30 Aralık 2016 Cuma
BİR YOL HİKAYESİ
UTANSAM MI, GURURLANSAM MI ?
Önce, kendime bazı sorular sordum, sonra bir tespitte bulundum.
Utancı hiç, ruhunun derinliklerinde hissettin mi?
Tabakanı, kehribar renginde tütünle doldurdun mu?
Soğuktan çenen hiç kitlendi mi?
Bir sigarayla, hayata tutundun mu?
Daha yolum var derken, yolunun bittiğini gördün mü ?
Gençsen, delisin, dirençlisin, idealistsin.
Bindiğimiz, kamyondan bozma otobüsümüz ( Kamyonun kasası kaldırılarak, bir otobüs kaputu giydirilmiş araç.) Kubbe Dağı'nın ilk rampasını tırmanmaya başlamıştı ki, önümüzü, sarı montlu ve kapüşonlu, elinde kırmızı flama bulunan bir görevli yolumuzu kesti. Otobüsün Şoförü, başını çıkardığı pencereden, görevliyle bir şeyler konuştu. Şoför, ''yolculara dönerek, yolun kapalı olduğunu ve geri dönmek zorunda olduğumuzu söyledi. Sonra da ekledi, üç dört saatliğine'', dedi.
Kubbe Dağı Geçidi, kış aylarında, sürücülerin, yayaların ve atlıların, hasılı tüm yolcuların korkulu rüyası olmuştur.
Gittiği yoldan, dönmesi mümkün olmayan aracımız, Yol oldukça dardı.) muavinin, bağıra çağıra yönlendirmesiyle, geniş bir alan buluncaya dek, geri geri yol aldı. Geldiğimiz yolun tersi yöne dönerek şehre doğru yollandık.
Kara yolları Müdürlüğü garaj önüne duran,aracımızın şoförü, bize hitaben; Arabadan fazla uzaklaşmamamızı tembihledi. ''Her an, müdürlüğe gelecek bir telefonla, tekrar yola çıkabileceğimizi'', söyledi.
Ben ve benim kendisine emanet edildiğim, koltuk arkadaşım, Haci' Dayı ile birlikte, araçtan inip, üstü tente ile kapatılmış bir kahvehanenin önündeki, masalardan birine oturduk.
Çaylarımızı yudumlarken, birbirimizi yakinen tanıma fırsatı bulduk. Müşterek tanıdıklarımız çıktı. Zira bende, dede tarafımdan Pütürgeli'ydim. (Haci Dayı, kırklı yaşlarda, zayıf,uzun boylu, bir adamdı.)
Sabah dokuzda bindiğimiz aracımız, öğlen sonu, ''Bir'' gibi tekrar yola çıktı. Kubbe dağının doruklarına doğru epey yol aldık. Ne var ki, yolun tamamı henüz açılmamıştı. Başladık yolu açan iş makinasını takip etmeye. Yüz, iki yüz metre kadar bizden uzaklaşan araca yetişiyor, tekrar bekliyorduk.
Biraz önce başlayan kar yağışı, giderek iyiden iyiye şiddetini artırdı. Bir de ortalığı kesif bir sis kapladı ki, göz gözü görmez oldu. Bu yüzden, kar küreyen aracın, tam dibinde, onu takip ediyorduk. Çoğunluğu erkek olan bizler, araçtan inip yaya olarak yürümeye başladık.
Bir müddet sonra, arabanın içinde kalan kadın ve çocuklarda zehirlenme emareleri görülmeye başladı. Çünkü araba, içerisinde geçen egzoz borusuyla ısıtılıyordu. Bu ilkel ve sağlıksız bağlantıdan gaz kaçağı olmuş. Arabadaki herkes aşağı, açık havaya çıkarıldı. Gaz borusu devreden çıkarıldı. Bu kez üşümeler başladı. Bagajdaki yedeklenmiş giysi ve battaniyeler çıkarıldı. Örtünüldü veya giyildi.
Nihayet Kubbe'nin zirvesine varıldı. Kar yağışı devam ediyordu ama sis daha aşağılara çöreklenmişti. Şimdi biz adeta bulutların üzerinde gibiydik. Görebildiğimiz tüm alanlar, adeta bir kar deniziydi. Dereler ve bazı yükseltiler, savrulan kar tarafından doldurulmuş, neredeyse dümdüz olmuştu. Bazı kaya kovukları ve çalılıklar kar denizinin içinde küçük adacıkları andırıyordu.
Kubbe Dağı, Güneydoğu Toroslarının neredeyse düğüm noktası yakınlarında bulunan bir dağ ve adını alan bir geçittir ve Malatya'yı, Pütürge'ye bağlar. Rakımı,1930 m.dir. Malatya, Pütürge arası, yetmiş beş km. kadardır. Bulunduğumuz yer, nerdeyse bütün yolun üçte biri kadardı. Ama yol bundan sonra daha virajlı ama inişi daha çok bir yoldur.
Burada naklettiğimiz Kubbe bir geçit, ama önemli olan Kubbe Dağı'dır.
Kubbe Dağı, Pütürge Köylerinin bir çoğunun yaylasıdır da. Mayıs Ayından sonra yaylacıların çadırlarını kurduğu, hayvanlarını otlattığı, bin bir çiçekli, çayır ve otlaklardan oluşan cennet alanlardır. Yukarlarda eriyen kar suları, vadilere doğru akar. Kayalardan sekerken köpüklü şelaleler oluşturur. Ayrıca, baharda binlerce gözeden sular fışkırır. Hemen her pınarın önünde ya yapay, ya da tabii yalaklar vardır. Geniş otlaklarda otlayan, hayvan sürüleri bu yalaklarda sulanır.
Yayla zamanı, yaylaya onlarca çadır kurulur. Çadırın yanında hayvanların gece barınakları vardır. Büyük baş hayvanlar farklı yörelerde, çadırlara yakın yerlerde ise, yavruları otlak bulur.
Al yeşil kuşamlı yaylacı kadınlar, koyun, keçi ve ineklerden sağdıkları, çiçek kokulu sütlerden, süt ürünleri yapar. Çadırların önünde yaktıkları ateşte, ekmek,yemek pişirir. Ya da çamaşır yıkarlar. Yıkadıkları çamaşırlar çadır iplerinde serer, çeşitli ülke bayrakları gibi salınır durur. Bazen de yolculuğunuz sırasında yaylacıların çocukları, yolun kıyısına gelir, taze kenger ışkını, veya topladıkları kır çiçeği demetlerini sizlere satmak isterler.
Bir de, yaylacıları sıkça ziyaret eden çerçiler vardır.(Seyyar satıcılar.) Kimisi denklerindeki kutnu kumaşlarını çadır önlerine serer. Kimisi berberdir, dişçidir, otacıdır. Kimisi yün alıcısı, kimisi deriye basılı yağ, çökelek ve cağlanmış peynir alıcılarıdır.
Ayrıca yaylacılara komşu olan çingene çadırları vardır. Onların her türlü geçimi yaylacıların üzerinedir. Torbasını sırtına vuran Çingene Kadınları bir günde neredeyse bütün çadırları ziyaret eder. Fal bakar, çeşitli renkteki boncuklarını veya kocalarının yaptığı kalbur ve elekleri satarlar. Ya da resmen dilenirler.
Aslında hiç söz etmediğim yayla türkülerini ve kavalın sesini birinci ağızdan, bir başka deyişle pınarın gözünde dinlersiniz.
İnişe geçen aracımız, kar yığıntıları arasında hızla yol almaya başladı. Yol kıyısındaki telefon direklerinin ancak fincanları görüle biliyordu. Ama olsundu, yol açıktı ya.
Yolumuzun üzerinde bulunan, Yol Bakım Evinin önünde hızla geçip, yolumuza devam ettik.
Yol Bakım İstasyonunda her zaman, iş makineleri ve Yol Bakım ekibindeki insanlar bulunurdu. Her mevsim kendilerine iş düşerdi. O kış Pütürge yönünden gelen, (Benim de kaçırdığım) iki otobüs, yolcuları ile birlikte, fırtınadan yolları kapanan ve yoldan mahsur kalan, elli kadar yolcuyu kurtarmış, Bakım Evine taşımışlardı. İki geceyi Bakım Evinde geçiren yolculara helikopterden yaşam malzemeleri atılmıştı. ( 1969 kışıydı, olayı radyo haberlerinde dinlemiştik.) Ben, bu araçları kaçırmış, yaya olarak Posgören Köyü Muhtarı'nda misafir kalmıştım. Üçüncü günün sabahı, yolda kalan yolcuların, kurtarılma aşamasında, benim de yolculuğumu bu kafilelerle tamamlayacağım düşüncesiyle,bir rehberle, Bakım Evine geldim, ama heyhat, ben yine kaderimle baş başa kaldım. Bana eşlik eden genci geriye gönderdim. Bir saat kadar Bakım Evinde misafir kaldıktan sonra, tabana kuvvet dedim. Havanın da elverişli oluşundan yararlanarak, koca Kubbe'yi kışın aşan, nadir yolcularından biri oldum.
Arabamızın cam silicileri, ön camdaki, iri yağmur damlalarını acele silerken, Haydar Restorann'ın önünden geçiyorduk. Haydar Restoran, bu haliyle hiç tanınmıyor. Yazınki ihtişamından eser yoktur. Hani soğuk suyun kıyısındaki söğütlerin gölgesindeki masaların. Mis gibi kokan köy ekmeğin, yaylada otlamış davar etiyle yapılan mis gibi kavurman. Şimdilerde damsız, dört duvardan ibaretsin.
Kah, seyirle, kah sohbetle, yolun bize ait kısmını tükettik, Haci Dayı ve ben Pazarcık'ta arabadan inen iki yolcuyduk. Yağmur hep yağmıştı ve daha ne kadar yağar, Allah bilir.
Bagajlarımızı kapıp, Pazarcık Kahvesinin sundurmasının altına sığındık. Haci Dayı, kahvenin kapısını, önce hafif vurdu, ses veren olmayınca, yumruklamaya başladı. Neden sonra, kapı gıcırdayarak açıldı. Elinde bir gaz lambası bulunan takkeli bir baş, kapıdan uzandı.
Adam Kürtçe ''Kim o'', diye sordu. Hacı Dayı, sanırım adamı tanıyordu. Adama adıyla hitap ederek, kim olduğunu ve:
''Bizi içeri almasını''. söyledi. Adam yana çekilerek içeri girmemize izin verdi. Elimizdeki çantalarımızı, birer sandalyeye bırakıp, bizler de birer sandalyeye çöktük. Haci Dayı, adama hitapla, bir şeyler söyledi. Adam, aksi aksi söylenerek:
''Bu saatte bizim için, bir şeyler yapmayacağını'', söyledi.'' İsterse sabaha kadar burada oturabilirsiniz'' dedi.Yürüyüp,bir kapının arkasında kayboldu ve kapıyı arkadan kilitledi. Bir sigara içimi kadar, oracıkta oturduk. Haci Dayı, ağzından küfürvari bir şeyler mırıldanarak kalktı.
''Kalk, hocam, kalk. Bu şerefsizden bir halt olmaz'', diyerek yükünü omuzladı.
''Sahi ben sizlere öğretmen olduğumu hiç söylemedim. Ben, Pütürge ilçes, Bağırsak Dere İlkokulu öğretmeniyim. Daha önce kısaca değinmiştim. Çok zor şartlarda yarı yıl tatilimi geçirmek için, Memleketim olan, Malatya'ya gitmiştim.( Malatya Merkezde oturuyorum, yani Malatyalı'yım.) Bu yıl yarı yıl tatili, olumsuz hava koşulları yüzünden tam bir ay sürdü. (1968-1969 Öğretim yılı.) Şimdiki yolculuğum, öğretmenlik yaptığım köye.''
Bavulumda, pardösümü, şapkamı, el fenerimi ve şemsiyemi alarak, Hacı Dayı'yı takibe başladım. Yağmur şiddetinden bir şey kaybetmemiş, hatta daha da şiddetlenmişti. Görvin' den, (Pütürge-Tepehan yol ayrımı, biz Tepehan yolundan devam edecektik.) Tepehan Yolu'na saptık.
Hacı Dayı önde, ben arkadan yürüyordum. Ama ne geceydi. İnsan, üç adım önünde yürüyen birini siluetini olsun görmez mi ? Göremiyorsun işte. Elindeki el fenerinin ölgün ışığı olmazsa, burnunun ucunu göremezsin. İşte böyle, yağışlı ve karanlık bir gece. Bir elimde fener, bir elimde valizim olduğundan, şemsiyeden de yeterince yararlanamıyordum. Tabiri caizse, kuru ipliğimiz kalmamıştı.
Kıyısına geldiğimiz, Posgören Çayı, coşmuş, adeta kudurmuştu. Normal zamanlarda, ortasına konulan bir taşa basınca, karşıya geçilen çay, yukarıdan yağmur sularını kendine katarak, coştukça coşmuştu.
Hacı Dayı, ayakkabısını, çorabını, şalvarını çıkarıp, bohçaladı, diğer malzemeleriyle birlikte omuzuna attı. Bana:
''Hocam sen burada bekle.'' deyip, kendini kabaran çayın, coşkun sularına vurdu. Ben, elimdeki fenerin kör ışığıyla onu takip ediyordum.Önce çaya yukarı, sonra aşağı yürüyerek karşıya geçip, kayboldu. Biraz sonra, eli boş geri döndü. Benim valizimi yüklenmeye hamle yapınca,ben de soyunmaya yeltendim.
''Soyunma hocam, beni bekle,'' deyip yine suyu boylayıp, karşı tarafta kayboldu. Ben çıkardığım çorabım elimde, dikilirken, Hacı Dayı tekrar göründü, ve,
''Gel hocam, sıra sana geldi.''
''Bana, nasıl yani, beni sırtlayıp, karşıya sen mi geçireceksin?, Asla olmaz'' deyip, direttim ''Sen elimden tut, karşıya birlikte geçelim. ''dedimse de, olmazlandı. Emreder şekilli bir ifadeyle;
''Hocam gel'', sırtını dönmüş, beni bekliyordu. Çaresiz, adamcağızın sırtına yüklendim. Kutsal bir yükü taşıyorcasına, dikkatli adımlarla, beni karşıya taşıdı. Ayağımı,toprağa basmasına bastım ama, utancımı ruhumun derinliklerinde hissettim.
Yarım saat kadar sonra Hacı Dayı'nın köyünde,kapısının önündeydik. Hacı Dayı, evin kapısını çaldı, kapıyı açan olmayınca,
''Hocam bekle, şimdi gelirim. ''diye ayrıldı. Birkaç dakika sonra da geldi. Elindeki anahtarla kapıyı açıp, beni buyur etti. Hacı Dayı önde, ben arkada merdivenleri çıkıp, odalardan birine girdik. Bu sobası olan bir odaydı. Ama soba yanmıyordu. Hacı dayı, hemen odun getirip, sobanın önüne oturdu. Bana da:
''Giysi getireyim üzerini değiş,'' deyince ben, sedirin yanındaki valizi açtım ve yedek giysilerimi çıkarmaya başladım. Odanın karanlık köşesinde, üzerimi değiştirdim. Islak giysileri, yanmaya başlayan sobanın çevresine konulan sandalyelerin üzerine serdim.
Çok geçmeden, Hacı dayı, bir kahvaltı sofrası hazırladı. Hiç konuşmadan bir şeyler yedik. Neden sonra Hacı Dayı konuştu.
''Hocam şimdi merak ediyorsundur, bu hane halkı nerede?, diye''
''Bizim komşunun, onlar da akrabamız, bir çocukları rahmetli olmuş, ev halkı şu anda orada. Ben şimdi senin yatağını yapacağım, sonra ben de oraya gideceğim.'' dedi.
''Ben de gelsem mi, acaba?'', diye, bir soru yönelttim.
''Hocam sen yat, istirahat et. Şimdi o evin hali çok farklıdır, hem gece de hayli ilerlemiş'', dedi. Gerçekten de vakit, gece yarıyı geçmişti. Hacı Dayı'nın sedire yaptığı yatağa girdim. Şöyle kendimi yokladım, vücudumun sızlamayan tek noktası yoktu. Ne zaman uykuya geçtiğimi, nasıl uyuduğumu bilmiyordum. Hacı Dayı, beni uyandırdı.
''Hocam kalk, kahvaltı yapacağız,'' dedi. Gene sessizce kahvaltı yaptık.
Aşağı indiğimizde, Hacı Dayı'nın, beni uyandırmadan önce bir katırı yola hazırlamış olduğunu gördüm. Katırı binek taşının yanına çekti ve benim katıra binmemi söyledi. Ben buna itiraz ettim ve:
''Hiç olmazsa, cenazeye kalayım,'' dedim. Hacı Dayı,
''Hayır hocam, sen yolundan kalma, yolcu yolunda gerek. Aslında, cenaze olmasaydı. Seni gideceğin yere kadar götürecektim, hem senin köyünde, kirvelerimiz var. Onları da ziyaret etmiş olurdum. Ama kısmet değilmiş. Şimdi sen, bu katıra binip, yola çıkacaksın. Köye varınca, katırı, kirvem Şükrü Murat'a teslim et. Ya ben bir gün gelir alırım, ya da onlar katırı bana yollarlar,'' dedi.
Çaresiz denileni yaptım, katıra bindim. Benim için baştan beri yaptıkları için kendisine çok teşekkür ettiğimi söyledim. Hacı Dayı, elindeki valizimi de önüme verdi ve hayvana, deh dedi. Köyü çıkarken arkama baktım ve tuhaf olan şeyi kendimce düşündüm. Haydi gece geç gelmiştik, kimse bizi görmemişti. Şimdi sabah köy yine sesiz, yine çevrede bir Allah'ın kulu yoktu. Uzaklaşırken bunları düşünüyordum.
Şiro Çayının kıyısı boyunca, akışının aksi istikametinde bir müddet yol aldım. Yazın, çayın suyunun azalıp, taşıtlara yol verdiği geçit yerine sorunsuz vardık. Gel gör kü, katır denen o inatçı mahluk, çayı geçmeye yanaşmadı. Çay da bütün gün ve gece yağan yağmur ve kar suları yüzünden oldukça coşkun akıyordu. Ayrıca, adeta balçık taşıyordu. Bindiğim katır, çayın bir aşağısına, bir yukarısına doğru çıkıyor ama çayı geçmeye yanaşmıyordu. Geldiğim köye geri dönmekten başka çarem yoktu. Katırı köy yönüne doğru tam çevirmiştim ki, yılgınlar arasında sırtında tüfeği olan bir köylü çıktı. Önce Kürtçe sordu, anlamadığımı tahmin edince, bu sefer Türkçe sordu.
''Neden geri döndün,'' dedi ve devamında,'' öğretmen misin.''diye sordu. Ben cevapla.
''Evet'', dedim. Adam:
''Dönmene gerek yok, ben şimdi sizi karşıya geçiririm.'' dedi. Elindeki tüfeğini, bir yılgına dayadı ve üzerindeki elbiselerini, alt iç giysi kalıncaya kadar soyundu. Elbiselerinin tümden ıslanmaması için, onları paltosu ile bigüzel kapattıktan sonra, katırı yularından kavradı ve üç kola ayrılmış Şüro Çayı'nın çoşkun ve bulanık suların kendini vurdu. (Yağmur, geceki kadar değilse de inceden, inceye yağıyordu.)
Avcı köylüm, hem yürüyor, hemde adımın ne olduğunu, nereli olduğumu, hangi köyde görev yaptığımı soruyordu. Sorulan soruları cevaplandırdıktan sonra, sıra bana geldi. Bende sorularımı sorup cevaplarını alıncayadek, bir kıyıdan, öbür kıyıya geçmiştik. Vatandaşa olan minnet duygularımı ve teşekkürlerimi bildirerek, elini sıkıp esenledikten sonra yola koyulduk.
Mesleğimin ne kadar saygın olduğunu, Pütürge köylüsünün okula ve öğretmene verdiği değeri ve misafir perverliklerini hep taktirle karşıladığımı belirtmek isterim. Gururluydum ama biraz da mahcuptum. Çünkü,bu kadar genç,ama bu kadar çaresizliğim, beceriksizliğim beni utandırıyordu.
Çayı geçtikten sonra,katır bir müddet sorunsuz yol aldı. Ama Arguça Köyü'ne giden yolun rampasına doğru, yol almaya başlamıştık ki, katırın gene o katır inadı tuttu. İleri gitmemek için ayak diremesi, akıl alır gibi değildi. Geldiğimiz yöne doğru dönerse, durum farklıydı. Adımları açılıp, yol alıyordu. Aksi yönde ise Nuh diyor, Peygamber demiyor, direndikçe direniyordu. O güne kadar, hiç katıra binmemiş, katırın huyundan, suyundan anlamayan, benim için yine bir yol çilesi başlamıştı. Çaresiz, katırdan inip, valizimi ve katırın yularını elime alıp başladık yol almaya.
Sabah hafiften yağan yağmur, giderek şiddetini artırmış, sonra da kara çevirmişti. Hem yürüyor, hem de kendi kendime, konuşuyordum. Demek ki, çilem hala dolmamıştı. Araba yolu fazla virajlı olduğundan ben, eski patika yolu takip ediyordum. Hem patikada kısmen de olsa bir çığır vardı. Hem katırı çekiyor, hemde giderek ağırlaşan valizimi taşıyordum. Hiç olmazsa bir heybe veya hurç olsaydı, bomboş arkam sıra gelen katıra yüklerdim, yükümü.
Düşe, kalka Arguça'yı yukarıdan gören tepeye vardık. Ne var ki, sis yüzünden köyü görmek mümkün değildi. Takip ettiğim patika, beni bir evin kıyısına getirdi. Zincire bağlı evin, kocaman Kangal Köpeği, yırtınıyor ve bize doğru hamle yaparken, ağzında köpükler, salyalar akıtarak havlıyordu.
Korkudan, evin uzağından geçmeye gayret ederken, evin kapısında önce bir çocuk, sonrada bir bayan göründü. Köpeği azarladılar. Köpek susa geçince. kapıdaki bayan, çocuğa Kürtçe bir şeyler söyledi. Çocuk, kim olduğumu ve nereye gittiğimi, sordu. Kısaca kendimi tanıttım ve nereye gittiğimi söyledim. Çocuk benden duyduklarını annesine tercüme etti. Böylece, kadının Türkçe bilmediği anlaşılıyordu. Kadın, çocuğa bir şeyler söyledi, çocuk:
''Öğretmenim, annem diyor ki, gelsin biraz dinlensin, daha sora isterse yoluna gidebilir'', diyor. Bana öğretmenim diyen çocuk, bir öğrenci olmalı. Zaten yaşı da, on-oniki kadar gösteriyordu. Annesinin talimatıyla bana doğru hamle yapıp, katırın yularını elimden aldı. Eve yaklaşınca da bayan, uzanıp elimdeki valizi alıp, bana yol gösterdi. Gençten bir bayandı ve konuşurken gelinlik ediyordu.
Girdiğim oda, ortasında kocaman yanan bir sobanın ısıttığı, geniş ve aydınlık bir odaydı. Odanın bir duvar boyunca uzanan, makat dediğimiz bir sedir vardı. Odanın geri kalan bölümü,şimdilerde Şark Köşesi diye adlandırdığımız, tabii bir şark köşesi donanımındaydı. Üzerimdeki, ıslak üst giysilerimi çıkarırken, gözüme çarpan şeylerdi bunlar. Sonradan isminin Hasan olduğunu ve dördüncü sınıfta okuduğunu öğrendiğim çocuk, odaya dahil oluncayadek ıslak elbiselerim, sobanın çevresinde kurumaya alınmıştı bile.
Kadın, gelinlik ettiğine göre, konuşmalarımızı Hasan'ın aracılığı ile yapabiliyorduk. Hoş ben de, fazla Kürtçe'yi konuşamıyordum.
Şu anda misafir olduğum ev, çevrede berberlik, sünnetçilik ve sıhhiyelik yapan Derviş'in eviymiş. Bugün Tepehan'a gitmişmiş. Tepehan, Pütürge'nin bir nahiyesidir.
Evin hanımının, alelacele hazırlayıp, tahta sofraya bıraktığı, gerçek bir köy kahvaltısını, Hasan'la birlikte yaptık. Hasan'la,çarçabuk dost olmuştuk. Hasan bana, köyü, okulu,öğretmeni hakkında bilgiler verdi. Hasan'ın öğretmeni, daha önce tanımış olduğum, Turgut Bey'di. Turgut Bey, Ağınlı'ydı. Bu köyde ikinci yılıydı. Çok da iyi bir arkadaşımızdı.
Kahvaltı sonrası, tabakamda bir sigara sarıp, yaktım. Tabakamdaki tütünün miktarını gözlemleyen bayan, tahta sofraya bıraktığım tabakamı uzanıp, aldı. Biraz sonra, sarı, kehribar gibi Çelikhan Tütünü ile doldurulmuş olarak, sofradaki yerine bıraktı.
Karnımı doyurmuş ve dinlenmiş olarak, hazırlandığımı gören bayan, Hasan aracılığıyla, havanın bozuk olduğunu ve gitmememi, misafir olarak kalmamı ve eğer kalırsam amcalarını çağırıp, birlikte kalabileceğimi söyledi. Tekliflerini kibarca reddettim. Bana karşı göstermiş oldukları misafirperverlikten dolayı kendilerine teşekkür ettim ve yol hazırlığımı tamamladım.
Dışarı çıkınca, katırı yanımda götürmeyeceğimi ve onu yarın aldırıp sahibine göndereceğimi teklifimi geri çevirmediler. Yani teklifim kabul gördü. Evin yanıbaşındaki, patikayı yol edinirken, yine hafiften yağmur yağıyordu. Önce dereye, sonra karşıdaki yamaca tırmanmaya başladım. Katırı geride bıraktığım iyi olmuştu. Şimdi daha rahat yol alıyordum.
Yolun rahatlığı uzun sürmedi. Tepeye, daha tepeye derken, yoğun bir kar fırtınasının içine düştüm. Meşe Ormanı içinde, Aslan Pençesi iriliğinde kar yağıyordu. Yalnız kar, aşağıdan,yukardan, sağdan, soldan her taraftan yağıyordu. Bu, normal bir kar yağışı değildi. Bu,tek kelimeyle bir tipiydi ve benim feleğimi şaşırtıyordu. Bende yön mefhumu kaybolmuştu. Arkada bıraktığım izler, saniyeler içinde kayboluyordu. İçime bir korku düştü. Kendime bir meşe ağacını siper alarak, ağacın dibine çöktüm. Kafama bir fikir gelip, çakılıp kaldı. ''Bir sigara içmeliyim. Eğer sigara içersem, bu tipi beni öldüremez''. Soğuktan birbirine kavuşamayan parmaklarla sigara sarmak neredeyse imkansız gibi bir şey. İşte ben o imkansızı başardım.
Cebimde, tabakayı çıkardım. Kağıdın üzerine bir tutam tütün bıraktım. Güç bela bir sigara sarıp, yaktım. Sigaradan henüz bir, iki nefes çekmiştim ki, uzaktan gelen, bir köpek sesini duydum. Bu köpek sesi beni yeniden canlandırdı ve köpek sesinin geldiği yöne doğru yürüdüm. Bu ses, bir evden, bir başka deyişle bir köyden geliyordu.
Sisin, dumanın içine daldım, yürüdüm ha, yürüdüm. Bir anda, bir evin duvarıyla aramızda metreler kalmış olduğunu gördüm, kurtulmuştum. Küçük bir fino, çıkıp geldi. Ufaklığına aldırmadan bana saldırıyordu ki, köpeğin sahibi araya girdi. İşin ilginç yanı, bu benim için yabancı biri değildi. Öğrencilerimden, beşinci sınıfta tek olan Ramazan'dı. Ramazan beni tanıyamadı. O kadar ki perişan haldeydim.
''Ramazan, benim, öğretmeninim'', diyor bir yandan da başımdaki bereyi, kaşkolu sıyırıyordum. Ramazan beni tanıyınca, hemen elimdeki valizi kapıp aldı. O zamana kadar, Ramazan'ın annesi, ninesi, kardeşleri aşağı inmişlerdi. Beni elbirliği ile yukarı buyur ettiler. Biraz daha yolum vardı ama, yolculuğum neredeyse bitmişti. Sıcak sobanın başına geçtim, yeniden üst giysilerimi kurumaları için çıkardım. Ayağımı ılık suya koyup, ısınmasını bekledim. İçtiğim sıcak çay beni yeniden kendime getirdi.
Ramazan'a yarin, Osman'la birlikte, Dervişler'de bıraktığım katırı Haci Amcaya götürmelerini söyledim.
Ramazanlar'da, iyi ağırlanmış ve dinlenmiş olarak, okulumun, dolayısıyla evimin yolunu tuttum.
Geri kalan yıllarda bunun gibi, onlarca maceralı yolculuklarım oldu. Bu yolculuğum, birinci değilse de ikinciydi. O yüzden,yazmaya değer buldum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)