6 Eylül 2015 Pazar
NERDEYSE 50 YILLIK UNUTULMAYAN LEZZET:
NEREDEYSE 50 YILLIK LEZZET
O yıl, Malatya İli, Pütürge İlçesi, Bağırsak Dere Köyü Öğretmeniydim. Bu anı ise, kasabadan köye yaptığımız bir yolculuğun hikayesidir. O yıllarda kasaba ve köy yolları, patikalardı. Hiç bir köy yolu yapılı değildi. ( Ancak beldeler hariç.)
Önümüzde yürünecek 20 km. lik yol vardı.
Üç arkadaş ( Biri ben, ikisi de köylü dostlarımdan) öğlen yemeklerimizi kasabada yedik, zaman geçirmeden, şemsiyelerimizi açıp, yola koyulduk. Mevsim kıştı ve inceden bir yağmur yağıyordu.
Taşmış Platosunu henüz aşmıştık ki yağmur önce sulu kara, sonra da iyiden iyiye kara çevirdi. Ortalığı bir de kesif sis kaplamıştı ve on, on beş metre önümüzü görmek neredeyse imkansız hale gelmişti. Yol arkadaşlarımın ikisi de yolu çok iyi biliyorlardı.
Babik Çay Yatağı'na geldiğimizde, kar topuklarımızı geçmişti. Derken çay yatağından, ''palan döken'' cinsinden bir bayırı tırmanıp, düze çıktık.
Üçümüz de hayli yorulmuştuk, elimizdeki alışveriş filelerimizi karın üzerine bırakarak birer meşe ağacına sırtımızı verip çömeldik. Üçümüzün de ağzında fabrika dumanı gibi buhar çıkıyordu. Arkadaşları bilmem ama ben kan ter içinde kalmıştım ve çok acıkmıştım.
Biraz dinlendikten sonra yola koyulduk. Yoğunluğunu artıran kar, neredeyse diz kapağımıza çıkmış, yol almak giderek zorlaşmıştı.
Bir müddet sonra, kafilenin gerisinde olan ben, neredeyse takatten kesilmiştim. Önde yürüyen Ramazan'a seslendim: (Diğer arkadaşın adı ise Derviş' ti ) Ramazan, ''Ben çok yoruldu ve acıktım;'' dedim.
Ramazan:
''Hocam, keşke önce söyleseydin, biraz önce bir köyün çok yakınında geçtik,''dedi. Ben nereden bilebilirdim, bir köyün yakınında geçtiğimizi. Sisten zaten göz gözü görmüyordu.
''Hocam biraz daha gayret '' diye, yürümeyi sürdürdü.
Az sonra karı az bir alana geldik. Çevremizde koca koca meşe ağaçları vardı. Karın altındaki yükseltilerden buranın bir köy mezarlığı olduğunu anladım.
Ramazan, ikimize hitaben,
''Siz şurada biraz dinlenin, ben hemen geliyorum, ''diyerek, bizden ayrılıp, sisin arasına daldı. Biz ise, koca meşe ağaçlardan birine sırt verip oturduk.
Biraz sonra, sislerin arasında Ramazan çıkıp geldi. Elinde iki köy ekmeği, bir koca kesek, kuru çökelek vardı. Ekmeğin birinde, kocaman bir parça bölerek bana verdi. Kocaman bir parça da çökelek uzattı. Geri kalan nevaleyi de aralarında pay ettiler.
''Vakit akşamdı, durmak olmazdı''. Bu sözler, daha tecrübelimiz olan, Derviş'e aitti, devamla, 'Hem yürüyün, hem yiyin '' dedi.
Başladık yürümeye. Ben, hem yürüyor, hem de kara köy ekmeğinden ( Bu köy ekmeği yöreye özgü bir ekmektir. Mısır ve çavdar ununun karışımından yapılır. Besleyici değeri yüksek ama bayatının yiyimi çok zor bir ekmekti. Köylü bayanlar, akşamdan mayaladıkları hamuru üçe ayırırlar, her sabah, öğlen ve akşam için ayrı ayrı sac kurarlar. Emeği taze taze yiyebilsinler diye. Ama bize verdikleri ekmek, oldukça bayattı.) parçalar ısırıyor, çökelek keseğinden kemiriyor ve yerden aldığım karla lokmamı yumuşatıyordum. Ağzıma yayılan ekmeğin, çökeleğin acımsı lezzeti ve karın soğuk katıklığı, müthiş lezzet lokması haline geliyordu.
Nevalemi son kırıntısına kadar yiyip, tükettim. İşte hayatımda yediğim bu lezzeti, neredeyse yarım yüz yıldır unutamadım. Yediğim kar da cabası.
Bu yolculukta, iki ders çıkardım. Birincisi o günden sonra çıkacağım yolculuklarda, yanıma bolca 'yol azığı' alırım. İkincisi de ''Ekmeğin katığının açlık olduğu'' gerçeği.
Yemeğin ilk lokmasından itibaren, gözlerim açıldı, dizlerime güç geldi.
Yağan kar da biraz hafiflemişti.
Ramazan ve Derviş'in, yer değiştirerek açtıkları çığırdan yürüyerek, geri kalan yolumuzu,dinlene yürüye tüketip, köye vardık.
Köy öğretmenliğimiz yıllarında, en hafif geçirdiğimiz ve içinde, tatlı tatlı tebessüm edilecek bir anımı sizlerle paylaştım. Sonraki yıllarda yaşadıklarımız yanında, halk deyimiyle '' peynir, ekmek kalır ''. (06. 09. 2015
5 Eylül 2015 Cumartesi
ANAYURDUM - ANADOLU'M
ANAYURDUM - ANADOLU'M
Cennet gibi süslü,hep sağı,solu.
Kopsa bütün fertlerin bacağı,kolu.
Düşmanını dişimizle didik-didik eder,
Savunuruz seni,Anayurdum,Anadolu'm.
Kopsa bütün fertlerin bacağı,kolu.
Düşmanını dişimizle didik-didik eder,
Savunuruz seni,Anayurdum,Anadolu'm.
Bizlere yurt oldun,ne mutlu sana.
Sende hür yaşıyorum,ne mutlu bana.
Bütün yurtlar boyansa ateşe,kana,
Savunuruz seni Anayurdum,Anadolu'm.
Sende hür yaşıyorum,ne mutlu bana.
Bütün yurtlar boyansa ateşe,kana,
Savunuruz seni Anayurdum,Anadolu'm.
Mustafa KURT Emkl.Öğrtmn.
Şiir Defterinden
Not:Kürt kardeşlerimizi asla düşman gözünde görmüyorum.Bu dışardan gelenler ve maşa olarak kullanılanlar için.
Şiir Defterinden
Not:Kürt kardeşlerimizi asla düşman gözünde görmüyorum.Bu dışardan gelenler ve maşa olarak kullanılanlar için.
SUCEYİN'DE 4 GÜN
SUCEYİN'DE 4 GÜN
Sıcakların beni bunalttığı şu günlerde,bana ilaç gibi gelen bir ziyaret gerçekleştirdim.Evet bu seyayatı sık sık yapmam gerektiği halde,araya kapatılması mümkün olmayan zaman bıraktım.İnanın bu beni utandırıyor.Ne var ki kısmet demekten başka da çare yoktur.
Suceyin'den TALİP ÖZBEK telefon etti,köyde olduklarını söyledi.Gelmem halinde çok mutlu olacaklarını belirtti.Hiç terettüt etmeden evet dedim ve birbuçuk saat sonra Arapkir'deydim.(Daha önce neden yapmadığıma şaşıyorum.)
Talip ve İmam Yaman beni Arapkir'de karşıladılar.
Guyulan Çeşmesi'nde buz gibi suyu içtik.
Ucna'da bizi bekleyen dostlara dahil olduk.Üç kuşaktan Suceyinli vardı.Oldukça duygusal anlar yaşadık.
İsimleri zikretmeyeceğim.Çünkü yeniden bir kabarık liste çıkar.
Ucna'da bizim için hazırlanan mükellef sofrada yemeğimizi yedik.
Köyde dört gün kaldım.Öylesine duygulu anlar yaşadım ki anlatamam.Bilhassa öğrencilerim olan,fakat şimdilerde anne ,annaanne,baba anne olmuşlar.paylaştıkları anılar,hem kendilerini hem de beni ağlattı.
Dört günde ulaşabildiğim tüm dostlarımın evlerini ziyaret ettim.Benden sonra Hakkın Rahmetine kavuşan kadın,erkek,genç,ihtiyar kim varsa ruhlarına dualar okuduk.Hülasa taziyelerimi sundum.Acılarımızı ortak yaptık.
Dört gün bana az geldi.Yine geleceğime dair söz vererek yine Talip ve birkaç öğrencim ve dostlarımla kasabaya döndük.
Böylece hayatımın en güzel yolculuklarından birini noktalamış oldum.
İşin teferuatına girecek olsam,birkaç sayfa tutardı.Bu kadarla yetindim.Beni hiç unutmamış olarak bağırlarına basan güzel insanları sevgi ve muhabbetle kucaklıyorum.
Onları birgün ziyaratlerimle usandıracağım.
Mustafa KURT
Suceyin Eski (Eskimemiş) Öğrtmni. 31.07.2015
Düzeltilmiş hali.
Suceyin'den TALİP ÖZBEK telefon etti,köyde olduklarını söyledi.Gelmem halinde çok mutlu olacaklarını belirtti.Hiç terettüt etmeden evet dedim ve birbuçuk saat sonra Arapkir'deydim.(Daha önce neden yapmadığıma şaşıyorum.)
Talip ve İmam Yaman beni Arapkir'de karşıladılar.
Guyulan Çeşmesi'nde buz gibi suyu içtik.
Ucna'da bizi bekleyen dostlara dahil olduk.Üç kuşaktan Suceyinli vardı.Oldukça duygusal anlar yaşadık.
İsimleri zikretmeyeceğim.Çünkü yeniden bir kabarık liste çıkar.
Ucna'da bizim için hazırlanan mükellef sofrada yemeğimizi yedik.
Köyde dört gün kaldım.Öylesine duygulu anlar yaşadım ki anlatamam.Bilhassa öğrencilerim olan,fakat şimdilerde anne ,annaanne,baba anne olmuşlar.paylaştıkları anılar,hem kendilerini hem de beni ağlattı.
Dört günde ulaşabildiğim tüm dostlarımın evlerini ziyaret ettim.Benden sonra Hakkın Rahmetine kavuşan kadın,erkek,genç,ihtiyar kim varsa ruhlarına dualar okuduk.Hülasa taziyelerimi sundum.Acılarımızı ortak yaptık.
Dört gün bana az geldi.Yine geleceğime dair söz vererek yine Talip ve birkaç öğrencim ve dostlarımla kasabaya döndük.
Böylece hayatımın en güzel yolculuklarından birini noktalamış oldum.
İşin teferuatına girecek olsam,birkaç sayfa tutardı.Bu kadarla yetindim.Beni hiç unutmamış olarak bağırlarına basan güzel insanları sevgi ve muhabbetle kucaklıyorum.
Onları birgün ziyaratlerimle usandıracağım.
Mustafa KURT
Suceyin Eski (Eskimemiş) Öğrtmni. 31.07.2015
Düzeltilmiş hali.
ŞU REZİL HAYATA YUH OLSUN
ŞU REZİL HAYATA YUH OLSUN
Köy uzak şehre,
Hasan Emmi yaya,
Kan ter içinde.
Baktı yakıcı güneşe,
Bir of çekti,
Of...
Hasan Emmi yaya,
Kan ter içinde.
Baktı yakıcı güneşe,
Bir of çekti,
Of...
Yorgundu,hemde çok.
Dikti gözünü,Ta.. karşıda,
Yeşeren yere.
Varmak için bir gayret,
Bir gayret daha,
...........................
Vardı nihayet...
Attı heybesini,gelişi güzel.
Saldırdı,olukta akan suya.
İçti kana kana.
Bir oh çekti,
Oh.....
Dikti gözünü,Ta.. karşıda,
Yeşeren yere.
Varmak için bir gayret,
Bir gayret daha,
...........................
Vardı nihayet...
Attı heybesini,gelişi güzel.
Saldırdı,olukta akan suya.
İçti kana kana.
Bir oh çekti,
Oh.....
Sonra verdi sırtını,
Söğüt ağacına.
Daldı tatlı hayallere.
Köyüne giden,güzel bir yol.
Saat başı arabalar.
Hasan Emmi atladımı,
Şeher aha...
Söğüt ağacına.
Daldı tatlı hayallere.
Köyüne giden,güzel bir yol.
Saat başı arabalar.
Hasan Emmi atladımı,
Şeher aha...
Sonra da değişti fikri.
Olmayacak diye düşündü,
Olmayacak.Hem de hiç.
Şu rezil hayata,
Bir yuh çekti.
Yuh.....
Olmayacak diye düşündü,
Olmayacak.Hem de hiç.
Şu rezil hayata,
Bir yuh çekti.
Yuh.....
MUSTAFA KURT
Şiir Defterinden 1969
Şiir Defterinden 1969
YAZACAĞIM O KADAR ŞEY VAR Kİ,YAZAMIYORUM,ÇÜNKÜ ÇOK SICAK.
Öyleyse Şiir Defterine Baş Vurup Bir Şiir Paylaşayım Dedim.
Sevgili dostlar,bizim henüz öğretmen olduğumuz yıllarda,hem köylülerimiz,hemde bizler,yol sorunu yaşardık.Hasan Emmi bir şiirle özlemini dile getiriyor.
Öyleyse Şiir Defterine Baş Vurup Bir Şiir Paylaşayım Dedim.
Sevgili dostlar,bizim henüz öğretmen olduğumuz yıllarda,hem köylülerimiz,hemde bizler,yol sorunu yaşardık.Hasan Emmi bir şiirle özlemini dile getiriyor.
TÜKENMEK ÜZERE UMUTLARIM
Bir gencin hezeyanları olarak değerlendirin.( Yaş 21 )
TÜKENMEK ÜZERE UMUTLARIM
Uykunun kurşun ağırlığını,göz kapaklarımda,
Kovmak istiyorum,gecenin geç saatlerinde.
Kapım,pencerem açık,baharın nemli rüzgarına.
Uçuşur umutlarım,peşpeşe yarasa kanatlarında,
Kovmak istiyorum,gecenin geç saatlerinde.
Kapım,pencerem açık,baharın nemli rüzgarına.
Uçuşur umutlarım,peşpeşe yarasa kanatlarında,
Gürültülü göz kırpışlarla,çalkanan gök yüzüne,
Dalan gözlerimde,sevinçlerim dönüşür hüzüne.
Yalan olur tüm gerçekler,saatler ilerlediköe,
Dost bildiğim her şey,düşman görünür gözüme.
Dalan gözlerimde,sevinçlerim dönüşür hüzüne.
Yalan olur tüm gerçekler,saatler ilerlediköe,
Dost bildiğim her şey,düşman görünür gözüme.
MUSTAFA KURT
Şiir Defterinden 1969 Dikili Taş ( Bağırsak Dere)
Şiir Defterinden 1969 Dikili Taş ( Bağırsak Dere)
ESKİDEN KÖY DÜĞÜNLERİ
ESKİDEN KÖY DÜĞÜNLERİ:
1970'li yıllarda köy düğünleri: SUCEYİN' DE DÜĞÜN VAR
1970'li yıllarda köy düğünleri: SUCEYİN' DE DÜĞÜN VAR
Sevgili dostlar, benim bu gün sizlerle paylaşacağım düğün anlatımım, o yıllarda Malatya ve çevresinde yapılan ve üç aşağı, beş yukarı birbirine benzeyen köy düğünlerinden biri diyelim.
Gene örneklediğim köy düğünü, anılarımda yer alan Suceyin Köyü' ne ait ve onlarca yılın örf ve adetini içinde barındıran ve renkli folklorümüzden sadece bir kesit.
Aylarca süren bir sürecin sonunda, bir gün kapınız çalınır. Falanca dayı oğlunu evlendiriyor, sizlere selamı var. Falan gün, buyurun gelin, diye size '' okuntu '' denilen bir armağan sunar. Bu okuntu.bir çay bardağıdır, bir mendildir veya küçük paketlerde şeker veya lokumdan oluşur. Kendisine okuntu gönderilen kişi, selamı '' baş üstüne '' alır ve okuntuyu getiren kişiye bahşiş verir.
Bir müddet sonra, kız evinin '' okuntus u'' gelir, aynı merasim tekrarlanır.
Düğün günü, köyde düğünlerde bayrak taşıyan şahıs, ( Bu şahıs, sağ olduğu müddetçe değişmezdi, Suceyin Köyü' nün değişmeyen bayrakçısı '' ERKEK EMMİ '' lakaplı M. Ali Oral' dı. Uzunca ve düzgün bir sırığa takılı, orta boy bir bayrağı, erkek evinin ( Damadın ) damına dikerdi. ( O yıllarda köyde tek çatılı bina köy okulu, varsa öğretmen lojmanıydı.) Sato Dayı, tokmağını davula vurur. Karadayı zurnayla '' Cezayir Havası' yla '' ona eşlik eder. Zaten, tokmak davula vurulduğu an düğün başlamıştır.
Düğün gününe kadar, olaylar birçok evreler geçirmiştir. Yine yer yer küçük farklılıklar gösterse de tüm yörede düğün, ayni aşamalarda geçer.
Suceyin' de iki gencin evlendirilmesi, görücü usulüne göre yapılmaz. Önce, kız - erkek iki genç, kuytu sayılabilecek yerlerde konuşur, anlaşırlar. Birbirini isteyen iki gençten,e rkeğin ana ve babası, kız evini ziyaret ederek, ağız yoklaması yaparlar. Kız evini verimkar görürlerse, aile büyükleri, kız evine '' kahve içme '' ziyaretinde bulunurlar. Sohpet geçişinden sonra, Türkiye' nin her yerinde olduğu gibi '' Allahın Emri, Peygamber'in Kavli '' ile kız istenir.
Kız, ailesi tarafından verilmişse, '' şirinlik '' denilen bir şerbet içilir. Düğünde yapılacak alış verişler konuşulur. Kız evi fakirse, aileye düğünde harcaması için, bir miktar para verilir. ( Suceyin' de benim bildiğim kadarıyla, başlık parası yoktu. Eğer istenen kız ailesi tarafından verilmez ise, daha önce anlaşmış olan gençler kaçarlar. İşte o zaman, köyün ileri gelenleri, iki aileyi anlaştırmak için araya girer ve bir miktar kan parası alınarak, iş tatlıya bağlanır. Güzel olan bir şeyi de burdan anlatmadan geçemem. Hiç bir Suceyinli resmi nikah yapmadan kızının düğününü tutmaz.) Derken kararlaştırılan bir gün iki aile Kasaba Pazarı' na giderek, düğün alış verişi (pırtı alış verişi ) yaparlar. Halleri elverdiği nispetle altın takılar da alırlar. Böylece, ''düğün maserifi '' görülmüş olur.
Sıra, gelin elbisesinin dikilmesine ve her yerde olduğu gibi, çeyiz hazrlamaya gelir. Oymalı çeyiz sandığı alınır, gerekli gereçler konur. Yün yataklar köpünür. Kız evinde bunlar yaşanırken, erkek evi ise misafir ağırlama mekanları hazırlamak, kız evine gönderilecek hediye paketi hazılamak ve çerez sinisi hazırlamakla meşguldür. Sonuç olarak her iki düğün evinde bir telaş, bir telaş, görmeyin gitsin.
Telaş sadece düğün evleriyle sınırlı kalmaz. Her evde, düğüne gitme telaşı vardır. Sandıklar boşaltılır, özel günlerde giyilmek için saklanan pırtılar dışarı dökülür, fesler kalıba konur, gümüşler parlatılır, beyaz izarlar hazırlanır, varsa kıymetli takılar çıkarılır.
Düğün günü olanlar, kutnudan yapılmış üç etek kaftan, içine beyaz içlik giyer, beline yün kuşak sarar, kırmızı veya mor atlastan ,paçaları boğmalı tumanlar giyerler. Başa fes vurur, bel altına kadar sarkan beyaz tülbent ( izar ) örterler. Ayağa yörede dokunan halı motifli çorap giyer, ayakkabı olarak,ya '' Ankara Lastiği '' ya da deri yemeni veya topuksuz iskarpin giyerek, milli kıyafetine bürünürler. Bu tür kıyafeti olmayanlar ise allı, morlu basmadan yapılmış fistanlar giyer, beline puşu bağlar ve olmazsa olmazı, köylü başı yaparlar. Çocuklar giydirilir, beylerine sandıkta basılı, özel günler için saklanmış elbiseler giydirilir.
Artık koca köy, düğüne hazırdır.
Sato Dayı, davula tokmağı vurmuş, Kara Dayı, zurnayı üflemişse, düğün fiilen başlamıştır. Davul sesini duyan köylüler, yavaş, yavaş düğün evine yollanırlar.
Damat Bey, siyah takım elbisesini, beyaz gömleğini giymiş, havlu atkısını iki dişi arasına alarak ( Damadın güldüğü görülürse, davarlar uyuz olurmuş.) bir sandalyeye oturmuştur. Davulcu ondan bahşişini alır ve halaya geçilir. Yörede, Malatya-Malatya, Elazığ Diki, Üçayak. Halay, Semah gibi oyunlar sıkça oynanır. Ayrıca kişisel becerisi olanlar, Delilo, Narey, Malatya Çiftetellisi oynarlar. Ayrıca Köy yiğitleri tarafından oynanan '' tura '' oyununun tadına doyulmaz.
Bir de, ortada dolaşıp, düğünü kızıştıran soytarı vardır. Oynayanları seyreden kişilerden para ve selam alır, parayı zurnacıya verir ve oynayanlara şöyle seslenir: ' 'Falanca beyin, ağanın veya dayının selamı var, para harcadı, iyi oynasınlar dedi '' der. Halaydakiler uzunca bir, Heeey çektikten sonra, '' kesesine bereket ''diyerek, oyunu sürdürürler. Düğünlerde, bayanlar pek oynamaz, seyiri tercih ederler. Sanırım ev içlerinde kendilerince eğlenirler. Yalnız, yaşlıca bayanlar, erkekli, bayanlı '' Arguvan Semah'ı '' dönerler.
Düğün, hem damat evinde, hem de gelin evinde coşkuyla iki gün devam eder. Geceleri, düğünün davullu zurnalı kısmı susar, önceden belirlenmiş köy odalarında, yaşa ve konuma göre kurulan sofralarda, yenilir içilir, şarkı ve türküler söylenerek, sabahlara kadar eğlenilir. Damatta akranları ile birlikte başka bir mekanda eğlendirilir. Eğlence gece boyunca, kız evinde de devam eder. Köylü kadınlar ve genç kızlar, şarkılar, türküler eşliğinde gelinin ellerine kına yakarlar. Kendi ellerine de gelin kınasınsından alırlar.
Ertesi gün ,atlı ve yayalardan oluşan düğün alayı, bayrakçının arkasına takılarak, kız evine gider. Hediyeler bırakılır gelin alınır, Baba evinde alınan gelin, getirilen, süslenmiş köyün en güzel atına bindirilir. gelinin atı ve yedekteki çehizi taşıyan at, damadın evine doğru yol alınır .Gelin kızın ardından annesi, maniler dizer, ağıtlar yakar. Komşuya gitse de artık o, el kapısına gitmektedir.
Gelinin kıyafeti, tam da, Malatya yöresi kıyafetidir. Geline, kutnu kumaştan boydan ve büzgüsüz kaftan, beyaz ipek içlik, yün kuşak, altına,kırmızı atlastan, paçaları boğmalı tuman, ayağınada halı motifli yün çorap ve rugan iskarpinler giydirilir. Başındaki fesin, alnı boyunca yarım veya çeyrek altın dizili fes giydirilir, varsa boynuna beşibir yerde gerdanlık takılır ve mor bir şal ile,yüzüne atın yelesine kadar inen bir peçe takılır. Yani, kimse gelinin yüzünü göremez.
Davul zurna eşliğinde, koca evine gelen gelin, eve girerken, ayağının önünde testi kırılır, damın tepesinde, başına bozuk parayla çerez ve şeker serpilir. Köşesine oturtulan gelinin yüzü, kayınvalide tarafından açılır ve kucağına erkek çocuk oturtulur. ( Erkek çocukları olsun da, baba ocağını tüttürsün diye.) Ayrıca, adanan kurban kesilir ve düğün yemeği hazırlanır..
Düğün ekmeği bir gece önce, köyün hanımları tarafından yapılmıştır.
Düğün mezeleri ve düğün yemeği Cumbuş gilin Memo Dayı tarafından yapılır.
Ayrıca köylü kadınlar geline, köy ürünlerinden hediyeler getirirler. Yine güçleri yettiğince gelinin avcuna küçük harçlıklar koyarlar.
Topluca düğün yemeği yenilir, dualardan sonra düğün sonlandırılır. Artık iş meşhur sağdıç, Seydo Amca' ya ( Seydo Demir ) havale edilir.
Bu, aynı köyden olan iki aile arasında olan bir düğün. Farklı köyler arasındaki düğünler, bu anlatılanların aynıdır. Araya mekan ve mesafe farkı girmiştir,
Bir düğün merasimini anlatmak çok da kolay değil. Ne davulun, ne de zurnanın ezgilerini hissettiremezsin. Halaylardaki o coşkuyu geçiremezsin. Kızın ailesindeki o ayrılık manilerini dillendiremezsin. Atılan keyifli sarhoş nağralarını ve havaya atılan silahların keyfini bilemezsin, damadın boynuna attığı havlunun nedenini açıklayamazsın. Hele hele iki gün boyunca sürüp giden düğünün tüm yaşananlarını yazıya dökmenin imkansızlığını ve gizli kalmış yönlerini sen de bilmezsin.
Artık, düğünde benim bilmediğim ya da eksik bıraktıklarımı sizler tamamlayacaksınız. Ben bu paylaşımımla 40 yıl gerilere gittim.Şimdilerde düğünler,düğün salonlarında yapılıyor.Bu günkü düğünler,emeksiz, zahmetsiz düğünlerdir. Verirsin parayı olur, biter. Fukaralığın yoğun olduğu o yıllarda düğün yapmak hiç de kolay değildi. Ama bir haddini bilme ,bir özveri ve paylaşım, bir imece vardı.
Masal gibi bitirelim, onlar erer muradına, bizlere de kerevete çıkmak kalıyor. Ya da '' gökten üç elma düşer.'' ( 25 Temmuz 2015 )
Gene örneklediğim köy düğünü, anılarımda yer alan Suceyin Köyü' ne ait ve onlarca yılın örf ve adetini içinde barındıran ve renkli folklorümüzden sadece bir kesit.
Aylarca süren bir sürecin sonunda, bir gün kapınız çalınır. Falanca dayı oğlunu evlendiriyor, sizlere selamı var. Falan gün, buyurun gelin, diye size '' okuntu '' denilen bir armağan sunar. Bu okuntu.bir çay bardağıdır, bir mendildir veya küçük paketlerde şeker veya lokumdan oluşur. Kendisine okuntu gönderilen kişi, selamı '' baş üstüne '' alır ve okuntuyu getiren kişiye bahşiş verir.
Bir müddet sonra, kız evinin '' okuntus u'' gelir, aynı merasim tekrarlanır.
Düğün günü, köyde düğünlerde bayrak taşıyan şahıs, ( Bu şahıs, sağ olduğu müddetçe değişmezdi, Suceyin Köyü' nün değişmeyen bayrakçısı '' ERKEK EMMİ '' lakaplı M. Ali Oral' dı. Uzunca ve düzgün bir sırığa takılı, orta boy bir bayrağı, erkek evinin ( Damadın ) damına dikerdi. ( O yıllarda köyde tek çatılı bina köy okulu, varsa öğretmen lojmanıydı.) Sato Dayı, tokmağını davula vurur. Karadayı zurnayla '' Cezayir Havası' yla '' ona eşlik eder. Zaten, tokmak davula vurulduğu an düğün başlamıştır.
Düğün gününe kadar, olaylar birçok evreler geçirmiştir. Yine yer yer küçük farklılıklar gösterse de tüm yörede düğün, ayni aşamalarda geçer.
Suceyin' de iki gencin evlendirilmesi, görücü usulüne göre yapılmaz. Önce, kız - erkek iki genç, kuytu sayılabilecek yerlerde konuşur, anlaşırlar. Birbirini isteyen iki gençten,e rkeğin ana ve babası, kız evini ziyaret ederek, ağız yoklaması yaparlar. Kız evini verimkar görürlerse, aile büyükleri, kız evine '' kahve içme '' ziyaretinde bulunurlar. Sohpet geçişinden sonra, Türkiye' nin her yerinde olduğu gibi '' Allahın Emri, Peygamber'in Kavli '' ile kız istenir.
Kız, ailesi tarafından verilmişse, '' şirinlik '' denilen bir şerbet içilir. Düğünde yapılacak alış verişler konuşulur. Kız evi fakirse, aileye düğünde harcaması için, bir miktar para verilir. ( Suceyin' de benim bildiğim kadarıyla, başlık parası yoktu. Eğer istenen kız ailesi tarafından verilmez ise, daha önce anlaşmış olan gençler kaçarlar. İşte o zaman, köyün ileri gelenleri, iki aileyi anlaştırmak için araya girer ve bir miktar kan parası alınarak, iş tatlıya bağlanır. Güzel olan bir şeyi de burdan anlatmadan geçemem. Hiç bir Suceyinli resmi nikah yapmadan kızının düğününü tutmaz.) Derken kararlaştırılan bir gün iki aile Kasaba Pazarı' na giderek, düğün alış verişi (pırtı alış verişi ) yaparlar. Halleri elverdiği nispetle altın takılar da alırlar. Böylece, ''düğün maserifi '' görülmüş olur.
Sıra, gelin elbisesinin dikilmesine ve her yerde olduğu gibi, çeyiz hazrlamaya gelir. Oymalı çeyiz sandığı alınır, gerekli gereçler konur. Yün yataklar köpünür. Kız evinde bunlar yaşanırken, erkek evi ise misafir ağırlama mekanları hazırlamak, kız evine gönderilecek hediye paketi hazılamak ve çerez sinisi hazırlamakla meşguldür. Sonuç olarak her iki düğün evinde bir telaş, bir telaş, görmeyin gitsin.
Telaş sadece düğün evleriyle sınırlı kalmaz. Her evde, düğüne gitme telaşı vardır. Sandıklar boşaltılır, özel günlerde giyilmek için saklanan pırtılar dışarı dökülür, fesler kalıba konur, gümüşler parlatılır, beyaz izarlar hazırlanır, varsa kıymetli takılar çıkarılır.
Düğün günü olanlar, kutnudan yapılmış üç etek kaftan, içine beyaz içlik giyer, beline yün kuşak sarar, kırmızı veya mor atlastan ,paçaları boğmalı tumanlar giyerler. Başa fes vurur, bel altına kadar sarkan beyaz tülbent ( izar ) örterler. Ayağa yörede dokunan halı motifli çorap giyer, ayakkabı olarak,ya '' Ankara Lastiği '' ya da deri yemeni veya topuksuz iskarpin giyerek, milli kıyafetine bürünürler. Bu tür kıyafeti olmayanlar ise allı, morlu basmadan yapılmış fistanlar giyer, beline puşu bağlar ve olmazsa olmazı, köylü başı yaparlar. Çocuklar giydirilir, beylerine sandıkta basılı, özel günler için saklanmış elbiseler giydirilir.
Artık koca köy, düğüne hazırdır.
Sato Dayı, davula tokmağı vurmuş, Kara Dayı, zurnayı üflemişse, düğün fiilen başlamıştır. Davul sesini duyan köylüler, yavaş, yavaş düğün evine yollanırlar.
Damat Bey, siyah takım elbisesini, beyaz gömleğini giymiş, havlu atkısını iki dişi arasına alarak ( Damadın güldüğü görülürse, davarlar uyuz olurmuş.) bir sandalyeye oturmuştur. Davulcu ondan bahşişini alır ve halaya geçilir. Yörede, Malatya-Malatya, Elazığ Diki, Üçayak. Halay, Semah gibi oyunlar sıkça oynanır. Ayrıca kişisel becerisi olanlar, Delilo, Narey, Malatya Çiftetellisi oynarlar. Ayrıca Köy yiğitleri tarafından oynanan '' tura '' oyununun tadına doyulmaz.
Bir de, ortada dolaşıp, düğünü kızıştıran soytarı vardır. Oynayanları seyreden kişilerden para ve selam alır, parayı zurnacıya verir ve oynayanlara şöyle seslenir: ' 'Falanca beyin, ağanın veya dayının selamı var, para harcadı, iyi oynasınlar dedi '' der. Halaydakiler uzunca bir, Heeey çektikten sonra, '' kesesine bereket ''diyerek, oyunu sürdürürler. Düğünlerde, bayanlar pek oynamaz, seyiri tercih ederler. Sanırım ev içlerinde kendilerince eğlenirler. Yalnız, yaşlıca bayanlar, erkekli, bayanlı '' Arguvan Semah'ı '' dönerler.
Düğün, hem damat evinde, hem de gelin evinde coşkuyla iki gün devam eder. Geceleri, düğünün davullu zurnalı kısmı susar, önceden belirlenmiş köy odalarında, yaşa ve konuma göre kurulan sofralarda, yenilir içilir, şarkı ve türküler söylenerek, sabahlara kadar eğlenilir. Damatta akranları ile birlikte başka bir mekanda eğlendirilir. Eğlence gece boyunca, kız evinde de devam eder. Köylü kadınlar ve genç kızlar, şarkılar, türküler eşliğinde gelinin ellerine kına yakarlar. Kendi ellerine de gelin kınasınsından alırlar.
Ertesi gün ,atlı ve yayalardan oluşan düğün alayı, bayrakçının arkasına takılarak, kız evine gider. Hediyeler bırakılır gelin alınır, Baba evinde alınan gelin, getirilen, süslenmiş köyün en güzel atına bindirilir. gelinin atı ve yedekteki çehizi taşıyan at, damadın evine doğru yol alınır .Gelin kızın ardından annesi, maniler dizer, ağıtlar yakar. Komşuya gitse de artık o, el kapısına gitmektedir.
Gelinin kıyafeti, tam da, Malatya yöresi kıyafetidir. Geline, kutnu kumaştan boydan ve büzgüsüz kaftan, beyaz ipek içlik, yün kuşak, altına,kırmızı atlastan, paçaları boğmalı tuman, ayağınada halı motifli yün çorap ve rugan iskarpinler giydirilir. Başındaki fesin, alnı boyunca yarım veya çeyrek altın dizili fes giydirilir, varsa boynuna beşibir yerde gerdanlık takılır ve mor bir şal ile,yüzüne atın yelesine kadar inen bir peçe takılır. Yani, kimse gelinin yüzünü göremez.
Davul zurna eşliğinde, koca evine gelen gelin, eve girerken, ayağının önünde testi kırılır, damın tepesinde, başına bozuk parayla çerez ve şeker serpilir. Köşesine oturtulan gelinin yüzü, kayınvalide tarafından açılır ve kucağına erkek çocuk oturtulur. ( Erkek çocukları olsun da, baba ocağını tüttürsün diye.) Ayrıca, adanan kurban kesilir ve düğün yemeği hazırlanır..
Düğün ekmeği bir gece önce, köyün hanımları tarafından yapılmıştır.
Düğün mezeleri ve düğün yemeği Cumbuş gilin Memo Dayı tarafından yapılır.
Ayrıca köylü kadınlar geline, köy ürünlerinden hediyeler getirirler. Yine güçleri yettiğince gelinin avcuna küçük harçlıklar koyarlar.
Topluca düğün yemeği yenilir, dualardan sonra düğün sonlandırılır. Artık iş meşhur sağdıç, Seydo Amca' ya ( Seydo Demir ) havale edilir.
Bu, aynı köyden olan iki aile arasında olan bir düğün. Farklı köyler arasındaki düğünler, bu anlatılanların aynıdır. Araya mekan ve mesafe farkı girmiştir,
Bir düğün merasimini anlatmak çok da kolay değil. Ne davulun, ne de zurnanın ezgilerini hissettiremezsin. Halaylardaki o coşkuyu geçiremezsin. Kızın ailesindeki o ayrılık manilerini dillendiremezsin. Atılan keyifli sarhoş nağralarını ve havaya atılan silahların keyfini bilemezsin, damadın boynuna attığı havlunun nedenini açıklayamazsın. Hele hele iki gün boyunca sürüp giden düğünün tüm yaşananlarını yazıya dökmenin imkansızlığını ve gizli kalmış yönlerini sen de bilmezsin.
Artık, düğünde benim bilmediğim ya da eksik bıraktıklarımı sizler tamamlayacaksınız. Ben bu paylaşımımla 40 yıl gerilere gittim.Şimdilerde düğünler,düğün salonlarında yapılıyor.Bu günkü düğünler,emeksiz, zahmetsiz düğünlerdir. Verirsin parayı olur, biter. Fukaralığın yoğun olduğu o yıllarda düğün yapmak hiç de kolay değildi. Ama bir haddini bilme ,bir özveri ve paylaşım, bir imece vardı.
Masal gibi bitirelim, onlar erer muradına, bizlere de kerevete çıkmak kalıyor. Ya da '' gökten üç elma düşer.'' ( 25 Temmuz 2015 )
MUSTAFA KURT
Suceyin Köyü Eski Öğretmeni
Suceyin Köyü Eski Öğretmeni
BEN DOĞAYA DOĞMUŞUM
BEN DOĞAYA DOĞMUŞUM
Ben ,baharda doğmuşum.
Dağların yeşil,
Çiçeklerin mor pembe olduğu,
Derelerin coşkun aktığı,
Tohumun toprağa düştüğü,
Börtü,böceğin hayata döndüğü,
Ekinlerin göcek olduğu.
Bir zamanda,
Baharda,
Anamın eteğinden,
Tabiatın kucağına doğmuşum.
Doğum günüm,
Üç ay,bahardır.
Dağların yeşil,
Çiçeklerin mor pembe olduğu,
Derelerin coşkun aktığı,
Tohumun toprağa düştüğü,
Börtü,böceğin hayata döndüğü,
Ekinlerin göcek olduğu.
Bir zamanda,
Baharda,
Anamın eteğinden,
Tabiatın kucağına doğmuşum.
Doğum günüm,
Üç ay,bahardır.
MUSTAFA KURT
Şiir Defterinden
Şiir Defterinden
''İTİBAR''ımız.
BİZİM OLDUĞUNU İDDİA ETTİĞİMİZ BİR ÇOK ŞEY ASLINDA BİZİM DEĞİLDİR
''İTİBAR'' ımız.
Sevgili dostlar, bundan birkaç gün önce, Cumhurbaşkanlığı sarayının, ülke kaynaklarının çarçur edilerek yapıldığını ve israfın doruk yaptığını dillendirmiştim. Bu tespitleri doğrulayanlar olduğu gibi karşı çıkanlar hiç de az değildi. Belli bir eğitim almış ama parti sevicilikleri ağır basan bu kişiler, o sarayın yapılış gerekçelerinin, tıpkı toplu eleştirilere cevap veren, Sayın Cumhurbaşkanının ağzı ile konuşuyor. '' itibar ve Milletin malı '' olduğundan söz ediyor ve bu yapılanların hiçte savurganlık olmadığını savunuyorlar ve karşı görüşte olanları iknaya çalışıyorlardı.
Ülkenin yığılı bunca sorunu varken, ülkede sayıları milyonlarla ifade edilen ve bildiğimiz işsizimiz varken. yoksulluk sınırı altında yaşayan 15 milyon yoksulumuz varken, sayıları günden güne artan öğrencilerimizin yurt sorunu varken, yine övünerek sayılarını verdiğimiz,eğitim ve öğretimdeki öğrencilerimizin, derslik sorunu varken, istihdam yaratacak ama bir türlü hayata geçirilemeyen projeler varken, kadroya alınmayan yada taşerona terkedilmiş, asgari ücrete mahkum edilmiş işçilerimiz varken, işçilerimizin can güvenliği hiçe sayılıyorken, kentlerdeki alt yapı sorunları çözülememişken, bu ülkede lükse ve desinlere tek bir kör kuruşu israf etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Eğer '' itibar ' 'istiyorsak, kalkınmış, demokrasiyi tam anlamıyla sindirmiş, komşularıyla sorun yaşamayan, güçlü ordusu ve hukukun üstünlüğünü içselleştirmiş, halkın mutluluğundan mutlu olan, halkından kendini soyutlamamış yöneticilerin olduğu, bir ülke itibarlıdır.
Hülasa, temel hak ve özgürlüklere saygılı, bizden olan, olmayan ayrımcılığından uzak, her türlü tutuculuğu reddeden, din, dil, ırk ve mezhep ayrımcılığı yapmayan bir yönetim biçimi ancak bizi itibarlı kılar.
Ne varmış, bu saray zaten milletin sarayı diyenler var. Kendinizin ( Milletin ) sarayı dediğiniz bu çok ama çok görkemli saraya, yüreğiniz yetiyorsa elli metre yaklaşın. Yaklaşamazsınız. Sizi yaklaştırmazlar. Yani, bizim diye övündüğünüz birçok şey sizin değildir. Seçim öncesi her vatandaşına dokunmak isteyen millet vekili adaylarınıza, eğer seçildilerse artık dokunamazsınız. Onlar da size dokunmamaya ( temas etmemeğe ) özen gösterirler. Yani artık sizlerin vekilleri değildirler.
Konuşursan dertlisin, konuşmazsan dertlisin. Her düşünceye saygılı ben, kimseyi kırmayı asla düşünmem. Hep küçük harfle konuşmayı tercih ederim.
MUSTAFA KURT
Emkl. Öğrtmn.
( Dert edindiklerim )
''İTİBAR'' ımız.
Sevgili dostlar, bundan birkaç gün önce, Cumhurbaşkanlığı sarayının, ülke kaynaklarının çarçur edilerek yapıldığını ve israfın doruk yaptığını dillendirmiştim. Bu tespitleri doğrulayanlar olduğu gibi karşı çıkanlar hiç de az değildi. Belli bir eğitim almış ama parti sevicilikleri ağır basan bu kişiler, o sarayın yapılış gerekçelerinin, tıpkı toplu eleştirilere cevap veren, Sayın Cumhurbaşkanının ağzı ile konuşuyor. '' itibar ve Milletin malı '' olduğundan söz ediyor ve bu yapılanların hiçte savurganlık olmadığını savunuyorlar ve karşı görüşte olanları iknaya çalışıyorlardı.
Ülkenin yığılı bunca sorunu varken, ülkede sayıları milyonlarla ifade edilen ve bildiğimiz işsizimiz varken. yoksulluk sınırı altında yaşayan 15 milyon yoksulumuz varken, sayıları günden güne artan öğrencilerimizin yurt sorunu varken, yine övünerek sayılarını verdiğimiz,eğitim ve öğretimdeki öğrencilerimizin, derslik sorunu varken, istihdam yaratacak ama bir türlü hayata geçirilemeyen projeler varken, kadroya alınmayan yada taşerona terkedilmiş, asgari ücrete mahkum edilmiş işçilerimiz varken, işçilerimizin can güvenliği hiçe sayılıyorken, kentlerdeki alt yapı sorunları çözülememişken, bu ülkede lükse ve desinlere tek bir kör kuruşu israf etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Eğer '' itibar ' 'istiyorsak, kalkınmış, demokrasiyi tam anlamıyla sindirmiş, komşularıyla sorun yaşamayan, güçlü ordusu ve hukukun üstünlüğünü içselleştirmiş, halkın mutluluğundan mutlu olan, halkından kendini soyutlamamış yöneticilerin olduğu, bir ülke itibarlıdır.
Hülasa, temel hak ve özgürlüklere saygılı, bizden olan, olmayan ayrımcılığından uzak, her türlü tutuculuğu reddeden, din, dil, ırk ve mezhep ayrımcılığı yapmayan bir yönetim biçimi ancak bizi itibarlı kılar.
Ne varmış, bu saray zaten milletin sarayı diyenler var. Kendinizin ( Milletin ) sarayı dediğiniz bu çok ama çok görkemli saraya, yüreğiniz yetiyorsa elli metre yaklaşın. Yaklaşamazsınız. Sizi yaklaştırmazlar. Yani, bizim diye övündüğünüz birçok şey sizin değildir. Seçim öncesi her vatandaşına dokunmak isteyen millet vekili adaylarınıza, eğer seçildilerse artık dokunamazsınız. Onlar da size dokunmamaya ( temas etmemeğe ) özen gösterirler. Yani artık sizlerin vekilleri değildirler.
Konuşursan dertlisin, konuşmazsan dertlisin. Her düşünceye saygılı ben, kimseyi kırmayı asla düşünmem. Hep küçük harfle konuşmayı tercih ederim.
MUSTAFA KURT
Emkl. Öğrtmn.
( Dert edindiklerim )
BAYRAĞIM
BAYRAĞIM
Duru duru göklerin,
Ay yıldızlı bayrağı.
Ezel-ebed Türkler'in,
Çelikten dayanağı.
Ay yıldızlı bayrağı.
Ezel-ebed Türkler'in,
Çelikten dayanağı.
Ne kadar tatlı rengin.
Dünyada yoktur dengin.
Sen dalgalandıkça gökte,
Sevinçten gölüm zengin.
Dünyada yoktur dengin.
Sen dalgalandıkça gökte,
Sevinçten gölüm zengin.
Ufkumun nazlı kuşu,
Kuvvet verir duruşu.
Neş'e verir,can verir,
Rüzgarda savruluşu.
Kuvvet verir duruşu.
Neş'e verir,can verir,
Rüzgarda savruluşu.
Rengin ne güzel senin.
Sevincim,neş'em benim.
Ay yıldızla ne süslü,
Şanlı bayrağım benim.
MUSTAFA KURT
Şiir defterinden 1972
Sevincim,neş'em benim.
Ay yıldızla ne süslü,
Şanlı bayrağım benim.
MUSTAFA KURT
Şiir defterinden 1972
SÖYLENMEMİŞ BİR ŞARKI
SÖYLENMEMİŞ BİR ŞARKI
Söylenmemiş bir şarkıdır,
Beni,benden alıp,götüren.
Hayal dünyamı süsleyen,
Ufkumu binbir renge boyayan.
Rüzgarlardan notalar derleyip,
Penceremden süzülen,
Uykuyu gözlerimden süpüren,
Ve yeniden dünyaya doğmamı,
Ve yeniden,yeniden yaşam sebebim.
Söylenmemiş bir şarkı.
Notalara dökülmemiş,
Bir sevda şarkısıdır.
Bu benim,şarkım.
Beni,benden alıp,götüren.
Hayal dünyamı süsleyen,
Ufkumu binbir renge boyayan.
Rüzgarlardan notalar derleyip,
Penceremden süzülen,
Uykuyu gözlerimden süpüren,
Ve yeniden dünyaya doğmamı,
Ve yeniden,yeniden yaşam sebebim.
Söylenmemiş bir şarkı.
Notalara dökülmemiş,
Bir sevda şarkısıdır.
Bu benim,şarkım.
MUSTAFA KURT
Şiir Defterinden
Şiir Defterinden
AŞKIN BÖYLESİ
AŞKIN BÖYLESİ
Kızıl tohum nar içinde,
Gül açar mı,kar içinde?
Yerden,yere vursan kalbim,
Çıkar mı ki,yar içinde?
Gül açar mı,kar içinde?
Yerden,yere vursan kalbim,
Çıkar mı ki,yar içinde?
Dağ olur da,yar olmaz mı,
Doruğunda kar olmaz mı?
Liğme,liğme olsa kalbim,
Her zerresi,yar olmaz mı?
Doruğunda kar olmaz mı?
Liğme,liğme olsa kalbim,
Her zerresi,yar olmaz mı?
MUSTAFA KURT
Şiir Defterinden
İkinci dörtlüğün,ikinci mısrasındaki ''YAR'' sözcüğü ''UÇURUM'' anlamında kullanılmıştır.
Şiir Defterinden
İkinci dörtlüğün,ikinci mısrasındaki ''YAR'' sözcüğü ''UÇURUM'' anlamında kullanılmıştır.
ÖNÜMÜZDE AŞILACAK BİR DAĞ VAR "KARABABA"
ÖNÜMÜZDE AŞILACAK BİR DAĞ VAR
KARABABA
Malatya - Arapkir arası 110 km. Arapkir - Suceyin Köyü arası 25 km. Son yıllarda yol yapım çalışmalarında belki biraz uzamış veya kısalmıştır. Bu kadar yolu biz o yıllarda (1970'li yıllar ) bir günde tüketemezdik. Çünkü, ne yollar bu günkü yollardı, ne de vasıtalar bu günkü vasıtalardı. O günün yolları, stabilize yollardı. Yani asfalt yollar, çok sonraları yapıldı.
O yıllarda Malatya' dan Arapkir' e,Arapkir' den Malatya' ya karşılıklı birer otobüs seferi yapılırdı. Otobüsler ise, yıllarca şehirler arası yolcu taşıması yapmış ve hurdaya çıkmış otobüs bozuntularıydı. Bu otobüslerle, Malatya, Arapkir arasındaki yolu, dura, kalka ancak 4 - 5 saatte alırdı. Kış şartlarında, daha da gecikmeli olurdu.
Bu kadar anlatımdan sonra, gelelim bizim hikayemize.
Kış aylarından biriydi. Malatya' dan gelip, Suceyinli Hüseyin Kırık' ın çalıştırdığı ve adı Yeni olan ( Ama kendi, oldukça eski olan ve iki katlı bir evden bozma ) otele, adımı yazdırdım. Gündüzün 3 / 4' lük bölümünü bitirmiştim. Kalan günümü de kahve ve lokantada tüketip otele döndüm. Yavaş, yavaş otelin diğer müşterileri de gelmeye başladı.
Otel, dörder yataklı iki oda ve on karyolanın olduğu büyük bir salondan ibaretti. İki katlı otelin alt katları dükkandı.
Sadece, büyük olan salona kurulu kocaman bir soba vardı. Diğer odalar, buradan yayılan sıcakla ısınırdı.
Otelin o gün, on kadar müşterisi vardı. Otel müşterisi olan bizler, F. Nafiz Çamlıbel' in,'' Han Duvarları '' adlı destansı eserindeki, han müşterileri gibi, sobayı ortamıza almış, etrafında halka olmuş sohbet ediyorduk ki, Eğnir Köyü Öğretmeni Ali Bey de aramıza katıldı. Otelci Hüseyin Amca,Ali Bey 'i bana oda arkadaşı olarak vermişti. Yani dört yataklı bir odayı ikimize vermişti. ( Oda ve salon yatakları farklı ücretliydi.)
Ali Bey ile ben, başka katılım olmazsa, kasaba ile köylerimizi birbirinden ayıran Karababa Dağı' nı yaya olarak aşacaktık. Çünki o yıllarda, kışın, Karababa Yolu, en az, dört ay kapalı olurdu.
Dağ Köyleri, ağır kış şartlarının esiri olurdu. Zorunlu olmadıkça yakın köyler hariç yola çıkılmazdı. Şehirde, ertelenemeyecek işi olanlar, guruplar halinde yola çıkarlardı. Asıl zor olan, köylerinde iyileşemeyen ağır hastalar veya doğumu geciken anne adayları, ilkel sedyelere konularak, köylerde oluşturulan ekipler tarafından şehirdeki hastanelere taşınırdı. Tabii bu, biz öğretmenler ve öğretmen eş ve çocukları için de geçerliydi. ( Köylerin, kasabaya uzaklıkları, köyden, köye, 15 ile 25 km. olarak değişirdi. Çoğu kez, araba yolu terk edilerek, kestirme yollar tercih edilirdi.)
Karababa, çevresindeki dağlara göre, yavru bir dağ sayılır. Ancak, bitki kıtlığı olan, kaya ormanından ibaret bir dağdır. Kış şartlarında, Karababa' yı aşmak başlı başına bir maceraydı. Fırtınası çok meşhurdu. O yörenin tabirine göre '' fısıltı ''olduğu zaman yolcuların feleği şaşardı. Fısıltı, yolu, izi kapatır, yolcuya göz açtırmaz. Yolcular yoldan çıkar, farkında olmadan döner, dolaşır başladıkları yere gelirler. Onun için, Karababa' yı, o yöreyi çok iyi bilen rehberlerle geçmek en mantıklı olanıdır. Çünkü, dağda ölenler bile olmuştu..
İşte yarın bizim aşacağımız, bizim ve bizim gibi yolcuların korkulu rüyasıydı Karababa.
O yıl, hatırı sayılır bir kış yaşanmaktaydı. Kar kalınlığı, kasabanın dışındaki yüksekçe yerlerde, yer yer bir metreyi geçiyordu.
Soba başı sohbeti, gözleri uyku bürüdüğü zamana kadar devam etti.
Ali Bey' le odamıza çekildiğimizde, vakit hayli geçmişti. Ben hemen soyunup yatağa girdim. Ali Bey ise yatağının üzerine oturdu. El çantamda taşıdığım ve içerisinde sayısı binlerle ifade edilebilecek, bir şiir antolojisi vardı. Antoloji, Necdet Evliyagil tarafından derlenmiş ve bir firma tarafında 1963 yılına ait bir ajanda olarak yayınlanmıştı. ( Ajanda, Edebiyat öğretmenimizden bir arkadaşa geçmiş, ondan da bana geçen bir kitaptı. Hep elimin altında oldu. Bana şiir okuma zevkini aşılayan, onlarca hatırı sayılır şairlerimizin yanında, gene yüzlerce amatör şairimizin şiirinden oluşmuş, bu antoloji hala kitaplığımda yerini muhafaza ediyor.)
Ali Bey, kitabın sayfalarını çevirirken, ben uyku moduna geçmişim. Günün ve yolculuğun verdiği yorgunluk yüzünden, deliksiz bir uyku uyumuşum.
Sabah uyandığımda Ali Bey' i akşam bıraktığım şekilde buldum. Bütün gece uyumadan şiir okumuş. Ben, hayretimi gizleyemedim. Koca uzun bir kış gecesi ''nasıl uyumadığını sorduğumda;'' Kitabın kendisini çok sardığını, bir türlü elinden bırakamadığını söyledi. ''Peki dedim; sonuç ?'' Bir sayfayı aralayarak, yazarını şimdi hatırlamadığım ve bugün bulmamın çok zaman alacağını düşündüğüm, bir şiirin son iki mısrasını bana okudu.
''Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar, ''
''Etimiz, kemiğimiz size emanet. ''
Bugün aşacağımız Karababa yolculuğuna, tam da uyarlanacak iki mısra, ikimize de tebessüm ettirdi.
O yıl, bu yıl, o iki mısra, ağır geçen bir kış günü yola çıkacak olsam, şıp diye aklıma geliverir.
O yıllarda Malatya' dan Arapkir' e,Arapkir' den Malatya' ya karşılıklı birer otobüs seferi yapılırdı. Otobüsler ise, yıllarca şehirler arası yolcu taşıması yapmış ve hurdaya çıkmış otobüs bozuntularıydı. Bu otobüslerle, Malatya, Arapkir arasındaki yolu, dura, kalka ancak 4 - 5 saatte alırdı. Kış şartlarında, daha da gecikmeli olurdu.
Bu kadar anlatımdan sonra, gelelim bizim hikayemize.
Kış aylarından biriydi. Malatya' dan gelip, Suceyinli Hüseyin Kırık' ın çalıştırdığı ve adı Yeni olan ( Ama kendi, oldukça eski olan ve iki katlı bir evden bozma ) otele, adımı yazdırdım. Gündüzün 3 / 4' lük bölümünü bitirmiştim. Kalan günümü de kahve ve lokantada tüketip otele döndüm. Yavaş, yavaş otelin diğer müşterileri de gelmeye başladı.
Otel, dörder yataklı iki oda ve on karyolanın olduğu büyük bir salondan ibaretti. İki katlı otelin alt katları dükkandı.
Sadece, büyük olan salona kurulu kocaman bir soba vardı. Diğer odalar, buradan yayılan sıcakla ısınırdı.
Otelin o gün, on kadar müşterisi vardı. Otel müşterisi olan bizler, F. Nafiz Çamlıbel' in,'' Han Duvarları '' adlı destansı eserindeki, han müşterileri gibi, sobayı ortamıza almış, etrafında halka olmuş sohbet ediyorduk ki, Eğnir Köyü Öğretmeni Ali Bey de aramıza katıldı. Otelci Hüseyin Amca,Ali Bey 'i bana oda arkadaşı olarak vermişti. Yani dört yataklı bir odayı ikimize vermişti. ( Oda ve salon yatakları farklı ücretliydi.)
Ali Bey ile ben, başka katılım olmazsa, kasaba ile köylerimizi birbirinden ayıran Karababa Dağı' nı yaya olarak aşacaktık. Çünki o yıllarda, kışın, Karababa Yolu, en az, dört ay kapalı olurdu.
Dağ Köyleri, ağır kış şartlarının esiri olurdu. Zorunlu olmadıkça yakın köyler hariç yola çıkılmazdı. Şehirde, ertelenemeyecek işi olanlar, guruplar halinde yola çıkarlardı. Asıl zor olan, köylerinde iyileşemeyen ağır hastalar veya doğumu geciken anne adayları, ilkel sedyelere konularak, köylerde oluşturulan ekipler tarafından şehirdeki hastanelere taşınırdı. Tabii bu, biz öğretmenler ve öğretmen eş ve çocukları için de geçerliydi. ( Köylerin, kasabaya uzaklıkları, köyden, köye, 15 ile 25 km. olarak değişirdi. Çoğu kez, araba yolu terk edilerek, kestirme yollar tercih edilirdi.)
Karababa, çevresindeki dağlara göre, yavru bir dağ sayılır. Ancak, bitki kıtlığı olan, kaya ormanından ibaret bir dağdır. Kış şartlarında, Karababa' yı aşmak başlı başına bir maceraydı. Fırtınası çok meşhurdu. O yörenin tabirine göre '' fısıltı ''olduğu zaman yolcuların feleği şaşardı. Fısıltı, yolu, izi kapatır, yolcuya göz açtırmaz. Yolcular yoldan çıkar, farkında olmadan döner, dolaşır başladıkları yere gelirler. Onun için, Karababa' yı, o yöreyi çok iyi bilen rehberlerle geçmek en mantıklı olanıdır. Çünkü, dağda ölenler bile olmuştu..
İşte yarın bizim aşacağımız, bizim ve bizim gibi yolcuların korkulu rüyasıydı Karababa.
O yıl, hatırı sayılır bir kış yaşanmaktaydı. Kar kalınlığı, kasabanın dışındaki yüksekçe yerlerde, yer yer bir metreyi geçiyordu.
Soba başı sohbeti, gözleri uyku bürüdüğü zamana kadar devam etti.
Ali Bey' le odamıza çekildiğimizde, vakit hayli geçmişti. Ben hemen soyunup yatağa girdim. Ali Bey ise yatağının üzerine oturdu. El çantamda taşıdığım ve içerisinde sayısı binlerle ifade edilebilecek, bir şiir antolojisi vardı. Antoloji, Necdet Evliyagil tarafından derlenmiş ve bir firma tarafında 1963 yılına ait bir ajanda olarak yayınlanmıştı. ( Ajanda, Edebiyat öğretmenimizden bir arkadaşa geçmiş, ondan da bana geçen bir kitaptı. Hep elimin altında oldu. Bana şiir okuma zevkini aşılayan, onlarca hatırı sayılır şairlerimizin yanında, gene yüzlerce amatör şairimizin şiirinden oluşmuş, bu antoloji hala kitaplığımda yerini muhafaza ediyor.)
Ali Bey, kitabın sayfalarını çevirirken, ben uyku moduna geçmişim. Günün ve yolculuğun verdiği yorgunluk yüzünden, deliksiz bir uyku uyumuşum.
Sabah uyandığımda Ali Bey' i akşam bıraktığım şekilde buldum. Bütün gece uyumadan şiir okumuş. Ben, hayretimi gizleyemedim. Koca uzun bir kış gecesi ''nasıl uyumadığını sorduğumda;'' Kitabın kendisini çok sardığını, bir türlü elinden bırakamadığını söyledi. ''Peki dedim; sonuç ?'' Bir sayfayı aralayarak, yazarını şimdi hatırlamadığım ve bugün bulmamın çok zaman alacağını düşündüğüm, bir şiirin son iki mısrasını bana okudu.
''Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar, ''
''Etimiz, kemiğimiz size emanet. ''
Bugün aşacağımız Karababa yolculuğuna, tam da uyarlanacak iki mısra, ikimize de tebessüm ettirdi.
O yıl, bu yıl, o iki mısra, ağır geçen bir kış günü yola çıkacak olsam, şıp diye aklıma geliverir.
SON ARZUM
SON ARZUM
Bak evlat,
Ben kavganın içinde büyüdüm,
Kavgadan korkmam.
Ölüm belki bin kez çaldı kapımı.
Ben,ölümden de korkmam.
Ben kavganın içinde büyüdüm,
Kavgadan korkmam.
Ölüm belki bin kez çaldı kapımı.
Ben,ölümden de korkmam.
Bak evlat,
Bir gün,çiğ damlası gibi,
Toprağa düşeceğimi biliyorum.
Dayanılmaz arzum,SENİ,
Aydınlık günlerde görmek.
Bir gün,çiğ damlası gibi,
Toprağa düşeceğimi biliyorum.
Dayanılmaz arzum,SENİ,
Aydınlık günlerde görmek.
Mustafa KURT
Şiir Defterinden
Şiir Defterinden
TURA OYUNU
''TURA OYUNU''
Sevgili dostlar, bugün folklorümüzün içinde yer alan ve unutulmaya yüz tutmuş '' TURA '' oyunu hakkında bildiklerimi paylaşmaya çalışacağım. Ayrıca Suceyin Köyü' nde bir dostumdan da bahsedeceğim.
BÜKEMİN OĞLU '' SÜNNETÇİ MEHMET BOZKURT ''
Önce TURA nedir ?
Tura, düğünlerde ve sahada yapılan eğlencelerde zaman zaman oynanan, sopalaşma oyunu diyebiliriz. Dayanıklılığı, yiğitliği ve atikliği gerektiren ve yöreden yöreye farklılıklar gösteren, mahalli oyunlarımızdandır.
Oyunun malzemesi :
Tura oyununun bir tek malzemesi vardır. '' TURA ''
Tura, yular sapı dediğimiz, iki buçuk, üç metrelik urgandan oluşur.
Kendir bitkisinin kabuğu olan tiftik, özel işlemlerden geçirilerek, çuval, sicim, kalın urgan ve dokuma malzemesi olarak kullanılır. Ülkemizde, kendir tarımının çokça yapıldığı ilimiz Kastamonu'dur. Önceleri Malatya' mızda da kendir tarımı yapılırdı. Fakat son yıllarda,birçok sanayi bitkilerindeki yokoluş kendiri de vurmuştur. Şimdilerde yerini plastik ve elyafa terketmiştir.
İşte aile işletmeciliğinde, tarımsal amaçlı üretilen ve büyükbaş hayvanların başlarına ve boyunlarına ( Onları kontrol altında tutmak için ) takılan malzemeye yular ve onun uzantı ipine de '' yular sapı ''denir.
Bu bilgileri verdikten sonra, artık oyuna geçebiliriz. Yular sapı ikiye katlanır, bükülür ve suya daldırılır. Suyu emen urgan, kıvrak bir sopaya dönüşür. TURA hazırdır.
Sekiz,on kişiden oluşan oyuncular, geniş bir halka oluşturur. Ortada, oyunun kurallarını belirleyen ve kontrolü sağlayan bir hakem. Davul ve zurna da varsa oyuna başlanabilir.
Hakem, turayı saymaca usulüyle belirlenen ebeye verir. Hakemin işaretiyle, tokmak davula vurulur ve zurna '' Cezayir'' havasını çalar. Artık oyun başlamıştır.
Ebe, elindeki ip sopayı sallayarak halkadakilerin kollayarak, halka içinde dönmeye başlar. Turacıya gözünü kestiren oyunculardan biri, yumruğunu sıkarak ebeye hücum eder ve punduna getirerek onun sırtına yumruğu indirip kaçar. Turacı, kendisine yumruk vuranı kovalar, var gücüyle,kaçan kişinin başından aşağı. kalçadan yukarı,yani sırtına turayı şaklatır. Turayı halkada hamle yapan birine teslim eder, kaçarak halkadaki boşalan yere geçer.
Oyun tekrarlanarak, onlarca tur dönülür.
Davul, zurna çalar, seyirciler oyunculara alkışla morel takviye ederler. Bir şeyi anlatmayı unuttum, oyuncular gömlekli olma şartına bağlıdırlar. yani giyside kaba bir şey giymemiş olma şartına uyarlar.
Oyun sonrası, sırtları açıldığında, sopanın kalınlığında birkaç kanlanmış izler görülür. Bu oyununun dayanıklık ve güç oyunu olduğunu belirtmiştim. Ancak kendine güvenen, çevik ve oyunda pişmiş olanlar az dayak yer ama çok dayak atar.
Anadolu' da çokça oynanan bir oyundur. Bana kalırsa, biraz da tehlikeli bir oyundur Sakat kalma, kaburga kemiklerinde ve kollarda kırılma, ciğerlere kan oturması veya ciğer yırtılmaları olabilecek bir oyundur.
Suceyin Toprağı' nda en iyi turayı Bükemin Oğlu Sünnetçi Mehmet Bozkurt oynardı. ( Köyün ve çevre köylerin o yıllarda tek sünnetçisiydi. Fenni sünnet henüz o yörelere gelmemişti. Sünnetçi Mehmet her halde, baba mesleğini sürdürüyordu ) 1.85 m. kadar boyunda 75 kg. kadar ağırlığında, atletik sayılacak adaleli bir vücuda sahipti. Oyuna dahil olduğu zaman oyuncularda her biri ondan tura yememeye çalışırdı. Vurduğu her tura rakibini sarsar ve bağırtırdı. Çok ta çalımlı duruşlar sergiler, çevresini kartal gözü ile süzerdi. Turadan kaçmayı kendisine yedirmez, her yediği turaya gülerdi ama sırtından gömleğine çıkan kanı herkes görürdü.
Sünnetçi Mehmet, halk oyunlarını da güzel oynardı.
Sanırım ( Sanırım diyorum ,çünkü çok bilmiyorum ) ailesi sonradan gelip bu köye yerleşmişti. Kendisi, bu köyden evliydi. İkisi erkek, üçü kız olmak üzere beş evladı vardı. Beş çocuğu da belirsiz aralıklarla öğrencimiz oldular.
1970 yılı sayımında Komönü denilen küçük mahallede sayım yaptığım sırada, henüz tanışalı çok olmamıştı. Sünnetçi'nin ailesini yazmak için kendisini, Ali Metin'nin ( Cinali ) evinin ayvanına çağırdık ve hane halkını yazarken gülerek, Hocam dedi, bir de yeni bebemiz oldu. Ona henüz isim vermedik. Onu da mı yazacaksın ? Elbette dedim, şimdi bir isim veririz, onu da yazarız, dedim. Küçük bebeğe kız kardeşimin adını vedim ve belgeye '' Gülay ''yazdım. Yani Gülay Bebeğin isim babası oldum. Okula başladığı yıl ben hala Suceyin' de öğretmendim. Böyle de bir anım var.
Kimler geldi kimler geçti, dostlar göçtü, anıları kaldı.( 13. 05. 2015
Sevgili dostlar, bugün folklorümüzün içinde yer alan ve unutulmaya yüz tutmuş '' TURA '' oyunu hakkında bildiklerimi paylaşmaya çalışacağım. Ayrıca Suceyin Köyü' nde bir dostumdan da bahsedeceğim.
BÜKEMİN OĞLU '' SÜNNETÇİ MEHMET BOZKURT ''
Önce TURA nedir ?
Tura, düğünlerde ve sahada yapılan eğlencelerde zaman zaman oynanan, sopalaşma oyunu diyebiliriz. Dayanıklılığı, yiğitliği ve atikliği gerektiren ve yöreden yöreye farklılıklar gösteren, mahalli oyunlarımızdandır.
Oyunun malzemesi :
Tura oyununun bir tek malzemesi vardır. '' TURA ''
Tura, yular sapı dediğimiz, iki buçuk, üç metrelik urgandan oluşur.
Kendir bitkisinin kabuğu olan tiftik, özel işlemlerden geçirilerek, çuval, sicim, kalın urgan ve dokuma malzemesi olarak kullanılır. Ülkemizde, kendir tarımının çokça yapıldığı ilimiz Kastamonu'dur. Önceleri Malatya' mızda da kendir tarımı yapılırdı. Fakat son yıllarda,birçok sanayi bitkilerindeki yokoluş kendiri de vurmuştur. Şimdilerde yerini plastik ve elyafa terketmiştir.
İşte aile işletmeciliğinde, tarımsal amaçlı üretilen ve büyükbaş hayvanların başlarına ve boyunlarına ( Onları kontrol altında tutmak için ) takılan malzemeye yular ve onun uzantı ipine de '' yular sapı ''denir.
Bu bilgileri verdikten sonra, artık oyuna geçebiliriz. Yular sapı ikiye katlanır, bükülür ve suya daldırılır. Suyu emen urgan, kıvrak bir sopaya dönüşür. TURA hazırdır.
Sekiz,on kişiden oluşan oyuncular, geniş bir halka oluşturur. Ortada, oyunun kurallarını belirleyen ve kontrolü sağlayan bir hakem. Davul ve zurna da varsa oyuna başlanabilir.
Hakem, turayı saymaca usulüyle belirlenen ebeye verir. Hakemin işaretiyle, tokmak davula vurulur ve zurna '' Cezayir'' havasını çalar. Artık oyun başlamıştır.
Ebe, elindeki ip sopayı sallayarak halkadakilerin kollayarak, halka içinde dönmeye başlar. Turacıya gözünü kestiren oyunculardan biri, yumruğunu sıkarak ebeye hücum eder ve punduna getirerek onun sırtına yumruğu indirip kaçar. Turacı, kendisine yumruk vuranı kovalar, var gücüyle,kaçan kişinin başından aşağı. kalçadan yukarı,yani sırtına turayı şaklatır. Turayı halkada hamle yapan birine teslim eder, kaçarak halkadaki boşalan yere geçer.
Oyun tekrarlanarak, onlarca tur dönülür.
Davul, zurna çalar, seyirciler oyunculara alkışla morel takviye ederler. Bir şeyi anlatmayı unuttum, oyuncular gömlekli olma şartına bağlıdırlar. yani giyside kaba bir şey giymemiş olma şartına uyarlar.
Oyun sonrası, sırtları açıldığında, sopanın kalınlığında birkaç kanlanmış izler görülür. Bu oyununun dayanıklık ve güç oyunu olduğunu belirtmiştim. Ancak kendine güvenen, çevik ve oyunda pişmiş olanlar az dayak yer ama çok dayak atar.
Anadolu' da çokça oynanan bir oyundur. Bana kalırsa, biraz da tehlikeli bir oyundur Sakat kalma, kaburga kemiklerinde ve kollarda kırılma, ciğerlere kan oturması veya ciğer yırtılmaları olabilecek bir oyundur.
Suceyin Toprağı' nda en iyi turayı Bükemin Oğlu Sünnetçi Mehmet Bozkurt oynardı. ( Köyün ve çevre köylerin o yıllarda tek sünnetçisiydi. Fenni sünnet henüz o yörelere gelmemişti. Sünnetçi Mehmet her halde, baba mesleğini sürdürüyordu ) 1.85 m. kadar boyunda 75 kg. kadar ağırlığında, atletik sayılacak adaleli bir vücuda sahipti. Oyuna dahil olduğu zaman oyuncularda her biri ondan tura yememeye çalışırdı. Vurduğu her tura rakibini sarsar ve bağırtırdı. Çok ta çalımlı duruşlar sergiler, çevresini kartal gözü ile süzerdi. Turadan kaçmayı kendisine yedirmez, her yediği turaya gülerdi ama sırtından gömleğine çıkan kanı herkes görürdü.
Sünnetçi Mehmet, halk oyunlarını da güzel oynardı.
Sanırım ( Sanırım diyorum ,çünkü çok bilmiyorum ) ailesi sonradan gelip bu köye yerleşmişti. Kendisi, bu köyden evliydi. İkisi erkek, üçü kız olmak üzere beş evladı vardı. Beş çocuğu da belirsiz aralıklarla öğrencimiz oldular.
1970 yılı sayımında Komönü denilen küçük mahallede sayım yaptığım sırada, henüz tanışalı çok olmamıştı. Sünnetçi'nin ailesini yazmak için kendisini, Ali Metin'nin ( Cinali ) evinin ayvanına çağırdık ve hane halkını yazarken gülerek, Hocam dedi, bir de yeni bebemiz oldu. Ona henüz isim vermedik. Onu da mı yazacaksın ? Elbette dedim, şimdi bir isim veririz, onu da yazarız, dedim. Küçük bebeğe kız kardeşimin adını vedim ve belgeye '' Gülay ''yazdım. Yani Gülay Bebeğin isim babası oldum. Okula başladığı yıl ben hala Suceyin' de öğretmendim. Böyle de bir anım var.
Kimler geldi kimler geçti, dostlar göçtü, anıları kaldı.( 13. 05. 2015
Mustafa KURT
Emkl. Öğrtmn. ( Anılardan Sayfalar )
Emkl. Öğrtmn. ( Anılardan Sayfalar )
AYNI BEDENDE BİZ İKİMİZ
AYNI BEDENDE BİZ İKİMİZ
Ne olur,
Kaçırma ellerini ellerimden,
Bırak ellerin ellerimde kalsın.
Ellerim,ellerin olsun.
Birlikte tutmak için,
Akıp giden zamanı.
Kaçırma ellerini ellerimden,
Bırak ellerin ellerimde kalsın.
Ellerim,ellerin olsun.
Birlikte tutmak için,
Akıp giden zamanı.
Ne olur,
Kaçırma gözlerini gözlerimden.
Gözlerimin içine bak.
Gözlerim,gözlerin olsun,
Birlikte bakmak için,
Tüm güzelliklere.
Kaçırma gözlerini gözlerimden.
Gözlerimin içine bak.
Gözlerim,gözlerin olsun,
Birlikte bakmak için,
Tüm güzelliklere.
Ne olur,
Kaçınma,başını göğsüme yasla.
Orda öyle kal.
Dinle kalbimin sesini.
Kalbim,kalbin olsun.
Birlikte büyütmek için,
Doğmakta olan aşkımızı.
Kaçınma,başını göğsüme yasla.
Orda öyle kal.
Dinle kalbimin sesini.
Kalbim,kalbin olsun.
Birlikte büyütmek için,
Doğmakta olan aşkımızı.
MUSTAFA KURT
Şiir Defteri 1973 Malatya
Şiir Defteri 1973 Malatya
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)