15 Ocak 2016 Cuma

ÇAKI



                 ÇAKI

     Tahmini tarihe göre, sanki 1955' li yıllardı. Benden bir yaş küçük, amcam oğluyla, iki küçük çobandık. Birkaç koyun bizim, bir kaç koyun da amcamların vardı. Yirmi, yirmibeş kadar koyunu, öğlene kadar biz, öğlenden sonra babamla, nöbetleşe otlatırdık.
     Koyunları otlattığımız mera, bugünki Melekbaba ve Taştepe denilen, küçük tepe ve kıraçlar topluluğu olan arazilerdi.
     Sözünü ettiğim bu araziler, şimdilerde, iskan alanlarıdır. Üzerinde bir kaç okulun ve caminin bulunduğu mahallelerdir.
     Sözünü ettiğim yıllarda, mera saydığımız bu arazi üzerinde, şehirde çıkan, sığır sürüsü ve yine şehrin varoşlarında çıkan, birkaç da koyun sürüsü otlardı.
     Sonraları bu alan, birileri tarafından parsellendi ve iskana açıldı. Çok geçmeden de Malatya'nın en büyük, mahallelerinden bir kaçı ortaya çıktı. Ne var ki sağlıklı bir yapılaşma olmadı.Çarpık kentleşmenin kötü örneklerinden biri olma özelliğini hala koruyor.
      Şimdi tarifini şöyle yaparsam belki anlaşılır:
     Taştepe dediğimiz mahalleye, adını veren ve şu anda tepesinin zirvesinde bulunan su deposunu esas alarak, anlatmam gerektiğini düşünüyorum.
     Su deposunun, hemen güneybatı yamacında, kocaman bir mağara vardı. Hem aşırı yağışlarda, hemde yazın aşırı sıcaklarda biz çocuk çobanların sığınağıydı. iki üç metreye varan yüksekliği, yer yer on, onbeş metre eni ve elli metre kadar da uzunluğu olan bir mağaraydı.
     Yazın çadırlarda yaşayan, birkaç çingene ailesine kışın barınak olduğu da olurdu.
     Tepenin doğuya bakan yüzünde ise büyük bir taş ocağı vardı. Bu taş ocağı, Malatya' daki bir çok kerpiç evin temel taşını karşılayan, iki ocaktan biriydi. Ocakta taşı çıkarıp, şekillendiren ve ideal kütleler haline getiren, Hacı Amca dediğimiz bir şahıstı.
      Hacı Amca, taa Çarmuzu'da otururdu. Yaşlıca bir amcaydı. Her sabah, Çarmuzu' daki evinde aynı saatte çıkar ve aynı yolu takip ederek, ocağa gelirdi. Öğlenlik nevalesini, omuzuna attığı heybesinde taşırdı.
      Sabah taş ocağına geldiğinde, şalvar ve yeleğini çıkarır, iş tulumunu giyer ve akşamdan gizlediği yerden, kulungunu, keskisini, manivela demirini çıkarır ve işe koyulurdu. Çekiç ve kulungunun sesi ta uzaklarda duyulurdu.
      Yorulduğunda, kayanın gölgesine geçer nefeslenir, cigarasını tüttürürdü.
      Bazı zamanlar, Hacı Dayı, toprak testisini alır, aşağı deredeki değirmenin önündeki çeşmeye inerdi. Testisini doldurur, serin suyla abdestini alır, çeşmenin hemen üstündeki yaşlı dut ağacının gölgesinde namazını kılar görürdük.
       Deredeki bu su değirmeni, Derme Suyu üzerindeki son değirmendi. Dereye yukarı çıkıldığında bunun gibi üç değirmen daha vardı. Yakınında bulunduğu veya sıralamadaki yerine göre isimlendirilirdi. Bu dört değirmenin sahibi aynı kişiydi. Malatya'nın İleri Gelen ailelerinden, Değirmenci Kasım'dı. (Gökbulut)
       Değirmenin çarkını çeviren ise Derme Suyu'ydu. Derme Suyu, Gündüzbeyden çıkan bir kaynak suyunun adıdır. O yıllarda, henüz korumaya alınmamıştı. Suyun çıktığı, o kumsal alana ve çevresine Pınarbaşı denirdi. Pınarbaşı, Malatyalılar' ın piknik alanıydı. Malatya'dan Faytonlar dolusu insanlar buraya gelir, yazın o sıcak günlerinde, buz gibi suyun başında piknik yapar, gönüllrince eğlenirlerdi.
       Pınarbaşı'nın suyu, hemen oracıkta ikiye ayrılır. Bir kısmı şehrin içme suyu olarak demir borulara, geri kalanı ise sulama suyu olarak, büyük bir sulama kanalına alınmış.
       Sulama kanalı, Beydağı eteği boyunca, yirmi, yirmibeş kilometre yol aldıktan sonra, Kernek Parkı'nın şelalesi olarak parkı süsler. Oradan Malatya'nın kanal boyunu teşkil eder ve Şehir Stadı'nın orada toprak kanaldan yoluna devam eder. İşte Kasım'ın Değirmenler'i bu toprak kanal üzerindedir.   Sözünü ettiğim bu sulama kanalı, Malatya'nın Asbuzu Bağları'nı suladığı gibi, Orduzu ve Eski Malatya'nın binlerce dönümlük arazisini de sular.
       Son değirmenin biraz aşağısında, bizden daha büyük çocuklar, suyun önüne bir bent yapmışlardı. Yukarlarda, killi toprak üzerinde hızla kayarak, bu suni göletin içine dalardık. Yazın o sıcak günlerinde doyasıyla çimerdik. Bu arada koyunlarımız, değirmenin üzerindeki söğüt ağaçlarından birinin gölgesinde, öğlen yatağında olurdu.
       Gelelim bizim çakı hikayemize: Ben ve amcam oğlu, çobanlığın karşılığı olarak, babamdan ısrarla çakı istemiştik. Birgün babam, elinde zincirli, birer çakıyı herbirimize uzattı. Ama ne gündü. Babamın elinden kaparcasına çakıları aldık. Davar nöbetimizi, babama teslim ederetmez evin yolunu tuttuk.
       Amcam oğlu, çakısını zincirine sarıp, akıllıca cebine koydu, eve kadar da çıkarmadı. Ben ise, bıçağımın zincirini, gömleğimin iliğine taktım. Rastladığım ilk söğüt ağacından bir dal kesip başladım uğraşmaya. Eve gelinceye kadar, elimi birkaç yerinden küçük kesiklerle doldurmuştum. Kanayan her yarayı mendilimle silmiş, mendilimi kan lekeleriyle doldurmuştum. Kesikleri gören annem, bana çok kızdı. Elimi sabunlu suyla yıkayıp, tendirdiyotladı. O gün ve ondan sonraki günlerde eve hep elim kesik döndüm.
       Çakı sahibi olmanın bedeli, eldeki kesiklerdi.
       Sonraki yıllarda, hep küçük bir çakım oldu ve hep yanımda taşıdım. ( 15. 01. 2016 )

        Mustafa KURT
        Emkl.Öğrtmn. ( Biz Çocukken )
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder