29 Kasım 2016 Salı

BİR ÖYKÜ İÇERİSİNDE ''ATATÜRK'Ü ANMA"





                                      BİR ÖYKÜ İÇERİSİNDEATATÜRK'Ü ANMA

    Lütfen gözlerinizi kapayarak çocukluk yıllarınıza bir yolculuk yapın. Ben Öyle yaptım ve gördüklerimi naklediyorum.
    Öğretmenimiz  ''O'' gün (10 Kasım günü) Okulumuzun bahçesindeki Atatürk büstünün önüne bir masa çıkardı. Üzerine bir Türk Bayrağı astı. Evinden getirdiği Pilli radyoyu masanın üzerine koydu.  bizi masanın karşısında sıra etti. Okul kıyafetimizdeki yakalıklarımızı çıkarmamızı söyledi. Bizler siyah önlüklerimizle kalmıştık.
    Öğretmenimiz: ''Bugün Atamızın ölüm yıl dönümü. Onun için. O'nun Aziz hatırası için saygı duruşunda bulunacağız, dedi ve ekledi. Biraz sonra radyoyu açacağım. Radyoda bir siren sesi duyacaksınız. (Sirenin ne olduğunu açıkladı.) Ben dikkat diyince, başlarınızı yere eğip, siren sesi boyunca susta olacaksınız. Siren sesi susunca, Gür bir sesle İstiklal Marşımızı okuyacağız,'' dedi.
    Beklenen zaman gelince öğretmenimiz, radyoyu açtı ve  ''Dikkat''  çekti.
    Hepimiz  ''Huşu'' içinde, atamıza olan saygımızdan dolayı, O'nun manevi huzurunda saygı duruşunda bulunduk. Radyoda söylenen, İstiklal Marşımıza, gür bir sesle eşlik ettik.
    Öğretmenimizin, Atatürk'ün, ülkemiz için neler yaptığı ve O'nu niçin sevdiğimize dair bir konuşma yaptı.
    Arkadaşlarımızdan biri: ''Atatürk 1881 yılında Selanik'te doğmuştur'', sözleriyle başlayan hayatını anlatmış. 

    Sıra, okuyacağımız şiirlere gelmişti ki, hafiften bir yağmur başladı.
    Kim yağmura aldırırdı. Atamızın, ÖZGÜR ve en ufak TAŞINA kadar bizim olan bu ülkeyi bizlere armağan etmek için ne çilelere katlanmış olduğu bilinciyle, Hem Atamıza, hem de onun silah ve siyaset arkadaşlarına saygımızdan dolayı, yağmur ve soğuk bize VIZ gelirdi.
    Ayşe, Mehmet, Fatma ve Hasan arkadaşlarım Atamızı öven ve O'na olan özlemimizi dillendirdikleri, şiirlerini okudular.
    Birisi ;''Ata kim bilmiyordum, işte bilmeye geldim.'', diyor.
    Diğeri, ''Ah bu 10 Kasımlar'' adlı şiirini okuyor.
    Bir diğeri, ''Doktor doktor kalksana.'' diyor.
    Bir başkası ise, ''Bu yurdu, Cumhuriyeti Atatürk etti bize armağan''. diyordu.
    O gün yakalıklarımızı hiç takmadık. Ders kitaplarımızdaki, Atatürk ile ilgili yazıları okuyup, öğretmenimizin anlattıklarını dinleyerek, her birimiz bir Atatürk veya Atatürk'ün askeri olmuştuk.
    Sağ ol öğretmenim. Yüreğimize ektiğin,  Atatürk Sevgisi tohumları, gün geçtikçe yeşerdi, gürleşti ve bizleri ATATÜRKÇÜ yaptı.
    Sevgili Atam, ''NAÇİZ VÜCUDUN'',  Anıt kabirde, SEVGİN yüreğimizde, FİKİRLERİN, yaşamımızda yol göstericimiz oluyor.
    RAHAT UYU ATAM, Bayraklaşan ismin ve eserlerin sonsuza kadar yaşayacaktır. 09.11.2016 gecesinin ilerlemiş bir saatinde sana olan minnetlerimi, saygıyla ifade etmek istiyorum.
Mustafa KURT

20 Kasım 2016 Pazar

SAATTİR BU DURABİLİR

SAATİM ''ÜÇ''TE DURMUŞ,

SAATİM ÜÇTE DURMUŞ,
Üç kez içtim,üç ayrı masada,
Üç kez oturup ağladım,bu gece.
Üç kez ölüm kapımı çaldı,
Üç kez ölümün eşiğinde döndüm,bu gece.
Üç kez kapını çaldım,
Üç kez elim boş döndüm.
Üçe takılı kaldı aklım.
Üçte durmuş saatim.
Mustafa KURT(Şiir Defterinden)

KIZAK




                                                KIZAK


                
                    BİZ ÇOCUKKEN KENDİ KIZAĞIMIZI KENDİMİZ YAPARDIK,

      Çocukken, kentimize ilk kar düştüğü gün, biz çocukları tatlı bir telaş alırdı. Kızak yapma veya var olan kızağımızı hazır hale getirme telaşı.
      Bizler kendi kızağımızı kendimiz yapardık. Mahalledeki bütün çocuklar, ikişerli guruba ayrılır, elele vererek, o mahallenin en dayanıklı ve en güzel kızağını yapmaya girişirdik. Kirişler, tahtalar bulunur, yapılacak kızak projelenirdi. Önce kirişler ve tahtalar özenle, boyutlarına göre kesilir, sonra birbirine çivilenir, ucu kalkık ön kirişe uzunca bir ip bağlanırdı. ''Oleyy !''  kızak hazırdı.
     Günler geçip, yeryüzü yeterince kar alınca ve de hafta sonu okullar tatil olunca, ( Okullar bugünkü gibi zırt - pırt tatil olmazdı.)  Kızak kayma, kartopu oynama çoşkusu başlardı.
Mahalle Camimizin önünde geçen yol, tamda buradan başlayan, tatlı bir meyille aşağı mahalleye doğru devam eder. ( Çarmuzu'ya ) Havanın ayaza çekeceği günün akşamı, mahalle çocukları bir araya gelerek imece yoluyla kızak pistini hazırlardık.
     Yine mahalle camimizin köşesindeki, kollu çeşmeden kova, kova su taşınarak,
O meyilli yoldan aşağı, ( 60 - 70m.)  düzenli bir şekilde akıtılırdı. Kar üzerinde oluşan, bu ıslak zeminin üzerine, elbirliği ile kar serpilir ve geceye bırakılırdı.
    Sabahı zor eden, biz mahalle çocukları, eserimizin başına koşardık. Ağıl süpürgesiyle, akşamdan suladığımız alan, süpürülürdü. Süpürülen karın altından cam gibi bir buz pisti ortaya çıkardı.
     Ve o muhteşem an gelip, çatmıştır artık. Kızak sahibi çiftler, bir biri arkasına kızağa biner ve buzun bitim noktasına kadar , uçarcasına kayıp giderdik.
    Allahım, o kendisinden oluşan düzen, kavgasız ve birbirine saygılı, kayma sırası ne kadar övgüye layıktı.
     Buz pistimiz bozuluncaya kadar, ya da kapıya veya pencereye çıkan, annemiz veya ablamız ismen bizi çağırıncaya kadar kızak kayma, devam ederdi,
     Eğer, önü tatil bir gün ise, birgün önce yapılan pist çalışması tekrarlanırdı.
     Doyumsuz bir kış geçirmenin yollarından biri de kızak kaymaktı.
( 07.01.2016)

ŞERİFE BACI






             İSTİKLAL SAVAŞIMIZDA, KAHRAMAN TÜRK KADINLARIMIZ

                                                ŞERİFE BACI

     İstiklal Savaşımızın kolay kazanılmadığını hemen hepiniz biliyorsunuz.
     İstiklal Savaşımız, dört yıl sürdü ve savaş kazanıldı. Ama bedeli çok ağır oldu. Yaşlı, genç, çocuk her yaşta kadın, erkek, sivil, asker on binlerce vatan evladı toprağa düştü, Anadolu'da hiç bir hane yoktu ki şehitleri olmasın.
     1914'te başlayıp 1918'de sona eren, Birinci Dünya Savaşı, 1918'den başlayıp, 1922 yılında sona eren Türk Kurtuluş Savaşı olmak üzere tam sekiz yıl, aralıksız devam etti.
Toprağımız tohumsuz ve fidesiz kaldı. Tarımda kullanılacak hayvanlar, ya cepheye alındı, ya da asker ve halkın gıdası oldu. Uzun süren savaş yılları elde, avuçta ne varsa alıp götürdü. Kıtlıklı yıllar başladı. Hülasa tarifsiz acılar yaşandı.
     Olsundu, sonuç zaferle sonuçladı ya, her acıya değerdi.
     Türk Kurtuluş Savaşı, ''Türk'ün ateşle imtihanıydı.'' İçerisinde ne destanlar barındırıyor.                  
      Mehmetçiğin İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da, Afyon'da ve daha birçok yerlerde gösterdiği kahramanlıklar yanında, çocuk kahramanlar ve dünyada emsali görülmemiş, kadın kahramanlarımızı anmadan geçemeyiz. Sayıları ve kahramanlıkları o kadar çok ki, hangi birini anlatmalı, yazmalı.
      İşte Şerife Bacı,
      Şerife Bacı, Kastamonu'ya bağlı, Seydiler İlçesi, Satı Köyü'nde doğmuş, Baba ve anneden yetim bir Türk kızıdır. Dedesi tarafından büyütülmüş ve çağı gelince evledirillmiştir. İlk eşi, henüz evliliklerinin başlarında, Çanakkale Savaşı'na gider, çok geçmeden de, şehadet haberi gelir.
      Şerife, ikinci evliliğini bir savaş gazisi olan Topal Yusuf ile yapmış ve Elif isimli bir kızı olmuştur.
      Elif, henüz birbuçuk yaşındayken, en küçük savaş gazisi olarak tarihe geçen çocuklardandır.    
      Kurtuluş Savaşı yıllarıydı, annesi, İstanbul'dan yüklenip, İnebolu Limanı'na gelen cephanenin, Anadolu'ya kağnılarla (Öküz arabası) taşınması görevini üstlenen, kafilenin içinde yer almaktadır.
      İnebolu ile Ankara arası nereden bakarsan 300- 350 km. lik bir yoldur ve aşılması oldukça zorlu, Küre ve Ilgaz Dağları vardır. Bu yolları aşmak her babayiğidin harcı değildir.
      Şerife gelin, kağnısına top mermilerini ve bebesini yükler ve öküzlerine  ''Ha''  diyerek yollara düşer.
       İçi vatanı kurtarma savaşına, verdiği katkıdan dolayı gururla doluydu.
      Hava, yavaş yavaş soğuyor ve yağışlar aman vermiyordu. Şerife gelin, yanında getirdiği yamçıyı mermilerin ve Elif'in üzerine örtüyor, yağan onca yağmur, dolu, kar sırtından geçiyordu.
      Onca uzak ve çileli yolu, Kastamonu girişindeki kışlanın, hemen dibinde noktalıyor.
      Kışladaki görevli askerlerin, arabaya vardığı an, elleri ileri uzamış kadına doğru , hamle yapan iki asker, kadının donmuş olduğunu görüyorlar. O kadın Şehit Şerife Bacı'dır.
      Yamçının altında gelen ses üzerine,Elif'i buluyorlar.
      Soğuktan donmuş olan Türk'ün Kahraman Şerife Bacısıdır ve aylardan aralıktır.
      Aslında O'nun Hikayesi, Şerife'nin yüreğinde saklı kalmış ve kendisiyle şehit olarak köyleri olan, Satı Köyü'ne defnedilmişlerdir.
      Mezarını kesin yeri bilinmiyor. Aziz Şehidimizi milletçe yüreğimizde taşıyoruz.
      Soraki yıllarda Elif 'in izi, Eskişehir'e kadar sürülmüş fakat kendisiyle bağlantı kurulamamış olduğunu okudum.
      Kastamonu'daki Şerife Bacı Anıtı'nı yakından gördüm. Muhteşem bir anıt. Geceleri ışıklandırıldığında, anıttaki bütün objeler adeta canlıymış gibi görünüyor.
      İstiklal Savaşı'nı destanlaştıran ve hiç biri hayatta olmayan, şehit ve gazilerini hürmetle yadediyor ve aziz hatıraları önünde hürmet ve gururla eğiliyorum. Mekanları Cennet'in Ala Köşesi olsun.

       Mustafa KURT
       Emkl.Öğrtmn.
       (Gurur Duyduklarımız (14.01.2016 )

Nazım'dan bir kuple ile bitirelim:
...............................
            Gece aydınlık ve sıcak
            ve kağnılarda tahta yataklarında
            koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
            Ve kadınlar
            birbirlerinden gizleyerek
            bakıyorardı ayın altında
            geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine...
            Ve kadınlar
            bizim kadınlarımız:
            korkunç ve mübarek elleri
            ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
            anamız, avradımız, yarimiz,
............................................N.HİKMET


Yorumlar

NENE HATUN



   


                                                   NENE HATUN

      Tarihte Destanlaşan Türk Kadını Nene Hatun,
      Nene Hatun'un, Karsı'ta yaşayan ailesi Kars'ın, Ruslar tarafında işgal edilmesi üzerine, göç edip, Erzurum'un İçesi Pasinler'e bağlı, Çeperlik köyüne gelip, yerleşir.
      Nene Hatun, 1857 yılında Çeperlik'te dünyaya gelmiştir. Ruslar, Bu yöreyi de işgal edince, Nene Hatun'un ailesi bu kez Erzurum'a gelip, yerleşir.
      Nene Hatun'nun çocukluk yılları Osmanlı - Rus savaşları dönemine rastlar.
      Evlendiği eşi, bir askerdir.
      1877 - 1878 Rus - Osmanlı Savaşı sırasında birbuçuk yaşında bir oğlu ve üç aylık bir kızı vardır.
      Bir gece, Osmanlı tebaasına bağlı, Ermeni Çeteleri, Ruslar'dan da destek alarak, Aziziye Tabyası'na gece baskını düzenleyerek, (8 - 9  Kasım gecesi)  uykudaki Türk Askerler'inin tamamını kılıçtan geçirirler. Yaralı kurtulan bir asker, Erzurum'a gelir ve olup biteni yetkililere anlatır. Acı haber minarelerden, halka duyurulur.

      Erzurum Halkı, bu olaya tepkisiz kalmaz. Olanlar silahını, olmayanlar eline geçirdiği, orağını, tırpanını, satırını, palasını, hasılı düşmana öldürücü darbeyi vuracak vasıtaları kapan, yaşlı, genç Erzurumlu, Tabya'nın yolunu tutar. Hücuma kalkan, halkın içinde genç bir de bayan vardır. Bu bayan, ismi tarihe, Nene Hatun olarak geçecek kahraman bir Türk Kadını'dır. O gece, savaş yaralısı kardeşi, kollarında can vermiştir. Acısı dağlardan yücedir. Ölü kardeşini alnından öper, iki yavrusunu Allah'a emanet edip, tabyaya koşan kafileye karışır.
      Aziziye Tabyası'nı Ermeni Çeteleri'nden, tek kurşun dahi atmadan, Rus Asker'i işgal etmiştir ve elinde gelişmiş silahları vardır. Vatan ve millet aşkı baskın gelen halk, mevcut silahlara karşı gözünü kırpmadan koşuyordu. Ön saflarda bulunanlardan bir çok şehit verildi. Ama hücumdan geri adım atılmadı. Arkadan dalga dalga gelen halk, düşmanının üzerine ölüm olup yağdı. Elde olan ilkel silahlar dahi ölüm makinası olmuştu.
       Nene Hatun'un satırı her inişinde bir kelle alıyordu.
      Tabya düşmandan temizlendiği zaman 1000 kadar şehidimiz vardı. Düşmanın kayıpları ise 2300 kadardı.
      Nene Hatun, bu çatışmada yaralanmıştı. O yarasına hiç aldırmadan, oluşturulan geçici hastanede, yaralıların imdadına yetişti. Hemşirelik görevini eksiksiz yerine getirdi.
      Nene Hatun, sonraki tüm çarpışmalarda cephedeydi, Kah hastabakıcı olarak görev yaptı, kah da sırtıyla, Mehmetçiğ'e cephane taşıyarak, onlara destek verdi.
      Türk Kurtuluş Savaşı'nın her aşamasında yer almıştır.
      Ayrıca, oğlunu Çanakkale Savaşı'nda şehit vermiş bir annedir.
      Hakettiği madalyaların sahibidir ve Türkiye'de ilk defa kutlanmaya başlanan, anneler gününde yılın annesi seçildi.
      Nene Hatun, 1955 yılında 98 yaşında zaturreden öldü, Aziziye Tabyası'nda toprağa verildi.
Ruhu şadolsun.
     Bir beyitle analım,anamızı,
     ''Uğrunda öl,. diri, yediden yetmişe dek, ''
     ''Bütün yurt ayaklandı, taş, toprak, börtü böcek ''   M.Necati ÖNGAY
                                                                                                                          

      Mustafa KURT
      Emkl.Öğrtmn.
     (Gururla andıklarımız)

CEVABINI BİLEMEYECEĞİM SORULAR


CEVABINI BİLEMEYECEĞİM SORULAR

Sen ey en sevilen, söyler misin ?
Ak yeleli bir tay misali,
Coşar mı duyguların, sabahın ilk ışıklarıyla ?
Söylediğin şarkılara ritim tutar mısın ?
Yoksa bir yıkım mı yaşar duyguların ?
İtiraf eder misin, sır tuttuklarını ?
İçin acır mı düşündükçe ?
Düğüm düğüm olur mu hançeren ?
Ah çeker misin, arkamdan ?
İnandırabilir misin kendini, gidip te dönmeyeceğime ?
Yazar mısın, mezar taşıma,
Bir dolu hasretle göçüp gittiğimi?
(03.08.2016)
Mustafa KURT
Emkl.Öğrtmn. (Şiir defterinden)

BİR DOLU HASRET


CEVABINI BİLEMEYECEĞİM SORULAR
Sen ey, en sevilen, söyler misin ?
Ak yeleli bir tay misali,
Coşar mı duyguların, sabahın ilk ışıklarıyla?
Söylediğin şarkılara ritim tutar mısın?
Yoksa bir yıkım mı yaşar duyguların?
İtiraf eder misin, sır tuttuklarını?
İçin acır mı düşündükçe?
Düğüm düğüm olur mu hançeren?
Ah, çeker misin arkamdan?
İnandırabilir misin kendini, gidip te dönmeyeceğime?
Yazar mısın, mezar taşıma,
Bir dolu hasretle göçüp, gittiğimi?
(03.08.2016)
Mustafa KURT
Emkl.Öğrtmn. (Şiir defterinden)

BENDEKİ H.Ali YÜCEL






               
                              H.Ali YÜCEL'in BİR ŞİİRİ,

    Bugün sizlere, hep aklımda olan, fakat yazmam için bir nedene dayandıramadığım, Hasan Ali YÜCEL' e ait bir çocuk şiirini paylaşmak istiyorum.
    Yakın bir geçmişte,  ( Birkaç gün önce ) Trabzon'da,  adı bir okula verilmiş, eski efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali YÜCEL'in adının kaldırılmasına karar verilmiş. Adın, kalkıp kalkmadığını henüz teyit etmiş değilim. Ama sözünün edilmiş olması bile beni hem üzmüş, hem de dehşete düşürmüştür.
     H. Ali YÜCEL, Türk Milli Eğitimine devrim niteliğinde hizmetler yapmıştır. Saymakla bitmeyecek yenilikleriyle birçok ilklere damgasını vurmuştur.
     Ne var ki, her alanda olduğu gibi Cumhuriyet kazanımlarımızı ve değerlerimizi bir bir yok etmeyi kafasına koyan zihniyet, Hasan Ali YÜCEL'i de yoklaştırmayı kafaya koymuş.
     Ben ve benim gibi bazı kişiler, bu yokedişlere, kişisel tepkilerini yazarak, çizerek koyuyoruz. Oysa, toplumsal tepkiler, çok daha etkili olacaktır.
     İlkokul, 4. sınıf Türkçe Kitabımızın, son sayfasında, bende iz bırakmış bir şiir vardı. O yıldan sonraki, (1959) öğrencilik ve öğretmenliğim süresince bir daha bu şiire rastlayamadım. Nesine yasak konulduğunu da pek anlamış değilim. Özlemini çektiğim,  ''O'' şiiri, sizlerle paylaşayım dedim.



VATAN DEMEK, SEN DEMEK

Bir ağaç altındasın, her dalında binbir çiçek,
Gün gelip bu çiçekler sana yemiş verecek.
En yüksek dallarında bunların olgunları;
Gözünü onlara dik, alçaklarından el çek.
İstiyorsan erişmek yüksekteki dallara,
Vücutça kuvvetli ol, zekaca büyüyerek.
Yavrum bunun çaresi.okuyup, öğrenmektir.
Yoksa hep boşa gider, çektiğin bunca emek!
Bilgi en büyük kuvvet, yaşayıp yaşatmaktır;
Fakat faydasız kalır, temiz olmazsa yürek!
Sevmeye başla yavrum, ananın kucağında;
Vatan sevgin herşeyden, üstün gerek.
Kafanda bilgi dolu, yürekte sevgilerin,
Yürü, engel tanıma yolunda döndürecek.
Gözün yukarda olsun, gönlün yüceliklerde.
Başın dimdik, yüzün ak, alnın açık, gözün pek,
Yere düşen kirlenen hiç bir şeye eğilme,
Şahin ol, yılan olma, sürünmektir eğilmek.
Her ülküye emekle, çalışmakla erilir.
Bahtiyarlık istersen ömür sür didinerek.
Yücel yavrum, Türklüğün her ümidi sendedir.
Vatan demek sen demek, sen demek vatan demek.
Hasan Ali YÜCE
09.09.2016
Mustafa KURT
Emkl.Öğrtmn.(Derleyip,paylaşan)

15 Temmuz KALKIŞMASI

SEVGİLİ DOSTLAR GÜNAYDIN,
'' KALKIŞMA  ''
Sayın Cumhurbaşkanımız, 15 Temmuz '' FETO '' Terör Örgütü, darbe girişimiyle ilgili çeşitli açıklamalar yaptı. Hiç şüphesiz, en canalıcı olanı, bu örgütün devlet içinde yapılanması, kendilerini çok üzmüş. Zira,bu kadar DİNDAR bir topluluğun İHANET ŞEBEKESİ haline dönüşeceğine ihtimal bile vermemişti.
Ancak, 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi, halkın ve bazı askeri güçlerin demokrasiye olan bağlılıkları sayesinde başarıya ulaşamamış, Şerit'a dayalı bir sistemi getirme hayalleri geri tepmiştir.
Sayın Cumhurbaşkanı, '' aldatılmış ve ihanete uğramış ''  olmalarından dolayı, ''Allah'tan af, Türk Halkı'ndan da özür dilediğini ''  dile getirmişlerdir.
Bu aldatılışımızın ilki değil ama en can acıtıcısıydı. Şüphesiz, '' AF ve ÖZÜR DİLEME '' bir büyüklük ve erdem işidir.
Savuşturulmuş olan, bu ihanet girişimi, önlem alınmazsa, arkadan gelen ve bugün için tehlike değilmiş gibi görünen bazı dini guruplar, sinsice ağlarını örüyorlar. İlk fırsatta, Demokratik Haklarımızı ve Cumhuriyet kazanımlarımızı yıkmak, yoketmek için fırsat kolluyor olmalarını gözardı edemeyiz.
Bu yüzden, hükümetlere düşen görev, daima uyanık olmaktır.
Demokratik, laik ve sosyal, hukuk devlet anlayışından taviz vermeme ilkesine bağlı kalarak, merdiven altındaki dini oluşumları, bertaraf etmelidir.
Arkalarından, onbinleri sürükleyen, şeyhleri, dervişleri ,cemaat, tarikat gurupları ve onların barınakları olan, tekke ve zaviyelerini acilen yok etmeli. Din kisvesi altında beslenen ve güçlenen Kur'an Kurslarını, yurtları ve hayır kurumları adı altında faaliyet gösteren kuruluşları kapatmalıdır.
Yoksa, birgün, bunların yaptığı ve yapmak istediklerinden dolayı da  '' Özür '' dilemek zorunda kalınır. Belki de çok geç kalınmış olur.
Benimki acizene bir tespit ve öngörüdür. (05.08.2016)
Mustafa KURT
Emkl.Öğrtmn.

UFUK ERBAŞ, MEHMET SARI ve BEN






                                                UFUK ERBAŞ, MEHMET SARI ve BEN

       Değerli dostum, arkadaşım radyo sanatçısı ve İstanbul Ünüvesitesi Konservatuvar Öğretim Üyesi Malatyalı Sanatçı UFUK ERBAŞ ilgil bir anı.
      Ufuk' la 1955 - 60 yıllarında Çarmuzu İlkokulunda Bir sınıf dolusu arkadaşımızla birlikte okuduk.
Mezuniyetimizden sonra, biz ondan haberli, O bizden habersiz koca bir ömür geçirdik. Ama bir yerlerinden yakalayarak, birbirimizden haber alır olduk. Hatta, Can dostum, sevgili arkadaşım  ( Yine aynı sınıftan )  Mehmet SARI sayesinde birbirimize kavuştuk, geçmişten konuştuk ve hasret giderdik.
      Mehmet SARI ile aramıza, öyle uzun yıllar girmedi. Hep birbirimizden haberliydik ve fırsat yaratıp görüşüyorduk. Son görüşmemizde beni İstanbul'a davet etti. Ben de davetine icabet ettim. 24 Ağustos, 2 Eylül 2016 günleri arasında tatilimi, bana açtığı Şile'deki yazlığında geçirdim. Hem doyasıyla Şile'yi gezmiş oldum, hemde bazen hırçın, bazen durgun olan Kara Deniz'in suyuna dalıp, çıktım.
      Mehmet'ten, daha Malatya' da iken, İstanbul'a gelirsem, beni Ufuk'a götürmesinin sözünü almıştım. 01 Ağustos günü Ufuk'u Sakarya İli,Kandıra İlçesi,Cebeci Beldesindeki yazlığında ziyaret ettik.
     Ufuk ve sevgili eşleri Sebahat Hanımla birlikte bize ikramlarda bulundu. Geçmişten uzun uzun söz ettik, hasret giderdik. Bize repertuvarından seçili eserlerden oluşan CD'sini armağan etti.
Akşam geç vakit İstanbul 'a döndük.
      O geceyi Mehmetler' de geçirdim. Arkadaşımın sevgili eşi Elmas Hanımla tanışma şerefine nail oldum.
      Ertesi günü, oğlu ve iş arkadaşlarıya tanışık oldum.
      Arkadaşımın Şoförü Selami'den söz etmemek kadir bilmezlik olur. Selami, İstanbul'a ayak bastığım andan, Hava Alanında noktaladığım seyahatim boyunca hep yanımda oldu.
     Geçirdiğim tatil boyunca, beni konuk eden arkadaşım Mehmet'e, sevgili eşlerine, şoförü Selami'ye, iş arkadaşlarına, beni ziyaret eden ve benim ziyaret ettiğim Suceyinli tüm dostlarıma sınırsız teşekkürler ediyorum. Umarım bana olan haklarını helal ederler.
     Erişemediğim ve haber veremediğim dostlarım ve öğrencilerim kusura bakmazlar. Çünkü,İstanbul zor bir şehir.
     Sanatçı Dostum Ufuk'un güzel sesisini dinlemek isteyenler. Google'e Ufuk ERBAŞ yazıp, you tobe sayfasında erişebilirler.( 05. 09. 2016 )
      Mustafa KURT
      Emkl .Öğrtmn. (Değer Verdiklerimiz)

SEMİNERDEYİZ

HERKESE KUCAK DOLUSU SELAMLAR,
1995 Temmuzunda Eğitim semineri için İnabolu'ya gitmiştik. İnebolu Kaymakamlığı ve Milli Eğitim Müdürlüğü.Türk Milli Eğitimine yakışır bir şekilde bizleri ağırlamıştı.
Bu seminer, doğudan - batıya,kuzeyden - güneye hemen tüm illerimizden gelen temsilci öğretmenlerin katılımıyla gerçekleşmişmişti. Bizlere, eğitim ve öğretimde teknolojinin kullanımı ve yeni geliştirilen proğramlar, hakkında ( Bakanlık ve ARGE temsilcileri tarafından ) bilgiler verilmişti.
Seminer sonunda,farklı illerden gelen, öğretmenler arasında, samimi ve kalıcı dostluklar kurulmuştu.
Ayrıca İnebolu ve çevresine, ( Çevre ilçelere ) günübirlik turlar düzenlenmiş, tarihi ve tabii güzellikleri görme fırsatı bulmuştuk.
Bu arada Cide'de Rıfat ILGAZ' ın kabrini de ziyaret etmiştik.
Bir de, Karadeniz'in o sıcak kanlı, güleryüzlü ve misafirperver insanlarını tanıma mutluluğuna ermiştik.
Resmi, İnebolu Lisesi önünde bulunan ATATÜRK BÜSTÜ önünde çektirmiştim. Sizlerle paylaşayım dedim.
O yılki seminere katılan ve paylaşımımı gören - görmeyen dostlara selamlarımı yolluyorum. Bu dünyadan ayrılan varsa, onlara da Allah'tan rahmetler diliyorum. ( 20.08. 2016 )
Mustafa KURT
Emkl. Öğrtmn. Maziye Terkettiklerimiz

ANAMA CENNET İSTEDİM








                                  ANAMA CENNET YAKIŞIR

      
       Karadeniz'in kızıp köpürdüğü ve bulutların neredeyse denizi öptüğü bir akşamdı.
Eğitim seminerine İstanbul Bölgesinde katılan, bir bayan öğretmen arkadaşla kıyıya indik. Kıyıda parçalanan dalgalar metrelerce yukarıya çıkıyordu. Kıyıda in - cin top oynuyordu. Ben karanlık ve homurtulu geceyi cehenneme benzettiğimi söyledim. Yanımdaki bayan arkadaş bana,
      ''Siz, Cennet ve Cehennem'in olduğuna inanıyor musunuz?'' sorusunu yöneltti. Ben ise:
      ''Olsa iyi olur, hele cennetin olmasını çok istediğimi'' söyledim. Bana:
      ''Neden? dedi. Cevabım aynen şu oldu:
     ''Cennet olsun, istiyorum çünkü, anam bu dünyada çok ama çok çile çekti, Bari ödülü cennet olsun,'' diye cevap verdim.
       Gerçekten ben, anamın ilk çocuklarından biriydim. Anamın genç bir gelin olduğu yılları hatırlıyorum.
       Yılların getirdiği yoksulluk, babamın zulmü ve sık aralıklarla yaptığı doğumlar, sevgili anamı erken kocattı. Saçları, yaşıtlarından erken ağardı, beli onlardan çok önce eğildi.
       Tam da ailenin geçimi düzeldi, doğurganlığı bitti, koca zulmü yok oldu, derken, rahat edeceği yılların başlangıcında anam felç geçirdi. Altı yıl tabir caizse'' dilsiz - dişsiz, ele bakar oldu ''.     Verirlerse bir lokma yemeği yutuyor, suyu adeta somuruyordu. Hülasa anam yatalak oldu ve çok ızdırap çekiyordu.
       Öğretmen arkadaşla konuştuğumuz o yıllarda, henüz anam hayattaydı.
       1998 yılı kışında bir akşamüstü, anamı ziyaret ettim, kendi ellerimle, yedirdim, uyuttum ve ellerimi Allah'a kaldırıp, anamın ruhunu almasını O' ndan diledim. O akşam, Allah'ın dilek kapıları açıktı sanırım. Ben eve henüz varmıştım ki, birlikte oturdukları, erkek kardeşim, telefon etti ve anamın öldüğünü söyledi.
        Bir ömür çile çekmiş, ondört bartın doğum yapmış, ( yedisini toprağa vermiş ,acılarını yüreğine gömmüş ) ve zalim bir kocaya, yoksulluk içinde karılık etmiş. Hayatı boyunca yaşadığı kentin yüz kilometre karelik alanının dışına çıkmamış, bir ana cennete gitmeyip te, nereye gidecek. Sanırım Allah bile onu cennetine koymak için acele eder.
       Ben Cennet'in var olduğuna inananlardanım.
       Ve her zaman dua ediyorum. '' Mekanın Cennet Olsun anacığım.''
       Babam ise 2004 yılında, anama yaptıklarının nedameti içinde, aksi bir ihtiyar olarak rahmetli oldu.
       Babama da Rahmet okuyorum. O cahil biriydi.
       Ben her ikisin de evladıyım.        ( 20. 08. 2016 )
       Mustafa KURT
       Emkl. Öğrtmn. ( Yılların Dindiremediği Acılar. )

SUCEYİN KÖYÜNÜN ERKEK EMMİSİ





                       SUCEYİN KÖYÜNÜN ERKEK EMMİSİ ( M.Ali ORAL )

                       VAZİYET BERBAT

      Okul paydosundan sonra, köy içindeki mini yokuşları çıkmak bile zor geldiği, bir akşam üstüydü. Köy içinde geçerken, Ellezgilin Cuma'nın kapısının önünde, her gün olduğu gibi, Cuma'nın eşi, sonradan gözünü yitiren Hatça Yenge oturuyordu. Hatça Yenge'ye duyurmadan geçip gideyim diyerek, ayak uçlarıma basarak yürüdüm.
       Hay demez olaydım. Henüz Cuma'nın evini geçmiştim ki, Hatça Yenge,
       ''Hocam, niye seslenmiysin,'' demez mi. Yerimde çakılı kaldım .Allahım bu kadının iki gözü görmüyor ama, önünde geçen beni ayak sesimde tanıyor. Utancımı hangi sözlerle örtmeye çalışmış ve özür üzerine, özür dileyerek, dalgınlığımı bağışlamasını kendisinden istemiştim.
       Bu ruh haliyle, Küllü'nün aşağıdaki kahvesinin kapısından içeri girdim. Kahvenin dış kapısını tam karşıdan gören masada Erkek Emmi birileriyle 'oşkin ' oynuyordu. ( Kağıt oyununu çok severdi. ) Oturduğu sandalyenin üzerine çömelerek oturmuştu. ( Kendine göre masa yüksekte kaldığından, genellikle böyle otururdu.) Benim kapıdan girdiğimi görünce, bir şahlanışla:
      ''Hocammm '' dedi.
      ''Efendim Erkek Emmi '' dedim.
      ''Vaziyet nasıl?'' diye sordu. ''Sözün eceli gelirse ağızdan çıkar misali,''
      ''Bom b.k ''dedim.
       Bu sözler, kendimin içinde bulunduğum ruh halimin en güzel özetiydi.
       Uzatmayayım, selam verip, kahveci Ali'nin yakınına oturdum. Yorgun ve süzgün halimi gören Ali, alelacele bir kahve yaparak, fincanı önüme sürdü .Ali ve diğer köylülerle kısa söyleşiler yaptık.   Ama o da ne, Erkek Emmi, benimle muhabbeti kesmiş gibi, tavır sergiler olmuştu.
       Aman Erkek Emmi, yaman Erkek Emmi, dedimse de adamda tık yok.
       Bıraktığı oyun masasından, kalkıp, kahveden çıkıp gitti.
       Erkek Emmi'nin bu davranışına anlam veremedim. Derdim bir iken, birden çok oldu.
       Aradan bir kaç gün geçti, her gün gördüğüm Erkek Emmi'yi göremez oldum. Görüp de,
       ''Yahu Erkek Emmi, bu afra, tafraların sebebi ne?  Neden benden kaçıyorsun? diyeyim diye can atıyorum ama yok.
       Bu sefer,bizim hanım başladı;
       ''Erkek Emmi görün müyor, neden gelmiyor? '' diye.
       Olanları hanıma anlattım, inanmadı.
       ''Herhalde, adama bir şeyler söylemiş olmalısın,'' dedi.
        Amma iş ha, ortada hiç bir şey yokken suçlu olup çıktık.
        Nihayet Totoz Sadık'ın kahvesinde,  Erkek Emmi'yi yakaladım.
        ''Yahu, Erkek Emmi nedir, bu tavırlar? ne dedim de. bana küstün? Selamı sabahı kestin.
       Biraz nazdan sonra:
       ''O gün, vaziyet nasıl hocam dedim? sen vaziyet, bom b.k dedin''.
       ''Evet, dedim, ne olmuş yani'', dedim.''
       ''Sen benim vaziyetimi beğenmeyip, o sözü söyledin.'' demez mi?
       Binbir dil dökerek,
       ''Sözleri, kendi vaziyetimi ifade etmek için söylemiştim. Seninle bir ilgisi yok. Sana hiç öyle bir şey söyler miyim?'' diye.
        ''Haydi, barış benimle.''
        ''Bir şartla,dedi.''
        ''Peki dedim, şartın her neyse kabulüm:'' dedim.
        ''Beni traş edeceksin.'' dedi.
        ''Derdin, bu olsun. Benim başımüstüne,'' dedim.
        Birgün sonra, bir Alman jiletiyle geldi. Lojmanın önünde kendisini bigüzel traş ettim. Bu arada, kendinin bir numaralı arkadaşı olan, oğlumuz Umut da kendisine ayna tutuyordu.
        Bilmeyenler için, ya da duyup da görmeyenler için, Erkek Emmi, o yıllarda 60 - 65 yaşlarında, 160 cm. kadar boyunda, gür sesli tam adına layık ERKEK'ti,
        Kendisinden çok daha uzun boylu Hoppugilden Hanife Teyze ile evliydi.
        Genelde, şapkasız gezer, başı geriye doğru dümdüz taralı saçları olan, bir ihtiyardı. Yaşı gereği, sert olan sakalını kendisi kesemez, birilerine kestirirdi.
        Sevgili Erkek Emmi'yi saygı ve rahmetle yadediyorum. ( 28. 09. 2016 )

68'li YILLAR

HERKESE GÜNAYDIN
Yenı bir ŞİİRİM var, paylaşayım dedim,
68' li YILLAR
Gönlüme söz geçiremeyen gözlerim,
Mazinin derinliklerine bakar, bakar da,
Arar kaybolan yıllar içindeki, ömrümüzün,
Asude geçen yıllarını.

Hani bir zamanlar gençtik, coşkuluyduk.
Her şeyi ince eleyip, sık dokurduk.
Kavgalarımız olurdu, erkekçe.
Sık darılır, çabuk barışırdık.
Kruvaze takım elbise giyerdik.
Geniş yakalıydı gömleklerimiz.
Pantolon paçalarımız İspanyol'du.
Bizden önce dönerdi köşeyi.
Hayali de olsa, birer sevgilimiz vardı.
Mektuplar yazar, şiirler döşerdik aşka dair.
Çok okur, sinemaya, tiyatroya giderdik.
Geleceğe dair planlarımız vardı.
Asla aylaklığa özenmedik.
Biraz da siyasiydik,
Biz 68'lerde.
Mustafa KURT

14 Kasım 2016 Pazartesi

BİR PALTO İÇİN





                                     BİR PALTO İÇİN

         Sabahın erken bir saatinde, avlu kapımız çalındığında, ben henüz yataktan kalkmamıştım. Kapıyı, her zaman hepimizden erken kalkan, babamı işe yollayan annem açmıştı. Gelen komşunun çocuğuydu. Anneme, Kilisepınarı' nda başıboş bir koyun sürüsü olduğunu ve bu koyun sürüsünün, bizim olabileceğini söyledi. Annem, alelacele beni hazırladı ve birlikte, Kilise Pınarı'na gittik.
       Gerçekten, sözü edilen koyun sürüsü bizimdi ve başında çoban yoktu. Çobanımız, sırtına giydiği abayı, bir ceviz dalına asmış ve gitmişti. Gitmişti diyorum. Çünkü, koyunları benim üzerime bırakan annem, çoban gelinceye kadar koyunlara sahip olmamı istemiş, kendisi eve dönmüştü.
       Bekleyişim uzun sürmüştü. O gün aç, susuz kalmış, hem de okula gidememiştim. Çoban da her nere gittiyse, bir daha eve dönmedi.
       O günün şafağında, çobanımız Bekir, sürüsünü otlatmaya, Kargapınarı'nın üzerindeki, pancar yerine götürmüş. Sürü otlarken, kendisi uyuya kalmış. Sürü bitişik bahçedeki domates tarlasına dalmış ve domates tarlasında bigüzel otlamış. Çoban uyandığında, iş işten geçmişmiş. Tarla sahibinin gelmesi halinde, kendisini döverler endişesiyle, sürüyü Kilisepınarı'na getirmiş ve eve haber göndermiş. Belki de biz koyunların yanına gelinceye kadar uzaktan, bizi izlemişti.
       O günün akşamı ,konuşulanlar ve alınan karar uyarınca, evin çobanı ben olacaktım. Babam işlerini yoluna koyuncaya kadar, benim kendisine yardımcı olmamı istiyordu. Eğer bir müddet koyunlarını güdersem, en iyisinden bana bir palto diktireceğini söyledi ve böylece babam beni kandırmıştı. Kısa süreliğine koyunları güdecektim.
      Onbir, oniki yaşlarında bir çocuktum ve ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. Aylardan ekimdi. O yıl bizi okutan Vekil Öğretmenin yerine, Yüksel Ekmekçi isimli genç bir bayan geldi. Derslerimde başarılı oluşumdan dolayı, çok geçmeden Yüksel öğretmenimin gözdesi olmuştum. O yıllarda, futbolda yıldızı parlayan, Mikro Mustafa'nın adıyla, beni çağırır olmuştu.
       Ne var ki, babamın aldığı ve benim uyma zorunda olduğum kararla çobanlık günlerim başladı. Çok sevdiğim okulumdan, arkadaşlarımdan, derslerimden ve hele de öğretmenimden ayrı kalmam beni öylesine üzmüştü ki, tarifini yapmam mümkün değildi.
       Babam sözünde durmuş, bana beğendiğim kumaştan bir palto yaptırmıştı. Sonbaharın o soğuk günlerinde bana, iyi bir giysi olmuştu. Sevindim mi, bilmiyorum?
       Beni ailenin çobanı yapan nedenlerden biri de, babam askerlik dönüşünden sonra,(Babam, askerliğine bakaya olarak gitmişti. Askere gittiği o yaşlarda benimle birlikte, beş çocuğu vardı.) dayımla birlikte açmış olduğu kasap dükkanıydı. Çoban bizi terkedince, babamın önünde iki seçenek vardı. Bunlardan biri, koyunları satıp, dükkana sermaye katmak, diğer bir seçenek ise, dükkanı dayıma devredip, sürüsünün başına dönmek.
     Koyun sürüsü dediğimi, baştan beri söylemem gerekirdi; Altmış, yetmiş kadar damızlık koyunlardan oluşuyordu. Sonunda, babam, şehrin en güzel dükkanlarından biri olan dükkanımızı dayıma devrederek, çobanlığı tercih etti. Uzun yıllar ailenin geçim kaynağı bu yolla oldu. Bir de, dükkanın devrinden eline geçen parayla, bahçe tarımı yapabileceğimiz bir arazi aldı, üzerine de bir ev yaptırdı. Şehrin kıyısındaki, evimizden, yeni yapılan eve taşındığımız zaman ben artık, liseye başlamıştım. Ve daha ilgincini söyleyeyim, evimizden kaçan, çobanımız Bekir eve döndü. Babamdan ve bizlerden özür üzerine, özür diledi ve aileye katıldı. Hoş, bir iki yıl sonra, aileyi yüzüstü bırakarak, bir daha dönmemecesine çekip, gitti. Çobanlık gene, babama ve biz çocukların üzerine kaldı.
      Tekrar başa, çobanlıkla geçen günlerime döneyim. Babamın çabucak çözeceği sorun, çabuk çözülmedi. Sonbaharın güzel günlerinde başlayan çobanlığım, tam yetmiş gün sürdü. Yağmurda çamurda, soğukta geçen tam yetmiş gün. Düşünün, tam okul ve oyun çağındaki bir çocuk, koyun çobanı. Onun en sevdiklerinden uzak kalmasındaki duygu yıkıntısı nasıl olur?
        Her olumsuzluğa rağmen, derslerimden ayrı kalmamak için, koyunlarımı ağıla koyup, yemeğimi yer yemez, okul çantamı alıp, benimle aynı sınıfta olan arkadaşım Haliller'in evine koşuyordum. Halil'le birlikte o gün işlenen konuları çalışıyor, yarın işlenecek derslerin ödevini alıp eve dönüyordum. Aldığım ödevleri ertesi gün, koyunların önünde tüm olumsuzluklara rağmen çalışıyordum. Düşünüyorum da, Halil ve ailesinin o sıcaklığı ve samimiyeti olmasaydı, ben ne yapardım?
         Günler, haftalar derken tam ikibuçuk ayı geride bırakmıştım. Aralık ayının ikinci haftası,hatırı sayılır bir kar yağmıştı. Karın yağmasıyla, çobanlık çilem dolmuştu ve okula dönüşümün önünde bir engel kalmamıştı.
          Ne var ki, okuldan uzak kaldığım o uzun günlerde, okulumda bazı şeyler değişmişti. Yüksel öğretmen okuldan ayrılmış, yerine Hasan Aydın Öğretmen gelmişti.
         Ben tüm değişiklikleri zaten Halil' den öğreniyordum. Okula gittiğim zaman beni nelerin beklediğini, az çok tahmin ediyordum.
         Okula dahil olduğum ilk ders saatinde, Hasan Öğretmen, kapıdan girince sınıfça ayağa kalkıp, O'nu karşıladık, andımızı okuduk. Masasına geçen  öğretmenimiz, öğrenci yoklamasını yaptı, ama benim ismimi okumadan geçti. Ben, ürkekçe parmak kaldırdım ve öğretmenime, ''Benim ismimin okunmadığını söyledim''. Kocaman kara gözlerini bana dikti ve ''Sen de kimsin evlat diye?'' yumuşak bir sesle sordu. Önce beni bigüzel süzdü, sonrada yanıma geldi, bir baba şefkatiyle, elini omuzuma koydu ve  ''Evladım, neden okula gelmiyor, okuldan kaçıyorsun.'' dedi. Ben ise cılız bir sesle,  okuldan kaçmadığımı, babamın beni neden okula göndermediğini söyleyince, gözleri gölgelendi, hatta ağlamaklı olduğunu gözlemledim. Kafasını iki yana sallayarak masasına döndü.
       Hasan öğretmenimiz, 170 cm. kadar boyu, pehlivan yapılı, otuzlu yaşlarda, karayağız bir köy delikanlısıydı. Öğretmenini seven bir öğrencinin gözünde, bir öğretmen nasıl olursa, öyleydi. Hemen, okulun karşısındaki bir eve taşınmıştı. Evliydi ve iki de çocukları vardı.
        Okuldaki ilk günüm, beni öğretmenime kabul ettirdi ve ben, Hasan Öğretmenimin gözde öğrencilerinden biri oldum. Gün içindeki derslerden biri coğrafyaydı. Konu ise, Karadeniz Bölgesinin iklimiydi. Soru, cevap yoluyla işlenen konuda, öğretmenimiz sınıfa, ''Doğu Karadeniz Bölgesi neden fazla yağış alır?'' diye, bir soru sordu. Sınıfta, birçok arkadaşımız parmak kaldırdı, soruyu cevaplama isteklerini belirtiler. Tabii ki bende parmak kaldırmıştım ve soru bildiğim konudan çıkmıştı. Öğretmenimiz, parmak kaldıran birkaç arkadaşımıza söz hakkı verdi, ama tatmin edici cevap alamadı. Israrla benim parmağım havadaydı. İsteksizce bana söz hakkı verilince, konuyu tam da öğretmenimizin istediği şekilde cevaplamış olmalıyım ki, öğretmenim, geniş adımlarla yanıma geldi, bana, ''Sen bunları nereden biliyorsun?'' diye, sordu. Ben, nasıl ders çalıştığımı kendisine anlatınca, kocaman kollarını açarak beni kucakladı ve beni sınıfa övdü. O gün, öğretmenimden ilk ''Pekiyi'' notumu almıştım. Ondan sonraki günlerde daha çok çalışarak, öğretmenimin gözde öğrencilerinden biri oldum.
        Hasan Öğretmen, o yıl ve ondan sonraki yıl da bizi okuttu. Mezuniyetimize günler kala,benden nüfus cüzdanımı ,kendisine getirmemi söyledi. Beni,Öğretmen Okulu sınavlarına sokacağını söyledi. Evde konuyu, anne ve babama açınca. babam kükreyerek üzerime yürüdü. Hem bana, hem de öğretmenime ağza alınmayacak küfürler etti. ''Böyle saçma fikirlerle bir daha karşıma çıkma'', dedi. Ben, bana yapılana değil de, öğretmenime söylenen sözlere çok üzülmüş ve ağlamıştım.
       Ertesi gün babamın sınava katılmama izin vermediğini söyleyince, bu kez öğretmenim bana kızdı. Öğretmenim,
     ''Bırak babanı, kaç bana gel, seni başka bir ildeki okula kayıt yaptırırım, gider okursun. Bu adam seni çoban yapmak istiyor.'' dedi.
         ''Ah benim sevgili Hasan Öğretmenim, seni ne çok sevmiştim. Seni bir daha görmem kısmet olmadı. İzini çok aradım, bulamadım.
        İzini bulduğumda da rahmetli olduğunu öğrendim. Ruhun şad, mekanın cennet olsun.''