30 Ocak 2016 Cumartesi

İLKOKULA BAŞLIYORUM

                           





                                             OKULDA İLK GÜNÜM

      İlkokula yazılmam öyle kolay olmadı. Mahalledeki yaşıtlarım, okulun açılması yaklaşınca, aile büyükleri tarafından okula yazılmış ve okul için gerekli alışverişlerini yapmışlardı. Bana gelince, beni okula göndermeyeceğini söyleyen babam, gözümde yaş kalmayıncaya kadar beni ağlatmıştı.
      Okulun açılmasına çok az bir zaman kala, benden daha büyük olan amcam oğluna, beni okula yazdırmasını söyledi. Amcam oğluyla, okulun kapısından içeri girdiğimizde, heyecandan kalbimin duracağını zannettim. Sonradan sınıf öğretmenimiz de olacak, okul müdürünün tüm sorularını yanıtlayan amcam oğlunun bir yere imza atmasıyla, okula yazılmış oldum.
       Annemle birlikte, alınan krizet adı verilen önlüklüğümü, mahallenin terzisi olan bayana götürüp ölçü verdik. Ciddi, ciddi okullu oluyordum artık.
       Derken, beklenen gün gelip çattı. Okula gitmeye hazırlanırken, sorunun ne olduğunu bilemediğim bir erteleme yaşandı. Mahalledeki tüm okullu çocuklar okulun yolunu tutarken, benim önüme her gün otlattğım kuzuları kattılar. Gene göz yaşları içerisinde, kuzularımı, Melekbaba denilen yerdeki otlağa götürdüm.
       Gün, ''kaba kuşluk'' denilen zaman dilimine varmıştı ki, Annem, ''bibi'' dediğimiz bir aile büyüğümüzle birlikte yanıma geldiler. Hayatta hiç unutmadığım bir anı yaşattılar bana. Annem yanında bir bohça ile gelmişti. Beni oracıkta bir güzel soydu. Tepeden tırnağa yeni olan ve hepsi benim olacak elbiseyi bana giydirdi. Önlüğün üzerine beyaz yakayı takınca okul kıyafetim tamam olmuştu .Annem, sevgi ve övgüyle beni bağrına basıp, sevdi. Elime ıslatılmış tandır ekmeği ve peyniri tutuşturarak, haydi oğlum, okula dedi ve ekledi  ''Hep iyi bir çocuk ol, yolun ve bahtın açık olsun,'' diyerek, bana okulun yolunu tarif etti.
      Okulumuz, Çarmuzu'daydı. Çarmuzu, Malatya'nın en büyük mahallesiydi ve şehrin kuzeyinde yer alıyordu. İlyas Mahallesi'nin bittiği  ''Horhorik''  denilen yerden başlayan ve  ''Issız Yol''  denilen, yolun 300 m. ilerisindeki, semt mezarlığının hemen bitişiğinde sayılırdı. Okul Tabelası' nda,  1948 yılında yapıldığı yazılıydı. Tek katlı, beş sınıflı, bir müdür odası bir öğretmen odası ve bir de okul hademesine ait odadan ibaretti. Okulun oyun bahçesi, sonradan yapılan ilaveyle, bir dönüm kadardı. Kız ve erkeklere ait tuvaletler ve tuvelet duvarına sıralı okul çeşmelerinden ibaretti.
       Okulun ismi, Çarmuzu İlkokulu'ydu. Bu okul yapılmadan önce, eğitim ve öğretim, ''İmmi' nin Evi'' denilen bir binadan yapılırmış ve birleşik sınıflar halinde öğrenim görülürmüş. Yeni bina yapılınca, buraya taşınmış. Biz okula başladığımız yıl, ilk defa beş sınıf müstakil hale getirilmişti.
      Okulun adı, 1960  İhtilaline kadar, Çarmuzu, sonraları Devrim İlkokulu, Daha sonraki yıllarda, 23 Nisan İlkokulu adını almıştır.
       Okulumuza gelen öğrenciler, şu farklı semtlerden gelirdi: Marasalı, İlyas, Hacı Reşit, Eğri Ceget, Melekbaba, Karşıgeçe (Kıraç), Kiltepe ve Meydanlık Semtleri'ydi. Okulun mevcudu 150 kişi kadardı. Ama Kiltepe ve Melekbaba iskana açılınca, hızlı bir nüfus artışı oldu ve 1959 - 1960 öğretim yılında ikili öğretime geçildi.
      Okula geldiğimde, arkadaşlarım kaçıncı dersteydi bilmiyorum.
      Sınıfa dahil olunca, mahalleden arkadaşım olan, Halil'in yanına oturdum. Adını sonradan öğrendiğim ve asla unutmadığım (Hayatım boyu hep rehberim olan) Recep Karaca yanıma geldi. ''Adın, Mustafa'ydı değil mi?''  Evetledim. ''Soyadın neydi, bakalım ?'' Ben soyadının ne olduğunu bilmiyordum. Öğretmenim masasına gidip, yoklama defterine bakarak, ''Bak Mustafa, senin soyadın, Kurt, okul numaran da 130, unutma .''  Öğretmenim:
   '' Defterin, kalemin nerede ?''sorusuna yanıt veremedim, çünkü yoktu.
      Bana bir yaprak kağıt, bir de kalem verdi. ''Şimdi şu tahtada gördüklerini kağıdına yaz bakalım.'' dedi. Böylece, sevgili öğretmenimle tanışmış oldum.
       Aradan çok az zaman geçmişti ki, sınıfın kapısı vuruldu, Mehmet Kalfa sınıfa girdi. ''Müdür bey, bu okul malzemesini, Mustafa'nın babası gönderdi'' dedi.
       Babam bana, bir defter, bir kalem ve boynuma asacağım bir silgi göndermişti.
       O yılın ilk yarısında okuma yazmayı öğrenmiştim. Bakaya olarak askere alınmış olan, Erzurum' daki babama mektup yazar duruma gelmiştim.
       Hangi yılda olduğumuzu, ancak öğretmenimizin, bir gün sınıfa takvim getirmesiyle öğrenmiştik.  
      O tarih itibarıyla 1955 yılından 1956 yılına girmiştik ve aylardan, 'Ocaktı'
      1960 yılında mezun oduğu, okulmu, öğretmenlerimi ve sınıf numaraları ezberimde olan, kalıcı dostluklar kurduğum arkadaşlarımı, hiç unutmadım.
       Bunca hatırayı içinde barındıran, yılları nasıl unuturum? ( 30. 01. 2016 )

       Mustafa KURT
       Emkl.Öğrtmn. ( Biz Çocukken )


     

25 Ocak 2016 Pazartesi

HAYFENE

                       BİR MAHALLENİN ANATOMİSİ

      Yağmurun beklendiği, ama yağmadığı zamanlarda, mahallenin yaşlı teyze ve nineleri, oturdukları kapı önünde,  sokakta oynayan mahalle çocuklarına,  ''Gelin bakalım, çocuklar, sizlere iş düştü''  diye seslenirdi. Oyunlarını isteksizce bırakan çocuklar, çağırıldıkları yere gelince, haydi bakalım biraz yağmur isteyin  Allah'tan. ''Yamuru ancak, sizin gibi sabilerin yüzü suyu hürmetine yağdırır, Allah'' diye çocukları görevlendirirlerdi.
      Çocuklar aldıkları kutsal görevi yerine getirmek için kızlı, erkekli işe koyulurlardı.
      Önce, korkuluk şeklinde büyükçe bir bebek yaparlar. Yaptıkları bebeğe ıslak bir başörtüsü örterler. Başlarlar söylenegelen maniyi topluca söylemeye,
     ''Pöt, pöt pötürcek,
      Ötürceğe ne gerek,
      Toprağa yağmur gerek,
      Ver Allah'ım ver, sicim gibi yağmur.''
     
     ''Pöt pöt pötürcek,
      Pötürceğe ne gerek.
      Teknede hamur, tarlada çamur,
      Ver Allah'ım ver, sicim gibi yağmur.''
Diyerek, önce kendilerini çağırmış olan, kadın gurubunu ziyaret ederler. Ellerinde, bulgur ve yağ, kavurma toplama kapları vardır. Kadın gurubu çocuklara verecekleri, hayfene malzemesi için dağılır. Evlerinde çocukların kendi kapılarına gelmesini beklemeye başlarlardı.
      Hayfene, Malatya'ya özgü bir adet olduğunu sanıyorum. Farklı mahallelere göre değişiklik gösterebilir. Ancak yemek mantığı aynıdır.
      Sözünü ettiğim yıllar, bundan elli, altmış yıl öncesine dayanır ve İlyas Mahallesi'ne aittir.
      Sonraki yıllarda,mahallelerin şekli değişmiş, komşuluk ilişkileri apartman düzeyine çekilmiştir.
      İlyas Mahallesi, Hükümet Konağı'nı merkez olarak alırsak. Merkeze, on dakikalık uzaklıkta, bir mahalledir. Banliyo tren istasyanunun, biraz aşağısında başlar, kuzey yönüne doğru uzanan ve uzunluğu bir kilometre kadar olan bir mahalledir. Yedi, sekiz metre genişliğinde, nispeten düz bir caddesi vardır. Caddenin iki yanında sıralı, ikiyüz hane kadar bir mahalledir.  Cadde boyunca uzanan evlerin onbeş kadarı, çatılı ve ahşap çıkmalı konaklardı.Geri kalanı, tek katlı kerpiç ve toprak damlı evlerdi. Hemen her evin caddeye açılan çift kanatlı kapısı ve caddeyi gören bir penceresi vardı.
      Cadde boyunca uzanan her evin, arkalarında,üçer, beşer yüz metre kare ev bahçesi bulunur. Bu bahçelerde, yazlık ve kışlık sebzeler yetiştirilirdi. Ayrıca bir kaç ta meyve ağacı bulunurdu.
      Mahalle, kaba taşlardan döşenmiş, çukuru bol bir yola sahipti. Araposman denilen yerde, şehirden gelen üstü açık dereden, ev bağlarını sulayan bir bölüşük su, cadde boyunca yine üstü açık olarak, aşağı mahalleye doğru akıp giderdi. Bilhassa yaz aylarında sivrisnek ve kara sinekten geçilmezdi. Bu yüzden, göz ağrısı ve sıtma salgın halde yaşanırdı.
     Sonraki yıllarda, derenin üstü kapatıldı ve mahalleye bir trahom tarama istasyonu açıldı. Giderek hastalıkların önüne geçildi.
      Mahalle erkekleri genellikle esnaftı. Ticaretle uğraşır veya el sanatlarıyla kazanç temin ederdi .Pek azı, aile çiftliğinde çiftçilik yapardı. Bayanlar ise hemen hepsi ev hanımıydı. Ev hanımı dediysek, öyle kapılara, ayvanlara,köşklere kurulup bir eli yağda bir eli balda oturup uzun uzun sohpetlerle günü akşam etmezlerdi. Yazdan kışın tedariğini görmek, kışın yaza hazırlanmak hep kadınların göreviydi.
Yaz aylarında, bahçedeki dutları sallayıp, pekmez, pestil, kesmece, dut döğmesi yapmak, onların göreviydi. Yaz meyvelerinden reçel, pelverde yapmak, salça yapmak çeşitli semzelerin kurutulması, kış için turşular kurmak ta görevlerin içindeydi. Yine komşu hanımlarla, sırasıyla evlere tandır ekmeği yapmak, ( Hem de dört beş teneke unla ). Çoluk çocuğun giyeceği kışlık çorap, hırka kazak dokumak, Yamanması gerekli pırtıları elden geçirmek, kışlık yorganları ve döşekleri, havalandırmayı da sayarsak nefes alacak zamanları mı kalırdı. Hülasa her mevsim ve ayların kendine göre düşelgeleri vardı. Bir de  ''büyük ailenin büyük derdi olur. ''Misali, üç öğün yemekler pişirmek hiçte kolay değildi say say bitmezdi. Öyle çarşı pazar dolaşıp istediğini almak o günün kadınları için değildi.
Ev halkını banyolara sokup yıkamak, birgün önceden, meşe külünü suya katmak, ertesi gün çamaşırları, bakır teştlerde yıkamak ta o günün kadınlarının görevlerindeydi.
    Yoksulluğun ağır yükü de onların belini bükerdi. Mahallenin çok az evi varlıklı sayılırdı.
    Onlar için de özel ve güzel günler yok değildi. Mahalle kadınları topluca hamama giderler, aklanır paklanır çıkarlardı. Bir de evin erkeğinden gizlice kadınlar matinesine, sinemaya giderlerdi. Türk filmlerini seyreder, doyasıya ağlamış olarak eve dönerlerdi.
    Çocuklar ise istisnasız okula giderdi. Okul çıkışı ve uzun yaz tatillerinde, ya sokak oyunu olan, bilye (Misket), develeme  (Topaç döndürme), sayı, çizgi.b eştaş oyunu oynar. Yada açık alan oyunları oynarlardı. Açık alanda, çaput toplardan iki kale futbol, yedi tuğla,s ülü deynek  ( Çelik çomak )  eski yün, ara kesme, saklanbaç, yakan top gibi oyunlar oynarlardı.
      Bazı çocuklar, uzun yaz tatillerinde ya babalarının yanına yada başka esnafların yanına çırak olarak verilir. Amaç, bir sanat öğrensin ve ya sokaklarda aylak aylak gezmesindi.
      Herkes için tatil olan bir günde, oynadıkları sokak oyunlarından birinde, oyunlarını kesmiş yağmura, çağrıya çıkmışlardı. Ellerindeki, sulu korkulukla, mahallenin bu aşağı kesiminde, mani söyleyerek, kapı kapı dolaşarak, ıslanmış tandır ekmeği, yufka, yağ, kavurma ve bulgur toplamaya koyulmuşlardı.
      Eğlence ve şamata ile birçok eve uğramış yeterince nevale toplamışlardır.
      Kazandıklarını, kendilerini teşvik eden teyzelerden birine teslim ettiler.
      Mahallede, içinde çaput bağlanan bir ağacı olan ve  ''ziyaret'' tabir edilen alana doluşup, herkes kendine düşen görevi yerine getirirdi. Su, tuz, kap, kaşık, yakacak vs. Analığı üstlenen teyze, kocaman leğeni ocağın üzerine koyup altını yakınca, sabırsız bir bekleyiş başlardı. Suyun kaynaması, suya bulgurun salınması, yağın ve kavurmanın burgula karılması yutkunularak seyredilirdi. Ocağın üzerindeki, pilavın, ''pıt pıtları''  başlayınca sabırlar artık tükenmek üzeredir.
      Evlerin birinde getirilen hıla yere yayılır, yaygının ortasına pilav leğeni konur. Ayakkabılarını yaygının dışında çıkaran, on,onbeş çocuk,  tandır ve yufka ekmeği ile birlikte pilava,çala kaşık girişirlerdi.
     Hayfenenin bir çoğunda, arkadaşlarımla birlikte, pilava kaşık sallayanlardan biri de ben olurdum.
     İşi kotaran teyze eli belinde düzeni sağlayarak, yemekten her çocuğun yemesini sağlardı. Yüzüne yayılan gülümsemesiyle mutluluğu gözlerinde okunurdu.
      Yağmur yağarmıydı bilinmez ama muhteşem bir gün artık akşama kavuşmuştur.
      Şimdilerde, İlyas Mahallesi adeta, bir ören yeri. Yukarıda bahsettiğim o görkemli sayılacak caddeye parelel, kırk metrelik bir bulvar açıldı. İki geçeli, beşer  metrelik kaldırımı ve cadde boyunca modern binalar yapıldı. Binaların altında, sıralı mağazalar açıldı. Mahallenin tek bakkalı, Cumali Dayının yeri çoktan tarihe karıştı. Artık mahallede, bombom şekeri satan bir yer de kalmadı.

       Mustafa KURT
       Emkl.Öğrtmn. (Biz Çocukken 25.01.2016)

   
   
   

15 Ocak 2016 Cuma

ÇAKI



                 ÇAKI

     Tahmini tarihe göre, sanki 1955' li yıllardı. Benden bir yaş küçük, amcam oğluyla, iki küçük çobandık. Birkaç koyun bizim, bir kaç koyun da amcamların vardı. Yirmi, yirmibeş kadar koyunu, öğlene kadar biz, öğlenden sonra babamla, nöbetleşe otlatırdık.
     Koyunları otlattığımız mera, bugünki Melekbaba ve Taştepe denilen, küçük tepe ve kıraçlar topluluğu olan arazilerdi.
     Sözünü ettiğim bu araziler, şimdilerde, iskan alanlarıdır. Üzerinde bir kaç okulun ve caminin bulunduğu mahallelerdir.
     Sözünü ettiğim yıllarda, mera saydığımız bu arazi üzerinde, şehirde çıkan, sığır sürüsü ve yine şehrin varoşlarında çıkan, birkaç da koyun sürüsü otlardı.
     Sonraları bu alan, birileri tarafından parsellendi ve iskana açıldı. Çok geçmeden de Malatya'nın en büyük, mahallelerinden bir kaçı ortaya çıktı. Ne var ki sağlıklı bir yapılaşma olmadı.Çarpık kentleşmenin kötü örneklerinden biri olma özelliğini hala koruyor.
      Şimdi tarifini şöyle yaparsam belki anlaşılır:
     Taştepe dediğimiz mahalleye, adını veren ve şu anda tepesinin zirvesinde bulunan su deposunu esas alarak, anlatmam gerektiğini düşünüyorum.
     Su deposunun, hemen güneybatı yamacında, kocaman bir mağara vardı. Hem aşırı yağışlarda, hemde yazın aşırı sıcaklarda biz çocuk çobanların sığınağıydı. iki üç metreye varan yüksekliği, yer yer on, onbeş metre eni ve elli metre kadar da uzunluğu olan bir mağaraydı.
     Yazın çadırlarda yaşayan, birkaç çingene ailesine kışın barınak olduğu da olurdu.
     Tepenin doğuya bakan yüzünde ise büyük bir taş ocağı vardı. Bu taş ocağı, Malatya' daki bir çok kerpiç evin temel taşını karşılayan, iki ocaktan biriydi. Ocakta taşı çıkarıp, şekillendiren ve ideal kütleler haline getiren, Hacı Amca dediğimiz bir şahıstı.
      Hacı Amca, taa Çarmuzu'da otururdu. Yaşlıca bir amcaydı. Her sabah, Çarmuzu' daki evinde aynı saatte çıkar ve aynı yolu takip ederek, ocağa gelirdi. Öğlenlik nevalesini, omuzuna attığı heybesinde taşırdı.
      Sabah taş ocağına geldiğinde, şalvar ve yeleğini çıkarır, iş tulumunu giyer ve akşamdan gizlediği yerden, kulungunu, keskisini, manivela demirini çıkarır ve işe koyulurdu. Çekiç ve kulungunun sesi ta uzaklarda duyulurdu.
      Yorulduğunda, kayanın gölgesine geçer nefeslenir, cigarasını tüttürürdü.
      Bazı zamanlar, Hacı Dayı, toprak testisini alır, aşağı deredeki değirmenin önündeki çeşmeye inerdi. Testisini doldurur, serin suyla abdestini alır, çeşmenin hemen üstündeki yaşlı dut ağacının gölgesinde namazını kılar görürdük.
       Deredeki bu su değirmeni, Derme Suyu üzerindeki son değirmendi. Dereye yukarı çıkıldığında bunun gibi üç değirmen daha vardı. Yakınında bulunduğu veya sıralamadaki yerine göre isimlendirilirdi. Bu dört değirmenin sahibi aynı kişiydi. Malatya'nın İleri Gelen ailelerinden, Değirmenci Kasım'dı. (Gökbulut)
       Değirmenin çarkını çeviren ise Derme Suyu'ydu. Derme Suyu, Gündüzbeyden çıkan bir kaynak suyunun adıdır. O yıllarda, henüz korumaya alınmamıştı. Suyun çıktığı, o kumsal alana ve çevresine Pınarbaşı denirdi. Pınarbaşı, Malatyalılar' ın piknik alanıydı. Malatya'dan Faytonlar dolusu insanlar buraya gelir, yazın o sıcak günlerinde, buz gibi suyun başında piknik yapar, gönüllrince eğlenirlerdi.
       Pınarbaşı'nın suyu, hemen oracıkta ikiye ayrılır. Bir kısmı şehrin içme suyu olarak demir borulara, geri kalanı ise sulama suyu olarak, büyük bir sulama kanalına alınmış.
       Sulama kanalı, Beydağı eteği boyunca, yirmi, yirmibeş kilometre yol aldıktan sonra, Kernek Parkı'nın şelalesi olarak parkı süsler. Oradan Malatya'nın kanal boyunu teşkil eder ve Şehir Stadı'nın orada toprak kanaldan yoluna devam eder. İşte Kasım'ın Değirmenler'i bu toprak kanal üzerindedir.   Sözünü ettiğim bu sulama kanalı, Malatya'nın Asbuzu Bağları'nı suladığı gibi, Orduzu ve Eski Malatya'nın binlerce dönümlük arazisini de sular.
       Son değirmenin biraz aşağısında, bizden daha büyük çocuklar, suyun önüne bir bent yapmışlardı. Yukarlarda, killi toprak üzerinde hızla kayarak, bu suni göletin içine dalardık. Yazın o sıcak günlerinde doyasıyla çimerdik. Bu arada koyunlarımız, değirmenin üzerindeki söğüt ağaçlarından birinin gölgesinde, öğlen yatağında olurdu.
       Gelelim bizim çakı hikayemize: Ben ve amcam oğlu, çobanlığın karşılığı olarak, babamdan ısrarla çakı istemiştik. Birgün babam, elinde zincirli, birer çakıyı herbirimize uzattı. Ama ne gündü. Babamın elinden kaparcasına çakıları aldık. Davar nöbetimizi, babama teslim ederetmez evin yolunu tuttuk.
       Amcam oğlu, çakısını zincirine sarıp, akıllıca cebine koydu, eve kadar da çıkarmadı. Ben ise, bıçağımın zincirini, gömleğimin iliğine taktım. Rastladığım ilk söğüt ağacından bir dal kesip başladım uğraşmaya. Eve gelinceye kadar, elimi birkaç yerinden küçük kesiklerle doldurmuştum. Kanayan her yarayı mendilimle silmiş, mendilimi kan lekeleriyle doldurmuştum. Kesikleri gören annem, bana çok kızdı. Elimi sabunlu suyla yıkayıp, tendirdiyotladı. O gün ve ondan sonraki günlerde eve hep elim kesik döndüm.
       Çakı sahibi olmanın bedeli, eldeki kesiklerdi.
       Sonraki yıllarda, hep küçük bir çakım oldu ve hep yanımda taşıdım. ( 15. 01. 2016 )

        Mustafa KURT
        Emkl.Öğrtmn. ( Biz Çocukken )
 

10 Ocak 2016 Pazar

YILANI ÖLDÜRMEK






                      YILANI ÖLDÜRMEK

     Ahmet Amca ile babamın icar ettikleri kayısı bahçesi, etrafı kaysı ağaçları, bahçenin geri kalan iç kısımları ekenekti. Birbirini tamamlayan iki bahçeden, yukarı bölümünde sebze ve bostan aşağı bölümde ise buğday ekiliydi.
     Malatya'da buğday ve arpanın hasat mevsimi, kayısıların tamda olgunlaşması dönemine rastlar.
     Ben, ablam ve Ahmet Amcanın kızı Nahide, her sabah düzenli olarak, kaysı ağaçlarının diplerini dolaşır, yere dökülen kayısıları toplar, sergen yerine getirir ve toprak sergende, çekirdeğini çıkararak, iki parçalı olarak güneşe yarardık. Bu işlem kayısının gerçek derim zamanında, bizlik olmaktan çıkar, yetişkinlerin işi olurdu. Çünkü kayısılar, on beş gün gibi kısa bir zamanda olgunlaşır ve hızlı bir şekilde hasat edilir. O, on beş gün içinde, sabahın erken saatlerinde kayısılar çarpılır, toplanır ve yarma işi, gece geç saatlere kadar devam ederdi. O yıllarda, Malatya'da islimleme işi bu kadar gelişmemişti ve kayısıların çoğu hudayı dediğimiz, (Aşılı olmayan) cinstendi. Çok azı aşılı kayısılardı ve şekerpare türü çirin yapıldığı cinstendi ve islimlenmeye tabi tutulurdu.
    Gene o yıllarda, kayısıyı modern olarak işleyen tek bir işletme vardı. Hasan Çuhadar'ın işletmesi. Hasan Çuhadar, Malatya'nın ileri gelen ailelerindendi. Hanımın Çiftliği dediğimiz muhitte, büyük bir çiftliği ve içerisinde büyük sayılabilecek, kaysı işleme tesisi vardı. Bir kaç kez babam, buraya kaysı getirdiği  zaman, kaysı taylarının arasında, eşeğin sırtında bende gelmiştim. Beton zemine serili kayısı sergeni, gerili iplere asılı, kaysı pestili, etrafa gelişi güzel atılmış, tahta kasa ve geniş saratlar vardı. Bunların arasında bir kaç küme halinde çalışan, işçi kadınlar ve ağır işleri üstlenen erkek işçiler.
     İşletmeye, gidecek kaysılar akşamdan hazırlanırdı. Gün boyu, derilen, toplanan ve ayıklanan kaysılar, sandıklanırdı. Sabah erkenden sandık çiftleri, eşeklere yüklenir ve bir, iki saatlik uzaklıktaki, Hasan Çuhadar'ın işletmesine götürülürdü. Babam ısrarlarıma dayanamaz beni de yanına alırdı. Yaşım küçüktü, bunu da okula gitmediğim yıllarda olmasından biliyordum. Anılarımı yıllar geçip te bende bırakmış olduğu, derin izleri tekrar tekrar hatırlamamdan kaynaklıydı.
    Aslında, yukarıda anlattıklarımı, asıl olan bir anıma ulaşmak için yazdım. Bir de bugün, Malatya'da
binlerce dönümlük arazide, kaysı tarımının yapılıyor olması ve küçüklü, büyüklü yüzlerce kaysı işletme ve entegre tesislerinde yapılıyor olmasıyla, kıyaslamak içindi.
     Gelelim bizim, yılan hikayemize: Yaz sıcağının doruk yaptığı saatlerde, bahçenin altındaki, su yolunda bir, bağırtı, bir şamata koptu. ''Koşun yılan var, yılan''. ''Hani nerede?, şurada burada'', derken küreği, sopayı, tüfeği kapan ,çağırılan yöne doğru koşuyorlardı. Annem, benim koşmamı engelleyerek o, alana doğru yürüdük. Biz daha yolu yarılamıştı ki, bir tüfek sesi gümledi, peşinde de, ''İşte vurdm'' diye, komşu bahçe sahibinin oğlunun sesi duyuldu. Biz o mahale vardığımızda çevre bahçelerden gelmiş on kadar meraklı, öldürdükleri yılanı, yolun ortasına uzatmış, boyunu ölçüyorlardı. Şu kadar ayak, şu kadar metre, diye.
    Derken, kahramanların tesellisi düştü. Yılanı, öldürdükleri söğüdün dibine derince bir çukur kazıp, ölü yılanı, eştikleri çukura gömüp, uzaklaştılar. Biraz önceki, bağrışmanın, şamatanın yerini, ağustos böceklerinin ve çevrede ötüşen kuşların sesi aldı.
    Akşam üzeri, bahçeye gelen babama, günün en heyecanlı olayını anlattık, Babam, olaya çok üzüldü. ''Keşke, yılanı öldürmeselerdi, şu bahçelerin her birinde bu kadar can yaşıyor. Yılanın eşi, mutlaka öcünü alacaktır'', dedi. Buna dair de, geçmişte yaşanan olayları, bizim için hikayeleştirdi.
    Aradan fazla değil, bir, iki gün ya geçmiş, ya geçmemişti. Babam büyük bir üzüntüyle yanımıza geldi, ''Bizim eşeği yılan sokmuş'', haberini verdi. Ailece çok üzüldüğümüzü gören babam, ''Yılanın soktuğu bizlerden biri de olabilirdi, ''diyerek bizi teselliye çalıştı ama nafile. Eşeğimiz, neredeyse ,ailenin bir parçasıydı.
     Babam, bostandan kabak getirdi, birtakım,otlarla karıştırarak, bir pelte yapıp, eşeğin boynundaki yılanın ısırık yerine tatbik edip, bağladı. Ama olmadı, olamadı.
     Eşeğimiz çok hastaydı, vücudunun tamamı şişmiş ve boynuna yakın yerlerde sular akıyordu. Babam, eşeğin yularını bağlı olduğu kazıktan çözdü ve eşeği serbest bıraktı. Belki, bahçede hoşuna giden bir şeyler yer, diye.
     O gecenin sabahına kalktığımızda, eşek yoktu. Bahçenin dört bir yanını, bitişik bahçelere ve dereleri, yolları aradık, yer yarılmış ta, eşek içine girmişti sanki. Artık aramaktan vaz geçtik. Babam, ''bir yerlerde düşüp, gebermiştir. ''dedi.
     Gün öğlene doğru, Kır Bekçisi Garip Dayı geldi. Babama hitaben, ( Malatya ağzıyla,)  ''Ula Mahammet, senin eşek, gidip, Alosmanın avlusunda ölmüş, Azet te, eşeği tanımış. Bana, haber ver de, gelip üleşini kaldırsın, dedi. Sana haber vermiş oldum. Benden bu kadar. ''deyip, ayrıldı.
     Babam çaresiz, yarım saatlik uzaktaki, mahallenin yolunu tuttu, bende peşinde, Babam, gelmememi söyledi ama ben ısrar edince dayanamadı. Hadi gel, dedi ve yürüdü. Babama kavuşmak zordu ama, kavuşmak için, koşar adım yürüyordum.
    Nihayet, Azet Bacıgilin avlusuna girdik. Eşeğin leşini kenara çekmişlerdi. Merdiven başında oturan Azet Bacı, ''Oğul Mahammet, nooldu bu eşeğe ve neden buraya gelip gebermiş, ''diye sordu. Babam komiklik olsun diye gülerek, ''Onu ben, doktora gönderdim, doğruca sana gelmiş Azet Ana'' dedi. Birlikte gülüştüler. ( Azet Bacıgil, kaysı bahçelerini tuttuğumuz aileydi, Babam, icar zamanı, eşekle bir- iki kez bu eve gelmiş. Eşeğin tanıdığı kapıydı. )
     Babam mahallede, bir taş arabası bulup getirdi, bir kaç kişi de yardım etti ve eşeğin cansız bedenini arabaya yüklediler. Eşeğin leşi, Tombak denilen ve mahallelerden hayli uzak olan yere atıldı.
     Bahçe yolunda babam, ''Velahavle''çekiyordu ve kendi kendisine konuşur gibi, ''Hergün gittiği bizim eve gitmemiş, gittiği yere bak' ',diyordu.
      Asıl üzgün olan bendim. Nasıl üzülmezdim, bundan sora beni, kim eve götürecek. Babam, beni, eşeğimizin üzerine bindirir, ''Haydi oğlum, eşek seni eve götürür, ''derdi. Gerçekten uysal ve akıllı eşeğimiz beni eve taşırdı.
    '' Unutulur gibi değil, değil mi''? ( 10. 01. 2016 )

       Mustafa KURT
       Emkl.Öğrtmn.(Ben Çocukken Anılarından)