ÖNÜMÜZDE AŞILACAK BİR DAĞ VAR
KARABABA
Malatya - Arapkir arası 110 km. Arapkir - Suceyin Köyü arası 25 km. Son yıllarda yol yapım çalışmalarında belki biraz uzamış veya kısalmıştır. Bu kadar yolu biz o yıllarda (1970'li yıllar ) bir günde tüketemezdik. Çünkü, ne yollar bu günkü yollardı, ne de vasıtalar bu günkü vasıtalardı. O günün yolları, stabilize yollardı. Yani asfalt yollar, çok sonraları yapıldı.
O yıllarda Malatya' dan Arapkir' e,Arapkir' den Malatya' ya karşılıklı birer otobüs seferi yapılırdı. Otobüsler ise, yıllarca şehirler arası yolcu taşıması yapmış ve hurdaya çıkmış otobüs bozuntularıydı. Bu otobüslerle, Malatya, Arapkir arasındaki yolu, dura, kalka ancak 4 - 5 saatte alırdı. Kış şartlarında, daha da gecikmeli olurdu.
Bu kadar anlatımdan sonra, gelelim bizim hikayemize.
Kış aylarından biriydi. Malatya' dan gelip, Suceyinli Hüseyin Kırık' ın çalıştırdığı ve adı Yeni olan ( Ama kendi, oldukça eski olan ve iki katlı bir evden bozma ) otele, adımı yazdırdım. Gündüzün 3 / 4' lük bölümünü bitirmiştim. Kalan günümü de kahve ve lokantada tüketip otele döndüm. Yavaş, yavaş otelin diğer müşterileri de gelmeye başladı.
Otel, dörder yataklı iki oda ve on karyolanın olduğu büyük bir salondan ibaretti. İki katlı otelin alt katları dükkandı.
Sadece, büyük olan salona kurulu kocaman bir soba vardı. Diğer odalar, buradan yayılan sıcakla ısınırdı.
Otelin o gün, on kadar müşterisi vardı. Otel müşterisi olan bizler, F. Nafiz Çamlıbel' in,'' Han Duvarları '' adlı destansı eserindeki, han müşterileri gibi, sobayı ortamıza almış, etrafında halka olmuş sohbet ediyorduk ki, Eğnir Köyü Öğretmeni Ali Bey de aramıza katıldı. Otelci Hüseyin Amca,Ali Bey 'i bana oda arkadaşı olarak vermişti. Yani dört yataklı bir odayı ikimize vermişti. ( Oda ve salon yatakları farklı ücretliydi.)
Ali Bey ile ben, başka katılım olmazsa, kasaba ile köylerimizi birbirinden ayıran Karababa Dağı' nı yaya olarak aşacaktık. Çünki o yıllarda, kışın, Karababa Yolu, en az, dört ay kapalı olurdu.
Dağ Köyleri, ağır kış şartlarının esiri olurdu. Zorunlu olmadıkça yakın köyler hariç yola çıkılmazdı. Şehirde, ertelenemeyecek işi olanlar, guruplar halinde yola çıkarlardı. Asıl zor olan, köylerinde iyileşemeyen ağır hastalar veya doğumu geciken anne adayları, ilkel sedyelere konularak, köylerde oluşturulan ekipler tarafından şehirdeki hastanelere taşınırdı. Tabii bu, biz öğretmenler ve öğretmen eş ve çocukları için de geçerliydi. ( Köylerin, kasabaya uzaklıkları, köyden, köye, 15 ile 25 km. olarak değişirdi. Çoğu kez, araba yolu terk edilerek, kestirme yollar tercih edilirdi.)
Karababa, çevresindeki dağlara göre, yavru bir dağ sayılır. Ancak, bitki kıtlığı olan, kaya ormanından ibaret bir dağdır. Kış şartlarında, Karababa' yı aşmak başlı başına bir maceraydı. Fırtınası çok meşhurdu. O yörenin tabirine göre '' fısıltı ''olduğu zaman yolcuların feleği şaşardı. Fısıltı, yolu, izi kapatır, yolcuya göz açtırmaz. Yolcular yoldan çıkar, farkında olmadan döner, dolaşır başladıkları yere gelirler. Onun için, Karababa' yı, o yöreyi çok iyi bilen rehberlerle geçmek en mantıklı olanıdır. Çünkü, dağda ölenler bile olmuştu..
İşte yarın bizim aşacağımız, bizim ve bizim gibi yolcuların korkulu rüyasıydı Karababa.
O yıl, hatırı sayılır bir kış yaşanmaktaydı. Kar kalınlığı, kasabanın dışındaki yüksekçe yerlerde, yer yer bir metreyi geçiyordu.
Soba başı sohbeti, gözleri uyku bürüdüğü zamana kadar devam etti.
Ali Bey' le odamıza çekildiğimizde, vakit hayli geçmişti. Ben hemen soyunup yatağa girdim. Ali Bey ise yatağının üzerine oturdu. El çantamda taşıdığım ve içerisinde sayısı binlerle ifade edilebilecek, bir şiir antolojisi vardı. Antoloji, Necdet Evliyagil tarafından derlenmiş ve bir firma tarafında 1963 yılına ait bir ajanda olarak yayınlanmıştı. ( Ajanda, Edebiyat öğretmenimizden bir arkadaşa geçmiş, ondan da bana geçen bir kitaptı. Hep elimin altında oldu. Bana şiir okuma zevkini aşılayan, onlarca hatırı sayılır şairlerimizin yanında, gene yüzlerce amatör şairimizin şiirinden oluşmuş, bu antoloji hala kitaplığımda yerini muhafaza ediyor.)
Ali Bey, kitabın sayfalarını çevirirken, ben uyku moduna geçmişim. Günün ve yolculuğun verdiği yorgunluk yüzünden, deliksiz bir uyku uyumuşum.
Sabah uyandığımda Ali Bey' i akşam bıraktığım şekilde buldum. Bütün gece uyumadan şiir okumuş. Ben, hayretimi gizleyemedim. Koca uzun bir kış gecesi ''nasıl uyumadığını sorduğumda;'' Kitabın kendisini çok sardığını, bir türlü elinden bırakamadığını söyledi. ''Peki dedim; sonuç ?'' Bir sayfayı aralayarak, yazarını şimdi hatırlamadığım ve bugün bulmamın çok zaman alacağını düşündüğüm, bir şiirin son iki mısrasını bana okudu.
''Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar, ''
''Etimiz, kemiğimiz size emanet. ''
Bugün aşacağımız Karababa yolculuğuna, tam da uyarlanacak iki mısra, ikimize de tebessüm ettirdi.
O yıl, bu yıl, o iki mısra, ağır geçen bir kış günü yola çıkacak olsam, şıp diye aklıma geliverir.
O yıllarda Malatya' dan Arapkir' e,Arapkir' den Malatya' ya karşılıklı birer otobüs seferi yapılırdı. Otobüsler ise, yıllarca şehirler arası yolcu taşıması yapmış ve hurdaya çıkmış otobüs bozuntularıydı. Bu otobüslerle, Malatya, Arapkir arasındaki yolu, dura, kalka ancak 4 - 5 saatte alırdı. Kış şartlarında, daha da gecikmeli olurdu.
Bu kadar anlatımdan sonra, gelelim bizim hikayemize.
Kış aylarından biriydi. Malatya' dan gelip, Suceyinli Hüseyin Kırık' ın çalıştırdığı ve adı Yeni olan ( Ama kendi, oldukça eski olan ve iki katlı bir evden bozma ) otele, adımı yazdırdım. Gündüzün 3 / 4' lük bölümünü bitirmiştim. Kalan günümü de kahve ve lokantada tüketip otele döndüm. Yavaş, yavaş otelin diğer müşterileri de gelmeye başladı.
Otel, dörder yataklı iki oda ve on karyolanın olduğu büyük bir salondan ibaretti. İki katlı otelin alt katları dükkandı.
Sadece, büyük olan salona kurulu kocaman bir soba vardı. Diğer odalar, buradan yayılan sıcakla ısınırdı.
Otelin o gün, on kadar müşterisi vardı. Otel müşterisi olan bizler, F. Nafiz Çamlıbel' in,'' Han Duvarları '' adlı destansı eserindeki, han müşterileri gibi, sobayı ortamıza almış, etrafında halka olmuş sohbet ediyorduk ki, Eğnir Köyü Öğretmeni Ali Bey de aramıza katıldı. Otelci Hüseyin Amca,Ali Bey 'i bana oda arkadaşı olarak vermişti. Yani dört yataklı bir odayı ikimize vermişti. ( Oda ve salon yatakları farklı ücretliydi.)
Ali Bey ile ben, başka katılım olmazsa, kasaba ile köylerimizi birbirinden ayıran Karababa Dağı' nı yaya olarak aşacaktık. Çünki o yıllarda, kışın, Karababa Yolu, en az, dört ay kapalı olurdu.
Dağ Köyleri, ağır kış şartlarının esiri olurdu. Zorunlu olmadıkça yakın köyler hariç yola çıkılmazdı. Şehirde, ertelenemeyecek işi olanlar, guruplar halinde yola çıkarlardı. Asıl zor olan, köylerinde iyileşemeyen ağır hastalar veya doğumu geciken anne adayları, ilkel sedyelere konularak, köylerde oluşturulan ekipler tarafından şehirdeki hastanelere taşınırdı. Tabii bu, biz öğretmenler ve öğretmen eş ve çocukları için de geçerliydi. ( Köylerin, kasabaya uzaklıkları, köyden, köye, 15 ile 25 km. olarak değişirdi. Çoğu kez, araba yolu terk edilerek, kestirme yollar tercih edilirdi.)
Karababa, çevresindeki dağlara göre, yavru bir dağ sayılır. Ancak, bitki kıtlığı olan, kaya ormanından ibaret bir dağdır. Kış şartlarında, Karababa' yı aşmak başlı başına bir maceraydı. Fırtınası çok meşhurdu. O yörenin tabirine göre '' fısıltı ''olduğu zaman yolcuların feleği şaşardı. Fısıltı, yolu, izi kapatır, yolcuya göz açtırmaz. Yolcular yoldan çıkar, farkında olmadan döner, dolaşır başladıkları yere gelirler. Onun için, Karababa' yı, o yöreyi çok iyi bilen rehberlerle geçmek en mantıklı olanıdır. Çünkü, dağda ölenler bile olmuştu..
İşte yarın bizim aşacağımız, bizim ve bizim gibi yolcuların korkulu rüyasıydı Karababa.
O yıl, hatırı sayılır bir kış yaşanmaktaydı. Kar kalınlığı, kasabanın dışındaki yüksekçe yerlerde, yer yer bir metreyi geçiyordu.
Soba başı sohbeti, gözleri uyku bürüdüğü zamana kadar devam etti.
Ali Bey' le odamıza çekildiğimizde, vakit hayli geçmişti. Ben hemen soyunup yatağa girdim. Ali Bey ise yatağının üzerine oturdu. El çantamda taşıdığım ve içerisinde sayısı binlerle ifade edilebilecek, bir şiir antolojisi vardı. Antoloji, Necdet Evliyagil tarafından derlenmiş ve bir firma tarafında 1963 yılına ait bir ajanda olarak yayınlanmıştı. ( Ajanda, Edebiyat öğretmenimizden bir arkadaşa geçmiş, ondan da bana geçen bir kitaptı. Hep elimin altında oldu. Bana şiir okuma zevkini aşılayan, onlarca hatırı sayılır şairlerimizin yanında, gene yüzlerce amatör şairimizin şiirinden oluşmuş, bu antoloji hala kitaplığımda yerini muhafaza ediyor.)
Ali Bey, kitabın sayfalarını çevirirken, ben uyku moduna geçmişim. Günün ve yolculuğun verdiği yorgunluk yüzünden, deliksiz bir uyku uyumuşum.
Sabah uyandığımda Ali Bey' i akşam bıraktığım şekilde buldum. Bütün gece uyumadan şiir okumuş. Ben, hayretimi gizleyemedim. Koca uzun bir kış gecesi ''nasıl uyumadığını sorduğumda;'' Kitabın kendisini çok sardığını, bir türlü elinden bırakamadığını söyledi. ''Peki dedim; sonuç ?'' Bir sayfayı aralayarak, yazarını şimdi hatırlamadığım ve bugün bulmamın çok zaman alacağını düşündüğüm, bir şiirin son iki mısrasını bana okudu.
''Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar, ''
''Etimiz, kemiğimiz size emanet. ''
Bugün aşacağımız Karababa yolculuğuna, tam da uyarlanacak iki mısra, ikimize de tebessüm ettirdi.
O yıl, bu yıl, o iki mısra, ağır geçen bir kış günü yola çıkacak olsam, şıp diye aklıma geliverir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder