18 Aralık 2016 Pazar
DAĞLININ OĞLU HASAN
DAĞLININ OĞLU HASAN
Gün ikindiyi devirmiş, gölgeler hayli uzamıştı. Kayaların gölgesi, önünde tatlı bir meyille şehirden gelen kirli su deresine kadar uzanan tarlaların neredeyse yarısını gölgelemişti.
Küçük Hasan'ın otlattığı, koyun ve keçilerden oluşan küçük sürüsünü hareketlendirmişti. Koyunlar arpa yerinde tohum toplamaya, keçileri ise, kayalığın eteğinde bulunan, tek bahçenin sınır boyundaki, çalılıkta karınlarını doyurmaya çalışıyordu. Hasan ise elindeki, kısa sopayı, oturduğu taşa vurarak mırıldandığı türküsüne ritim tutuyordu.
Hasan, yaşından daha küçük gösteren, kavruk bir köy çocuğuydu. İlkokulu o bahar bitirmişti. Zaten şehre göçmeleri biraz da bu yüzden gecikmişti. Babası, kış başından beri şehre gitmeyi kafaya koymuştu. Hatta, daha önce köyden göçmüş olan İbrahim Dayı kendilerinin ve hayvanlarının barınması için bir yer bile vermişti. Karısının tüm karşı çıkmalarına karşı, şehre gitme ısrarını sürdürmüştü. Ancak okula giden iki çocuğunun okullarını yarıda bırakmalarına gönlü razı olmamıştı. Okul tatil olur olmaz da, göçünü yüklemişti.
İbrahim Dayı, birkaç yıl önce,karısı, evli iki oğlu, gelinleri ve torunlarıyla birlikte. Tekdut denilen yerde, başında bir pınarı olan, sulu bir arazi almış, üzerine kocaman bir ev yapmıştı. Büyük oğlu, şehirde bir işe girince, baba ocağını terk etmişti. Onlardan boşalan bir odayı ve bitişiğindeki ahırı, kendilerine komşu olsun diye, akrabası olan, Halil'e vermişti.Halil, köydeki evini ve tarlasını satmamış, koyun ve keçilerden oluşan küçük sürüsüyle, gelip, İbrahim Dayı'nın kendilerine verdiği eve yerleşmişlerdi. İşte Hasan, Dağlı Halil'in oğluydu. Halil, babasının da lakabı olan ''Dağlı'' ismiyle çağrılırdı.
Dağlı Halil'in oğlu Hasan, işte o Hasan'dı.
Oturduğu kayanın üzerinde kaba bir sesle:
''Hey çocuk, bak bakalım, bu oğlak senin mi ?'' diyen sese döndü. Bahçesinin kapısında duran adamı gördü. Kucağında, ''Zilkara'' adını verdiği oğlak vardı.
''He dayı, o oğlak bizim'', dedi.
''Kör Mısto, ( Lakabı, hatta ismi buydu.) sinsice, gel de, şu oğlağını al. ''dedi.
Hasan, her şeyden habersiz, Kör Mısto'nun kucağındaki oğlağı almak için hamle yapınca, Kör Mısto oğlağı bıraktı, Hasan'ı bileğinde yakaladı. Hasan'ın elindeki sopayı aldı, çocuğun kaba yerlerine, sırtına, baldırlarına, ''Allah Yarattı.'' demeden çalıyordu sopayı. Hasan, avazı çıktığı kadar haykırıyor, acıdan ayakları yerden kesiliyordu. Bu arada, kör ne dediyse, Hasan:
''Dayı, Dağlı öle ben yapmadım, diyor. Hatta Elini ayağını öpem, bokunu yiyem, Dağlı öle ki, ben yapmadım. ''diye yakarıyordu. Ama Kör'de vicdanın zerresi yoktu. Parmak kadar çocuğa ver ediyor sopayı.
Kayabaşına yaklaşınca, aşağıdan gelen sese doğru yöneldim. Kör'ün çocuğu dövdüğünü görünce, taşa sarıldım. Taş atma mesafesine gelince de, elimdeki taşı var kuvvetimle, Kör'e doğru fırlattım ve
''Ulan namussuz bırak o çocuğu, yoksa seni taş manyağı yaparım, Allah'tan korkmuyor musun ? Parmak kadar çocuğa mı güç yetiriyorsun ?'' diye, peş peşe birkaç taş daha fırlattım. Ayağının dibine düşen taştan sakınarak, çocuğu bırakan Kör Mısto, açık olan bahçe kapısından içeri girdi ve ağaçların arasında kayboldu.
Hasan ise, yediği dayak yüzünden hemen yerden kalkamadı. Bir müddet daha oracıkta inleyip durdu. Sonra da içini çeke çeke doğruldu, önüne kattığı küçük sürüyle evinin yolunu tuttu.
Düşünüyorum da, yıllardan beri buralarda çobanlık yapıyorum, bu Kör'ün bahçesini içini hiç görmemiştim. Görülecek gibi de değildi. Ancak kayabaşından, kuş bakışı ile ne görebilirsen o. Çünkü, bahçenin etrafı, iğde, kuşburnu ve böğürtlenden tabii bir çitle örülüydü. Bahçeye girmek şöyle dursun, bahçenin içini görmek ne mümkün. O Kara Zıpır, nereden yol buldu da Kör'ün bahçesine girdi ve çocuğun dayak yemesine sebep oldu.
Bu Kör köpek, öylesine zalim öylesine kötü bir adamdır ki, anlatmaya dil dönmez. Okula gittiği yılları ve sonrasını, himbir komşusu olan, Şükrü Dayıdan dinlemiştim. Şükrü Dayının parça parça anlattıklarını ben toptan anlatayım.
Şükrü Dayı, ''bu Kör yok mu, bu Kör'', diye başlamıştı.
''Bir evin tek çocuğuydu.''
''Çocukluğunda mahallede kavga etmediği çocuk kalmamıştı. Günde en az bir komşu evine baskın gelir, annesine bu iti şikayet ederdi, Girmediği kümes, köpek kulübesi, bozmadığı kuş yuvası, yılan deliği bırakmazdı. Kedilerin kuyruğuna teneke bağlar, arkasından kovalardı.Komşuların bağına bostanına girer, yediğini yer, yemediğini ayaklarıyla çiğnerdi. Şikayetçi olanların başına başka işler açardı. Okulda da yaramazlığını sürdürürdü. Öğretmenleri elinde bizar kalmışlardı''.
''Orta Okula gittiği yıllarda babası rahmetli oldu. Allah rahmet eylesin, iyi adamdı. Hoş, hanımı Azet Bacı'da, bacım olsun, iyi bir hatundu. Ne var ki bu soyu kesilesi kime çemişti. Uzatmayayım. okula gittiği zaman, anasından harçlık ister; anası yok derse camı, çerçeveyi yere indirir, kapıları tekmeler, uzaktan durur anasını taşlardı. O harçlığı ne yapar, eder koparırdı.''
''Orta Okul hayatı uzun sürmedi. İki yıl sonra, okuldan kovuldu. Bir zaman aylak aylak dolaştı, anasına kan kusturdu.''
''Harada çalışan bir dayısı vardı. Nasıl ikna ettiyse, yeğenini yanına, işe aldı. Atlarla, taylarla iyi anlaşır oldu. İyi bir seyis ve iyi bir binici oldu. Haradaki yarış atlarının bakımı ve yarışa elverişli hale gelmesinde emeği çok olurdu. Atların satışa arz edildiği zaman, Arap Prensleri Ona, bolca bahşişler verirmiş. O yüzden para için anasını bir daha üzmedi.''
''Askerlik çağı gelince de,askere alındı. Acemi Birliğini tamamladıktan sonra, boyu, fiziki yapısı ve atlardan da anladığı için, kendisini Muhafız Alayına seçmişler. İşte orada şansı kendinden yana olmamıştı. Atlardan ikisi tepişirken, arada bir çifte yer ve kendinden geçer. Gözünü hastaneden açar. Kafası gözü sarılı, tek gözü sargıların dışında kalmış. Çeşitli ameliyatlardan geçmesine rağmen bir gözünü kurtaramazlar. Önce hava değişimi, sora da ihracına karar verirler. Sapasağlam gittiği, Asker Ocağından sakat olarak döndü. O günden sonra Mustafa olan adı yerini, ''Kör Mısto'ya'' bıraktı.''
Bir sürü mahkemelikler, hakimlikler derken, zorda olsa gazilik unvanını aldı ve kendisine Gazi Maaşı bağlandı.''
''Askerlik dönüşünde işsiz kaldı, mahkeme falan derken, para suyunu çekmişti. Bu arada haradaki işine de dönemedi. Bu yüzden babasından kalan bir iki tarlayı sattı.
''Anası ölmeden de, bu körü everdi. Kendisine hanım, hanımcık bir gelin bulmuşlardı. Anasının sağlığında ve eşinin ağabeylerinin dişli oluşundan geline fazla zulmetmedi. Bu arada bir oğlu bir de kızları olmuştu. Ama anası öldükten sonra, karısının ailesinin dağılması üzerine, bunun önü boş kaldı. Zavallı karısına günde üç öğün dayak atar oldu. Çocuklarının sesi iki mahalle ötede duyulur oldu. Bu mendeburun, karı neyine, çocuk neyineydi.''
''Derken kim akıl verdiyse, verdi. Allah ondan razı olsun. Bu Kayadibi'ndeki tarlayı bahçe yaptı. Ben diyeyim üç yıl, sen de beş yıl, bu Kör'ün sırtı sanki de döşek görmedi. Gecesini gündüzüne katarak, tarlanın tüm taşlarını ayıkladı. Köklü kayaları söküp parçaladı. O taşlarla tarlaya sekiler yaptı. Tarlanın üst başındaki cünütlüğü (Tarlaya zarar veren geçici kaynak) ıslah etti ve orada,serçe parmak kalınlığında su çıkardı. Önüne bir havuz yaptı. Nerede fidan satıcısı varsa, oralara gidip aşılı ve çeşitliliği olan meyve fidanları getirip dikti. Tarla olan bu yer,yerini cennetten bir köşeyi andıran, bir bahçeye dönüştü. Bahçenin çevresini sık iğde, kuşburnu ve böğürtlenlerden tabii bir çitle çevirdi. Belki görmüşsündür, bir farenin bile giremeyeceği sıklıkta, bir korunaklı bahçe haline geldi.''
''Bu geçen zaman içerisinde, ayda bir kez,şehre gider oldu. Maaşını alır uzamış saçını sakalını kırptırır, un, şeker.çay, vs.alır bir hamal arabasına tepeleme yükler eve dönerdi. Geri kalan hesabını vermek kaydıyla,karısına bırakırdı''.
''Bahçesi verime geçince de, ailenin geçimi kolaylaştı. Bahçede yetişen sebze ve meyveler iyi para getiriyordu. Yetiştirdiği bahçe emeğine değmişti.''
''İki çocuğunun büyüdüklerini bile fark edemedi. Senin anlayacağın, çocuklar üzerinde fazla bir emeği yoktu. Oysa çocuklar lise tahsilini bile yapmışlardı. Kızını istemeye geleceklerini duyunca kör gözünü ovuşturarak, kızını ilk defa görüyormuşçasına ona bakmış. ''Allah Allah,kocaman olmuş'' diye hayretini gizleyememişti. Oğlana gelince Üniversite sınavlarına ikinci kez katılmaya hazırlanıyordu.''
''Şimdilerde, kızdan iki torunu var, oğlu ise,bitirdiği üniversitede öğretim görevlisi.''
''İşte işin hülasası senin Kör, böyle bir Kör.''
X X X
O olaydan birgün sonraydı. Sürümü Tren Köprüsünü orada suladığımda, gökte,orak ağzı gibi yeni bir ay vardı. Bir müddet sonra da, uzaklardaki dağların ardında batıp gitti.
Serinliğin etrafa yayıldığı saatlerde, Tren Yolu boyunca uzanan bayırlar boyunca yaylıma duran sürü yukarı, daha yukarı derken, İğdeli Yarmanın oralara kadar çıktık. İğdeli Yarmanın Hemen altında tohumlu bir buğday firezi vardı. Sürü firezde yaylıma çökünce, bende bir köstebek yığıntısı toprağa sırtımı verip, yıldız harmanına dönmüş gökyüzüne bakıyordum ki, derelikten alevler yükseldi.
Söylemeyi unuttum, şimdiki bulunduğum yer, tam da Kör Mısto'nun bahçesinin karşı yamacıydı.
Çok geçmeden, bahçenin sağ alt köşesinden de alevler yükselmeye başladı. İki alev, hem birbirlerine doğru, hemde kayalar istikametin doğru onlarca metre gökyüzüne doğru yükseliyordu. Bahçesindeki kulübede geceleyen Kör Mısto'nun sesi kayalarda yankılandı.
''Yetişin komşular, can kurtaran yok mu? Allah'ını seven yetişsin''! diye, feryat ediyordu. Civar bahçelerde geceleyen halktan, bir bağırtıdır koptu. Sanırım,eline beli, küreği kazmayı kapan yangın mahiline koşuyordu. Ama alevlerin aydınlattığı alana gelenler, bir türlü yangına yaklaşamıyordu. Alevlerin erişemediği alandaki ağaç ve çitleri kesmeye koyulmuşlardı. Etraf gündüz gibi aydınlanıyor, bulunduğum yerde bile ateşin ısısı yüzümü yalıyordu.
Çok geçmeden şehir yönünde siren sesleri duyuldu. Demek ki, evinde telefon olan biri itfaiyeye telefon etmiş. Çok geçmeden iki itfaiye aracı Kayabaşına geldi. Ama neye yarar.İtfaiye araçlarının yangın alanına gireceği bir yol yoktu. İtfaiyeciler de tıpkı diğer çiftçiler gibi, aletlerini alan, diğerlerinin yanında yer aldılar. Bir kaç saat Kayabaşı'ndaki araçların tepe lambaları yanıp durdu.
Nihayet saatler sonra alevler görünmez oldu. Geceyi aydınlatan,itfaiye araçlarının tepe ışıklarından başka ışık kalmadı. Bir ses, oradakilere hitaben,
''Sakın yangın yerinden ayrılmayın. Soğutmayı sürdürün'', diyordu.
Sürümü ağıla getirdiğim zaman neredeyse şafak söküyordu.
Ertesi gün Kayabaşına çıktığımda, Kör Mısto'nun Bahçesi tam da bir yangın yeriydi. Bu bahçeyi ayağa kaldırmaya bir ömür yetmezdi.
O günden sonra, Kör Mısto'yu oralarda hiç gören olmadı.
Oğlu, olaya kayısız kalmadı. Bir süre hukuk mücadelesi vermesine rağmen, bahçeyi kundaklayanların kimliklerine ulaşılamadı.
Bir müddet sonra, merakından yatağa düşen kör Mısto'nun öldüğünü duyduk.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder