmenliğe atanamayışım, beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Antrenmanları seyrelttim. Müsabakalara katılmıyor, gelen davetleri çeşitli bahanelerle erteliyordum.
       Bir gün, üzerimde çok emeği olan, ilk antrenörüm Mustafa Hoca, gönül koydu:
       ''Yıllarca ülkemizi, Ağır Sıklet  dalında temsil etmiş, Bayram Pehlivanın  jübilesinde, kendi sıkletimde biriyle bir maç yapmamı'', istedi. ''Şöyle antrenman niteliğinde bir maç.'' dedi
      Hocamı kıramadım. Kendi alanım olmadığı halde, grekoromen dalında güreşe soyundum. Henüz ısınma aşamasındaydık, rakibim, arkadan 'Üst bel bölgemden' kavradı. Aman, yaman demeye kalmadı. Mengene gibi kaburga bölgemde sıkmaya başladı. Bırakması için, 'güreşteki işaretimizle' bırakmasını istedim. Sanki rakibime ''elinden geleni ardına koyma demişim'' gibi, yüklendi Salonun her yerinde duyulabilen bir sesle inledim. Hakemin, gecikmeli müdahalesi geldi. Üç Kaburga Kemiğim, adeta derimi yırtarcasına dışarı fırlamıştı. Yani kırılmıştı.
      Organizasyonun  doktoru, kırığı bandajladı.
      Mustafa Hoca, beni arabasıyla hastanenin acil servisine götürdü. Filimler çekildi, yeni bandaja alındı ve hastanenin Ortopedi Bölümüne, yatırılmak üzere sevk edildim.
      Geceyi ağrı kesicilerle, zor sabah ettim.
      Uzman Doktor geldiğinde, akşam çekilen filmleri dikkate almadı, yeni film ve kan tahlili istedi.
      Gelen sonuçlar inceledikten sonra:
       ''Öyle, sarıp sarmalayarak bu kırıkları tedavi edemeyiz. Ameliyat şart.'' Dedi.
       Uzatmayalım, ameliyat, istirahat derken, ancak üç ayda kendime gelebildim.
       Kendime geldim, gelmesine, ama doktorum:
       ''Sevgili Hocam, sana güzel haberler vermeyi çok isterdim ama nafile. Bundan böyle, güreş tutmak şöyle dursun, idman bile yapamazsın. Kırılan kaburga kemiklerini, ancak vidalarla tutturabildik. Kendine çok dikkat et. Olmaz bir yerde tekrar kırılıverir. Kırık kemikler, iç organlarına batabilir. İşte o zaman hayati tehlike olur.'' dedi
        ''Peki sayın doktorum ben, Beden Eğitimi Öğretmeniyim. Atama bekliyorum. Öğretmenliği nasıl yapacağım? diye sordum.
        ''Sen, güreş sporuyla öğretmenliği karıştırma. Kimse sana, 'künde atmayacak, çengel takmayacak, seni kafakola almayacak, velhasıl güreşin hiç bir oyunuyla karşına çıkmayacak. Sen gönlünü hoş tut. Yakın bir zamanda atanmaya bak. Gerisi kolay.'' diyerek konuyu noktaladı.
        Böylece, güreş hayatımı, istemeden sonlandırdım.

                                                     ******
       Bana, çocukluğumda ninni söyleyen ''o'' sesle uyandım. Demek ki, anıların akışı durmuş. Yerini uykuya terk etmiş.
       Bu sesi bir yerlerde hatırlıyor  ama isimlendiremiyorum. Zihnimi zorlarken, adeta gözlerim dışarı fırlayacak gibi oluyor. Ses ısrarla:
       Yavrum, Salim'im, bak, ben geldim. Ben annen. Bir kez gözlerini aç. Günlerce şu kapının dışına taşındım. Hep umut ettim ki, içeriden, sağlığınla ilgili haber alayım. Sanki, ben gelince, gözlerini açacak, ''hoş geldin anacığım'' diyeceksin. Bak, işte başucundayım, aç  gözlerini.''
      Gözerimi, öylesine iri iri açıyorum, avazım çıktığı kadar bağırıyorum.,
      ''Sesini aldım, uyandım anacığım. Hoş geldin. Sesini nasılda unutmuşum. Ama duyan kim?''
      ''Namazımda, niyazımda, aşımda, işimde, otururken, yatarken hep Allah'ıma yakarıyorum. Seni bizlere bağışlasın diye. Günlerdir, rüyalarımın şekli bile değişti. Bir zamanlar, babanla ilgili rüyalar görür, onunla konuşur, onunla dertleşirdim.
        Şimdilerde, hayallerim, rüyalarım seninle, sensizliği düşünemiyorum. Güzel Allah'ım kimseye evlat acısı göstermesin. Bana da göstermesin, gözlerime bir avuç toprak koysun''
      ''Anacığım, biraz nefes al, biraz az konuş. Benim, seni duymadığımı zannediyorsun. Senin konuşmalarını duyuyorum. Ama sana, nasıl duyuracağımı bilmiyorum. Seni, sesini, yüzümü okşayan nefesini ne çok özlemişim bilemezsin. Sen benim için söylediğin ninnilerini hiç kesme.''
       Annem:
      ''Doktorumuz hastayla az konuşun onu çok yormayın dedi. Ama sana söylemem gerekeni söyleyip, öyle gideceğim. Bak, sen iyileşince, buraları terk edip tekrar köyümüze gidelim diyorum. Ağabeyin köydeki evimizi onarttı. Sanırsın saray. Geçimimizde, buradan daha iyi olur. Alırız bir inek, üç beş kanat tavuk. Çeşmeli Bahçemize de ser - sebze eker geçinir, gideriz. Onların öğretmenliği kendilerine  kalsın. Şu halini görüyor musun? Sen bir an önce iyileşmeye bak. Sana geleceğim diye, gece boyunca, söyleyeceklerimi, belki on kere tekrarlayıp durdum. Yanına geldikten sonra, hepsi aklımdan uçup gitti. Seni çok yordum galiba. Ben şimdi gidiyorum, Ölmezsem gene gelirim. Senin için, hep dua edeceğim. Kuzum benim.'' dedi ve gitti.
      ''Dedim ya, sesini ne çok özlemişim. Benim yaşlı anacığım  Benim için nede çok, göz yaşı dökmüş. Geleceğimiz için planlar bile yapmış. Söylesem de işitecek değildi, Kendisini üzmemesini, sağlığıma kavuşursam, her şeyin düzeleceğini bilmesini isteyecektim. Köye dönüş yapmamız hiç te yabana atılacak bir fikir değil.'' Güle güle anacığım.
       Annem ayrılınca, Hemşire Hanımın odaya dahil olduğunu parfüm kokusundan anladım. Nefesini yüzümde hissettim. Dudaklarımı, göz çukurlarımı ve alnımda biriken  terleri silerken, onun Zehra Hemşire olduğunu anladım.
       Bir müddet sonra da doktorumuz geldi.
       ''Hemşire Hanım, annenin ziyareti nasıl geçti, Salim Beğimiz nasıl bir tepki verdi, farkında mısın?'' diyerek, peş peşe soruları sıraladı. Hemşire Hanım:
        ''Hocam ziyaretin başladığı an, odayı terk ettim. Neler konuşulduğunu bilmiyorum. Anne , odayı terk ederken.
        ''Gözlerini açıp, tek bir söz söyleseydi, yüreğim yanmayacaktı. Zavallı yavrum, benim,'' diyordu.''
        ''Hocam, anne ayrıldıktan sonra, hastayı izledim. Salim Bey'in iki göz pınarında da birer damla göz yaşı birikintisini gördüm ve göz yaşlarını, kendi elimle kuruladım.''
        ''Hemşire Hanım, bu büyük bir aşama. Bu delikanlı söylenenleri kesin olarak anlıyor. Ama cevap verme yetisine henüz kavuşamamış, demektir '' Gene söylüyorum, bekleyip görelim. Nörolojik değerleri bir daha gözden geçirmemiz gerekiyor. Bir beyin tomografisi çekeceğimiz aşamaya getirebilsek.
       Her neyse, umalım iyi olsun. Ha, unutmadan söyleyeyim, yarın küçük bir operasyonla yutaktaki hortumu çıkaracağız. Bundan sonra , hastayı  burundan besleyeceğiz. Gözleme devam, iyi nöbetler.'' dedi ve sanırım odayı terk etti.

                                                     ********
        Yattığım odada, bir koşuşturma bir telaş ve birden fazla, kadın,erkek sesinin karıştığı bir ortama uyandım. Sesini seçebildiğim, Cahide Hemşire:
        ''Yorganını, göğsüne doğru biraz indireyim dedim. Bir de baktım, hastanın döşü sırılsıklam. Hemen çağrı butonuna bastım. Önce, Başhemşire sonra nöbetçi doktor, sonrada siz geldiniz.''
       Samet Hoca:
       ''Şimdiye kadar, görmediğim bir olayla karşı karşıya kaldım  Bu vücut, neden bu kadar terlemiş. Hastanın yatağı, sanki Havuz Yatağı gibi. Bir anlam veremedim. Siz yine tedbir olarak, serumunu takın ve akışını hızlandırın. O biterse yenisini takın. Vücut susuz kalmasın. Görmüş olduğumuz da bir şans sayılır. Haydi bakalım, Hastaya zarar vermeden yatağını değiştirelim. Şimdilik damar yollarındaki cihazları askıya alalım. Yatak değişim işini hızla gerçekleştirelim. Bir komplikasyon olur korkusuyla bende sizinle olacağım.'' Ben.
      '' Bu kadar konuşmaların ancak bir kısmını çözebildim. Anladığım kadarıyla, ben çok terlemişim. Oysa ben terlemedim. O ıslaklık bana, panzerden sıkılan tazyikli su yüzünden.
                                                                                                                                                                                                                         ********
      Bir kaç kez, Beden Terbiyesi İl Müdürlüğüne gidip, bana bir iş verilmesi ricasında bulundum.Her defasında, elim boş döndüm.
      Bu sabah, odamın duvarını süsleyen, madalya ve taktir belgelerimi toplayıp, gene gittim. Bana, bir kamyon madalya getirsen bile, sana bir iş verme yetkimiz yoktur. Bizdeki bütün işler için atamalar bakanlıkta  yapılıyor.
      Ben elimdekileri Yetkilinin makam odasına savurup çıktım.
      Dışarıda, yüzlerce kişi, ellerinde pankartlarla  bir şeyleri protesto ediyorlar.
      Bir anda, kendimi onların arasında buldum. Onların karşısında, onlar kadar polis, polislerin önünde dört tane de panzer var, Kaçıp canımı kurtarayım derken, dört panzer birden, tazyikli suyunu bana doğrulttular ve sıkmaya başladılar. İlk su darbesiyle yere yıkıldım. Beni sürükleyerek, bir duvara yapıştırdılar. İmdat, İmdat diye haykırıyorum.
       Panzerler beni orada bırakıp, uzaklaştılar. Neden sonra başımı kaldırdım, çevremde kimseler yoktu.
       Odamdaki seslerle kendime geldiğimde, böyle bir olayı yaşamadığımı, sadece bir rüya olduğunun ayırtına vardım.  Bu sadece, bende oluşan, polis korkusunun dışa vurumu olarak düşünüyorum.
        Düşüncelerimi paylaşacağım dile ve güce sahip olmadığımı artık biliyordum.Suskunluğum devam ediyordu.

                                                    ********
      Araya ne kadar zaman girdi bilmiyorum. Sırasıyla önce ağabeyim, sonra ablam başucuma geldiler. Her ikisi de, benim durumuma acıyacaklarına, kendi durumlarına acındırarak bana dert yandılar.
      Ağabeyim, tam Almanyalar'dan kalkıp gelmiş. Neredeyse bir aydır, evinden çocuklarından ayrı oluşunda, buralarda perme perişan olduğundan. İş yerinde gelen baskılardan söz etti. Köydeki evi onarttığını. Eğer iyi olursam, köye taşınmamızı tavsiye etti. Asıl korkusu, benim bitkisel hayata girmem, veya, felç olup yatağa bağlı kalmammış. Her iki halde de,yaşlı anamın durumunu, hiç düşünmek bile, istemiyormuş.
      Doğru dürüst bir okula gitmediğimi, şımarıklığıma bağladı. Daha öncede söylemiş, ''İnsanın ahmağı Pehlivan olurmuş '' Babamın beni şımarttığından falan söz etti.
        Devamla, duyduğuma göre, şimdi de ''Bilek Güreşçisi'' olmuş. Ne demekse?
        Ben bazı sözlerinin arasına girerek, bana haksızlık ettiğini söylediysem de beni duyan olmadı.
         ''Neyse gine de geçmiş olsun.'' dedi. Eğer kalırsa gene ziyarete geleceğini söyleyip ayrıldı.
        Ablam da, ağabeyimin söylediklerinin, aşağı yukarı aynını söyledi. Babadan kalan her şeyi bana bıraktıklarından, beceriksizliğim yüzünden, anneme bile bakamadığımdan, söz etti.
       Ablama karşı da, kendimi savundum. Ama ona da sesimi duyuramadım.
        Anlamaktan zorlaıyorum, onların gelip, bana ümit vermelerini beklerken, tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Gırtlağım, düğüm düğüm oldu. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Belki de ağlamışımdır. Öyle karmaşık duygular içindeyim ki; Bazen, canlı olduğumdan bile şüphe eder oldum.
       Asıl korkunç olan, herkes kendince konuşuyor, suçluyor. Sanki yatağı üzerinde oturan bir hasta ile konuşuyorlar gibi davranıyor ve benim suçlu oluşumdan dolayı, kendilerine cevap veremediğim yargısına varıyorlar.
       Bilmiyorlar ki, alnıma vurulan, o polis copu. ömrümün en güzel yıllarına, yaşama arzularıma, umutlarıma, geleceğime, bireysel ve toplumsal sevgilerime, sevdiklerime, sevgilime, anama, rahmetli babama, öğretmenliğime, öğrencilerime, ekmeğime, aşıma, daha da önemlisi, belirsizliğini koruyan sağlığıma vurulmuş bir darbedir.
       Buna kader demeyeceğim, kimseden dua ve teselli beklemiyorum.
       Makineler olmazsa, nefes alıp almadığımı, kalp vuruların bana ait olup olmadığını bilmiyorum.
       Anayasal hak olan, gösteri ve yürüyüşlerde, polisin orantısızsız güç kullanması sonucunda, polis copuna, tazyikli suya, göz yaşartıcı gaza ve nadir de olsa plastik mermilere maruz kalınıyor. Sonuçta istenmeyen olumsuzluklar yaşanıyor. Şu anda benim gibi, hayatta kalma mücadelesi verenler, sakat kalan, ölüme sebep olan yaralanmalar hiç de az değildir.
        

                                             *********
       Ben, kardeşlerimin ziyareti sonrası, onlarla, kendimle, hayatla bir mücadeleye girdim.Nerede hata yaptığımın, zihinsel mücadelesini verirken, bir anda odamda ses kalabalığının olduğunu duydum.
        Artık, odama girip çıkan görevlilerin, seslerinden, parfüm kokularından,(Duyu organlarımdan bazıları gibi, koku olma duyumu da kaybetmemiştim.) ayak seslerinden, kimin, kiminle konuştuğunu biliyordum. Bu tanışıklıkla, onları birer vücuda yerleştirmiş ve karakter yüklemiştim. O yüzden konuşanlardan. Samet Hocanın sesini diğerlerinden rahatça ayırdım. Hoca, Zehra Hemşire'ye:
       ''Hemşire Hanım kızım, hastada ne gibi bir olağan dışı farklılık gördün?'' diye sordu
       Zehra hemşire.
        ''Ziyaret sonlarında hastayı inceliyordum, hastada oluşan olumlu veya olumsuz ne gibi değişikliklerin olduğuna bakıyordum, Ağabeyin ziyareti sonrası, hastanın alt dudağının titrediğini ve göz pınarlarında oluşan göz yaşını gördüm. Göz yaşını kurulayıp, onunla konuştum. Alnını sildiğim zamanlar, bundan mutlu olduğunu sezdim. Belki bir göz yanılmasıdır diye üzerinde fazla durmadım.
         Özellikle ablanın ziyaretinde, burada olmaya özen gösterdim. Hastada daha önce gördüklerimin, bir yanılgı mı, yoksa bir gelişme midir, onu gözleyecektim.''
        Samet Hoca: Eeee,? dedi. Zehra Hemşire devamla:
        ''Ağabeyin ziyaretinde olduğu gibi, alt dudağın, üst dudaktan ayrılarak titrediğini ve gene göz pınarlarında yaşların oluştuğunu ve alnındaki damarların şiştiğini gözlemledim.''
        Samet Bey:
        Bunlar, çok olumlu gelişmeler. Dikkatiniz için teşekkürler.''
        Hoca:
        ''Hemşire Hanım, Sağlık Memuruna, bizahmet buraya gelmesini söyler misin?''
        Sağlık Memurunun geldiğini, tecrübelerime dayanarak anladım.
        Naşit Efendi; delikanlının üzerinde kalan bütün sargıları aç görelim. Kızlar sizlerde, kalp destek cihazı hariç bütün cihazları vücuttan ayırın ve hastayı güzelce temizleyin ve bana teslim edin.'' diye emirler yağdırdı.
        Sonuçta bu vücut benim değil, Doktor Bey'in üzerinde ne gibi çalışmalar yaptığını bilmiyorum.

                                                              *******
        Ağabeyimin ziyareti üzerinde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Çünkü, zaman hakkında en ufak bir bilgim yok. Yalnız ortamda sesler çoğalınca, herhalde gündüz diyorum. Aksi durumda gece olduğu hükmünü çıkarıyorum.
       Ağabeyim, ziyaretini tamamlayıp çıkarken, ''Bir de bilek Güreşçisi olmuş, ne demekse,'' diye ayrılmıştı.
       Aklım, geçen zaman içerisinde, o cümleyi evirip, çeviriyor. ''Bilek Güreşçisi.''
       Bilek Güreşçiliği, benim asla tasvip etmeyeceğim, ''kirli bir bahis oyunu.'' Tıpkı ''Horoz Döğüşü'', gibi.
       Babam öldükten sonra, geçimimiz oldukça daraldı. Köyün geliri, neredeyse bitme noktasına geldi. Elimizde, avucumuzda ne varsa çabucak suyunu çekti. Benim göreve atanmayışım işimizi iyice zora soktu.
       Güreş tuttuğum yıllarda, tanıştığım, sporcu, (Güreşçi) bir arkadaşıma rastladım. Oturup çay içtik, dertleştik. İşsizliğime üzüldü. Sonra da bana bir öneri getirdi.
       ''Bak arkadaşım, ben, çocukluğumdan beri, önce babamla, şimdi kendi başıma pazarcılık yapıyorum. Dört buçuk metrelik bir pazar tahtam var. Ben genelde, mevsim meyveleri satıyorum. Gel sana, kendi tezgahımda yarım metrelik yer vereyim. Limon satışını da sana bırakayım. Limon dört mevsim satışı olan bir üründür. Vergisi yok, işgaliyesi yok. Beraber Sebze Haline gideriz, iki, üç kasa limon alır, tezgaha koruz. Taneyle satarsın. Teraziye bile gerek yok. Var mısın?'' diye de sordu.
        Ertesi gün ben, limoncuydum. Fena da sayılmazdı. Bazen az, bazen çok kazanıyordum.
        Bir akşam, arkadaşım,
        ''Bu akşam, seninle bir spor salonuna gidelim'', dedi. Hiç ikilemeden,
        ''Olur.'' dedim. Gittik de.
        Bu salon, aletli 'Vücut Geliştirme' salonuydu. Salonun bir bölümünde, insanların, üç - dört basamak, daire şeklinde bir seyir tribünü, onlar ortasında çevresinde dört sandalye bulunan özel bir masa.
       Biz gittiğimizde seyir türübününde birkaç kişi vardı. Bize,
       ''Hoş gelmişsiniz,'' deyip, oturmamız için yer gösterdiler. Arkadaşımın buraya daha önce gelmişliği belli oluyordu Çünkü, ismiyle hitap ediyorlardı.
       Ben, salonun bu bölümüne gelir gelmez, bu düzenin niçin kurulduğunu hemen anlamıştım.Burası, bir ''Bilek Güreşi'' tutma yeriydi. Bekleyip görelim diye, düşündüm.
       Aradan fazla zaman geçmemişti ki, seyir tribünü doldu.
       Salonda söz sahibi olduğu belli olan, kırklı yaşlarda, gelişkin bir vücuda sahipti ve pazıları normal bir insanın beli kalınlığındaydı.
      ''Aramıza yeni katılanlar için söylüyorum. Biraz sonra yapılacak müsabakalar, aslında spor amaçlıdır. Yalnız araya konulan bahisler, maçların sonunda birlikte kahve içmemiz için olacaktır.
      ''Gene, bilmeyenler için söylüyorum:''
      ''Bir güreşçi, bir günde, en çok beş  maça çıkar. Her maç sonunda, üzerine oynanan bahislerin geliri, bahis oynayanların paralarının, oranına göre, para alırlar. Kalan bahis parasının yarısı galip güreşçiye, geri kalan para,eşit olarak, yenilen güreşçiye, hakemlere ve salona paylaştırılır.''
      ''Şimdi, son üç günde, maç yapanların dışında, güreşecekler adlarını yazdırsın ve hakemlere , sıklet ve ölçüm versinler.'' Bir çok tartışma ve itirazlardan sonra, güreşecek çiftler belirlendi.
     Hakemler, kurulu masanın sağına ve soluna karşılıklı oturdular. Maç yapacak çift de, karşılıklı yerlerini aldıktan sonra, bahis açılır ve liste oluşturulur.
      Şu gün olmuş, bu karmaşık bahisin, matematiksel mantığını anlamış değilim.
      Güreş yapacak çift, kuralları dinledikten sonra, hakemlerin gözetiminde, bilek güreşi tutar. Güreş tutanlardan birinin elinin sırtı masaya temas edince, yenilmiş sayılır. Yazılı kuralı olmaması halinde yapılan fauller, maçın sonlanmasına sebep olur.
      Arkadaşım, gelmezse de ben arada bir salona uğrar oldum. Daha önce yaptığım spor sayesinde, hemen hemen çıktığım bütün maçları kazanıyordum.
      Öyle bir zaman geldi ki, beni yalnız gösteri amaçlı maçlara çıkardılar.
      Böylece, limon satışında elde ettiğim paraya, para ekliyordum.
      Yalnız içimde, helal bir para kazanmadığım duygusu hep vardı. Ama yaşadığımız bu ekonomik sıkıntılar, her birimizi bir şekilde sahtekarlığa yönlendiriyor. Bu düzende kimi az, kimi çok birbirine kazık atıyor. Büyük oynayanlar ise devleti tokatlıyor. Ya, ''Bal tutan parmağını yalar.'' Ya da, ''Devletin malı deniz, yemeyen domuz.'' Misali,
       İşin hülasası, ''BİLEK GÜREŞÇİSİ'' olup çıkmıştım. Ta ki, ''Atanamayan Öğretmenler adına yaptığımız gösteride, kafama yediğim lastik copla, yere yıkılana kadar....

                                                           ******
      Eğer, bu kokuyu almasaydım, sevgiliyi, en sevileni, hiç hatırlayamayacaktım. Ben ölmedim, diyorum ama nafile. Keskin uyarıcılar olmazsa, kişileri veya olayları hatırlayamıyorum. Bazı anıların hatırlanışı gelen uyarıcılarla ilgili.
      Hasta odama dolan bu kokuyu iyice ciğerlerime çektim.Ve özlemle bekledim. Dudaklarıma konan buse, o kadar naif, o kadar sevgi ve özlem doluydu ki, anlatamam.
      ''Hayatım ben geldim. Nasılsın, seni çok özledim. Daha önce gelmek için can verirdim, ama beni bakım odasına almamakta ısrar ettiler. Bu gün de yalvar, yakar, bir de annenin yardımıyla, sana gelebildim.''
       Hayalide olsa, onu bağrıma bastım. ona, onu çok sevdiğimi ve gelişinin, beni ne kadar mutlu ettiğini söyledim.
       Beni ne kadar sevdiğinden ve bensiz yaşamayı aklına bile getirmek istemediğinden söz etti.   Göreve atanamayışımı hiç dert etmememi, Kendisinin maaşının ikimize de yeteceğinden söz etti. Yeter ki ben iyi olmalıymışım.
      Her sözüne cevap vermeyi denedim ama ona işittiremedim.
      Sinemden ayrılıp, odayı terk ederken, gene geleceğini ve beni, çok sevdiğini tekrarladı.
      Onu esenlerken, kendisine iyi bakmasını söyledim.
      Onun adı Keriman'dı ve o benim en çok sevdiğim kadındı.
      Keriman'la,  okulun mezuniyet balosunda, bir arkadaşım aracılığıyla tanıştık. Birbirimize yakınlaşmamız çok hızlı oldu. Arkadaşlığımız çarçabuk aşka dönüştü. Arkadaşlığımızı hiç kimseden gizlemedik. İkimiz de samimi yakınlaşmamızı ailelerimize duyurduk.
      Keriman Sınıf Öğretmenliğinden mezun oldu. Aynı yıl atanması yapıldı. Önce Urfa İli Siverek ilçesinin bir köyüne atandı. Dört yıldan sonra, Kendi ilimize komşu olan ile, tayin geldi.
      Benim göreve atanamayışımı hiç dert etmedi. Azimkar ve tuttuğunu koparan bir yapım olduğunu, ikimizin geleceği için mutlaka bir hal çaresi bulacağımdan emin olduğunu söylerdi.
     O'nun sevgisine ve güvenine layık olmak için hep çaba içinde oldum.
     Aslında, ikimizin de kararımız, bu yıl evlenmekti. Artık erteleyeceğimiz zaman yoktu.
     Biz planlar kurarken, kader ağlarını örüyormuş.
    O gün Cahide Hemşire, Zehra Hemşire'ye nöbeti devrederken, günün değerlendirmesinde, Keriman'dan ve O'nun bana olan tutkulu aşkından söz ediyordu.

                                                        ********
    Keriman elini, elimden ayırıp gideli ne kadar zaman oldu, bilmiyorum. Zaman benim üzerimdeki işlevini sürdürmeye devam ediyordu. Ne zaman rüya gördüğümü, ne zaman hayal kurduğumu veya gerçeğin ne zaman beni içerisine aldığını hiç bilmiyorum.
      Hafif, çok hafif bir müzik sesi ve saçlarımı okşayan bir bahar esintisi beni, kendi köyümün üzerindeki, Sümbüllü Tepenin batı yamacında bulunan, Kesik Pınar'ın yanı başına taşıdı. Kar sularının beslediği pınarın suyunda, kar kokusu vardı ve soğuktu. Her zaman da soğukluğunu korurdu.
       Çeşmenin suyunda avuçlar dolusu içtim. Üşüyen elerimi, ılık nefesimle ısıttım. Pınar çevresinde bulunan yaban nanesinden bir demet yaparak, yamaçtan aşağı yürüdüm. Tuttuğum patika yol, karların terk ettiği yamaç boyunca uzanıyordu.
      Karın çekildiği yerlerde Nevruz, kar çiçekleri ve nergizler fışkırmıştı. Önceleri, ayaklamamak için özen gösterdiğim çiçekler öyle çoğaldı ve sıklaştı ki ayaklarımı basacak toprağın, çiçeklerin altında kaybolduğunu görüyordum.
      Artık, kır çiçeklerini ayaklamaktan başka çarem kalmamıştı.
      Kar sularının sekerek aktığı küçük derciklerden atlayarak, yamaçtan aşağı hızla, Çardak Çayırlıkları'na kadar koştum.
      Çayırlığın dibindeki dere coşa, köpüre akıyor ve bana yol vermiyordu. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp, buz gibi suya girdim. Vücudumu bir titreme sardı. korkuyla aralanan gözlerim, gri bir ortama açıldı.
       Bir anda, Zehra Hemşire'nin, müjde veren sesi duyuldu:  
       Hocam, hasta gözlerini açtı!    (26. 03. 2019 Malatya)
      
      
     
      


     
 
        
       
      
       
     


     
     

                                    

      
     
     
     
     

                                        
                                 

                                            
     

     
      
     

                                                          
      
      
      



      



















                                   
     
    







 

                        

YILLAR SONRA





                                         Y I L L A R  S O N R A

                                          D E V R İ N
    Hocam, '' Memleketlin olduğunu söyleyen Hocanımı tanımadınız mı?''
    ''Tabii ki tanıdım.''
    ''Eee.''
    ''Eee, ne?''
    ''Yanınıza geldiğimizde, Ona, Onu tanımadığınızı söylemiştiniz.''
    ''Evet, söyledim.''
    ''Peki ?''
    ''Aslında genç bayan, benden, Onunla ilgili geçmişimizi öğrenmek istiyorsun.''
    ''Evet Hocam, hadi anlat.''
    ''Olmaz, o benim özelimdir. Seninle paylaşamam.''
    '' Hadi ama, hocanım da, sizi tanıdığını, ama tanımazdan geldiğini söyledi. O da tıpkı sizin gibi,
anlatmak istemedi.''
    Aslında Devrin'in öğrenmek istediği, Bizim Hikayemizdi. Yani, Suzan ve benim, kısa
hikayemizdi. Zaman dediğim, tanışmamızla ayrılmamız arasındaki zaman dilimi. Topu topu bir ay
kadardı. Ama bende bıraktığı ve şu son gördüğüm, ana kadar devam eden bir iç çırpınışım, bir      sığındığım liman, sevincimi, tasamı paylaştığım bir dost, daha da önemlisi, sevgiye özlem duyduğumda karşılık bulduğum hayali bir sevgiliydi. Böylece neredeyse, yarım asra dayanan bir ömür aralığı.
     Keşke , buraya hiç gelmeseydi. Onu bu  haliyle hiç görmeseydim.

                                            *********


     Huzurevinde çıkıp, gelişim tam bir sürpriz oldu. Çünkü hiç kimseye haber vermemiştim.
     Arkadaşlarımla vedalaştıktan sonra, şehir merkezindeki Otobüs Terminaline geldim. Fakat benim kentime gidecek otobüs bir gün sonraymış. Terminale çok uzak olmayan Öğretmenevi'nde bir günlüğüne yer ayırdım.
    Valizimi odama çıkardım Lobiye inip yorgunluk giderdikten sonra, nerdeyse, ikinci vatanım olan kenti gezdim. Çocuklara, torunlara hediye paketleri yaptırdım.
     Gecem hiç iyi geçmedi,.Bütün gece yatağın içinde dönüp, durdum. Yeni başlayacağım hayatımla ilgili beni nelerin beklediğini kestiremiyordum. ''Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor. Oğlanda mı kalmalıydım, kızda mı kalmalıydım, yoksa tekrar evimi mi açmalıydım? Evde de kiracı vardır. Garibi evden çıkarmalı mı? Ardı arkası kesilmeyen düşünceler,  daha da garibi, konuyla ilgili, ilgisiz ne çok mesele kafama, kafama hücum ediyor, düşüncelerim içerisinde kendine yer buluyordu.
    Sözün kısası, sabahı zor ettim. İlk ışıkla kendimi, şehrin sokaklarına attım.
   Aracımın kalkış saatinde, terminale geldim.
    Otobüs tam dolu değildi. Koltuk arkadaşımla tanıştıktan sonra, hem kendisinin, hem de benim rahat etmem için başka bir koltuğa taşındı. Böylece çift kişilik koltukta tek kalmıştım. Bu da canıma minnetti. Yolda bir sorun çıkmazsa, önümüzde 14 - 15 saatlik yol vardı ve ben uykusuzdum. Daha önce yaptığım tüm otobüs yolculuklarımda, hiç uyuyamazdım. Bakalım bu gece nasıl olacaktı?
    Korktuğum olmadı. Bindiğimiz araç, kent sınanırlarını terk ederken, uyurum umuduyla gözlerimi kapadım.
    Aracımızın muavini, ''Sayın yolcularımız, yarım saatlik, yemek ve ihtiyaç molası,'' sesiyle uyandım. Saate baktım, sabah olmuştu. Demek ki bütün geceyi uyuyarak geçirmişim. Önümüzde 3 - 4 saatlik bir yol kalmıştı.
   Araçtan inip, dinlenme tesisinin önünde akan, buz gibi suyla  elimi, yüzümü yıkadım. Bir de sabah çorbası içince, iyice kendime geldim.
    Aracımız tekrar yola koyulduğunda, güneş te hayli yükselmişti, Güneşi arkasına alan şoförümüzün de keyfi yerine gelmiş olmalı ki, bir müzik açtı. Ben hem şarkıya eşlik ediyor, hemde hızla yol alan, aracın penceresinde, etrafı seyrediyordum.
 
                                                     ******


     Elim titreyerek, kapının ziline dokundum. Günlerden cumartesi olduğundan, çocukların evde olma olasılığı yüksekti. Nitekim kapıda çok beklemedim. Kapıyı gelinim açtı. Beni karşısında görünce, bir sevinç çığlığı attı. Gelinin sesine önce torun, sonrada oğlan kapıya geldiler. Kapıdan içeri girmeme henüz izin çıkmamış gibi, kimi sağımdan kimi solumdan, torunda ceketimin yenine yapışmış öyle durur olmuştuk. Şimdi düşünüyorum da bu sürpriz değil de neydi.
   Neden sonra akılları başlarına geldi. Kenara çekilerek, yolu açtılar. Bendeki heyecan yüzünden, kimin ne söylediğini anlamıyordum. Kapıda karşılanış düzenini bozmadan, salondaki divana kadar beraber yürüdük. Elimden, yenimden tutarak divana, adeta çöktürüldüm.
   Üzerimdeki baskı azalınca kendime geldim.
   ''Ağır olun bakalım çocuklar, bırakın da bir soluklanayım. Gelin Hanım kızım, bir bardak su ver de, içimi bastırsın,'' dedim,
    Dedim, demesine ama gözlerime bastıran yaşları tutamadım. Baştan beri, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Yol bulan göz yaşlarım, yanaklarımdan aşağı süzülür oldu. Oğlanla gelin fazla garipsemedi ama torun, ağladığımı görünce dayanamadı. koşarak kağıt mendili getirerek elime tutuşturdu ve arkadan boynuma sarılarak beni teselliye çalışıyordu.
    Etrafıma bakınarak, torunum Simge'yi aradığımı anlayan gelin hanım,
''dedesi Simge'miz bugün anneannede kaldı. Akşam annemlerdeydik de.''
    Akşam, haberleri olmuş, kızla, damatta geldi Gece geç vakte kadar oturduk. Hasret giderdik.
   
                                                *******


    Huzurevinden geleli neredeyse onbeş gün oldu. Kendi evime geçmeyi sıksık düşünür oldum. Fikrimi ne zaman Kuzey'e açtımsa (Oğlumun adı) olmaz deyip kestirip attı. Çaresiz beklemeye bıraktım.
    Rahmetli eşimle birer yıl arayla emekli olduk. Doğup, büyüdüğümüz kentimize dönmedik. Askerlik dönüşü, bu kente atandım. Eş durumundan İclal da buraya geldi. Hem insanlarını, hemde kenti, çok sevdik. Yerleşip kaldık. Oğlumuz Kuzey, baba şehrimizde doğmuş, kızımız Asude ise bu kentte doğmuştu.