14 Kasım 2016 Pazartesi

BİR PALTO İÇİN





                                     BİR PALTO İÇİN

         Sabahın erken bir saatinde, avlu kapımız çalındığında, ben henüz yataktan kalkmamıştım. Kapıyı, her zaman hepimizden erken kalkan, babamı işe yollayan annem açmıştı. Gelen komşunun çocuğuydu. Anneme, Kilisepınarı' nda başıboş bir koyun sürüsü olduğunu ve bu koyun sürüsünün, bizim olabileceğini söyledi. Annem, alelacele beni hazırladı ve birlikte, Kilise Pınarı'na gittik.
       Gerçekten, sözü edilen koyun sürüsü bizimdi ve başında çoban yoktu. Çobanımız, sırtına giydiği abayı, bir ceviz dalına asmış ve gitmişti. Gitmişti diyorum. Çünkü, koyunları benim üzerime bırakan annem, çoban gelinceye kadar koyunlara sahip olmamı istemiş, kendisi eve dönmüştü.
       Bekleyişim uzun sürmüştü. O gün aç, susuz kalmış, hem de okula gidememiştim. Çoban da her nere gittiyse, bir daha eve dönmedi.
       O günün şafağında, çobanımız Bekir, sürüsünü otlatmaya, Kargapınarı'nın üzerindeki, pancar yerine götürmüş. Sürü otlarken, kendisi uyuya kalmış. Sürü bitişik bahçedeki domates tarlasına dalmış ve domates tarlasında bigüzel otlamış. Çoban uyandığında, iş işten geçmişmiş. Tarla sahibinin gelmesi halinde, kendisini döverler endişesiyle, sürüyü Kilisepınarı'na getirmiş ve eve haber göndermiş. Belki de biz koyunların yanına gelinceye kadar uzaktan, bizi izlemişti.
       O günün akşamı ,konuşulanlar ve alınan karar uyarınca, evin çobanı ben olacaktım. Babam işlerini yoluna koyuncaya kadar, benim kendisine yardımcı olmamı istiyordu. Eğer bir müddet koyunlarını güdersem, en iyisinden bana bir palto diktireceğini söyledi ve böylece babam beni kandırmıştı. Kısa süreliğine koyunları güdecektim.
      Onbir, oniki yaşlarında bir çocuktum ve ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. Aylardan ekimdi. O yıl bizi okutan Vekil Öğretmenin yerine, Yüksel Ekmekçi isimli genç bir bayan geldi. Derslerimde başarılı oluşumdan dolayı, çok geçmeden Yüksel öğretmenimin gözdesi olmuştum. O yıllarda, futbolda yıldızı parlayan, Mikro Mustafa'nın adıyla, beni çağırır olmuştu.
       Ne var ki, babamın aldığı ve benim uyma zorunda olduğum kararla çobanlık günlerim başladı. Çok sevdiğim okulumdan, arkadaşlarımdan, derslerimden ve hele de öğretmenimden ayrı kalmam beni öylesine üzmüştü ki, tarifini yapmam mümkün değildi.
       Babam sözünde durmuş, bana beğendiğim kumaştan bir palto yaptırmıştı. Sonbaharın o soğuk günlerinde bana, iyi bir giysi olmuştu. Sevindim mi, bilmiyorum?
       Beni ailenin çobanı yapan nedenlerden biri de, babam askerlik dönüşünden sonra,(Babam, askerliğine bakaya olarak gitmişti. Askere gittiği o yaşlarda benimle birlikte, beş çocuğu vardı.) dayımla birlikte açmış olduğu kasap dükkanıydı. Çoban bizi terkedince, babamın önünde iki seçenek vardı. Bunlardan biri, koyunları satıp, dükkana sermaye katmak, diğer bir seçenek ise, dükkanı dayıma devredip, sürüsünün başına dönmek.
     Koyun sürüsü dediğimi, baştan beri söylemem gerekirdi; Altmış, yetmiş kadar damızlık koyunlardan oluşuyordu. Sonunda, babam, şehrin en güzel dükkanlarından biri olan dükkanımızı dayıma devrederek, çobanlığı tercih etti. Uzun yıllar ailenin geçim kaynağı bu yolla oldu. Bir de, dükkanın devrinden eline geçen parayla, bahçe tarımı yapabileceğimiz bir arazi aldı, üzerine de bir ev yaptırdı. Şehrin kıyısındaki, evimizden, yeni yapılan eve taşındığımız zaman ben artık, liseye başlamıştım. Ve daha ilgincini söyleyeyim, evimizden kaçan, çobanımız Bekir eve döndü. Babamdan ve bizlerden özür üzerine, özür diledi ve aileye katıldı. Hoş, bir iki yıl sonra, aileyi yüzüstü bırakarak, bir daha dönmemecesine çekip, gitti. Çobanlık gene, babama ve biz çocukların üzerine kaldı.
      Tekrar başa, çobanlıkla geçen günlerime döneyim. Babamın çabucak çözeceği sorun, çabuk çözülmedi. Sonbaharın güzel günlerinde başlayan çobanlığım, tam yetmiş gün sürdü. Yağmurda çamurda, soğukta geçen tam yetmiş gün. Düşünün, tam okul ve oyun çağındaki bir çocuk, koyun çobanı. Onun en sevdiklerinden uzak kalmasındaki duygu yıkıntısı nasıl olur?
        Her olumsuzluğa rağmen, derslerimden ayrı kalmamak için, koyunlarımı ağıla koyup, yemeğimi yer yemez, okul çantamı alıp, benimle aynı sınıfta olan arkadaşım Haliller'in evine koşuyordum. Halil'le birlikte o gün işlenen konuları çalışıyor, yarın işlenecek derslerin ödevini alıp eve dönüyordum. Aldığım ödevleri ertesi gün, koyunların önünde tüm olumsuzluklara rağmen çalışıyordum. Düşünüyorum da, Halil ve ailesinin o sıcaklığı ve samimiyeti olmasaydı, ben ne yapardım?
         Günler, haftalar derken tam ikibuçuk ayı geride bırakmıştım. Aralık ayının ikinci haftası,hatırı sayılır bir kar yağmıştı. Karın yağmasıyla, çobanlık çilem dolmuştu ve okula dönüşümün önünde bir engel kalmamıştı.
          Ne var ki, okuldan uzak kaldığım o uzun günlerde, okulumda bazı şeyler değişmişti. Yüksel öğretmen okuldan ayrılmış, yerine Hasan Aydın Öğretmen gelmişti.
         Ben tüm değişiklikleri zaten Halil' den öğreniyordum. Okula gittiğim zaman beni nelerin beklediğini, az çok tahmin ediyordum.
         Okula dahil olduğum ilk ders saatinde, Hasan Öğretmen, kapıdan girince sınıfça ayağa kalkıp, O'nu karşıladık, andımızı okuduk. Masasına geçen  öğretmenimiz, öğrenci yoklamasını yaptı, ama benim ismimi okumadan geçti. Ben, ürkekçe parmak kaldırdım ve öğretmenime, ''Benim ismimin okunmadığını söyledim''. Kocaman kara gözlerini bana dikti ve ''Sen de kimsin evlat diye?'' yumuşak bir sesle sordu. Önce beni bigüzel süzdü, sonrada yanıma geldi, bir baba şefkatiyle, elini omuzuma koydu ve  ''Evladım, neden okula gelmiyor, okuldan kaçıyorsun.'' dedi. Ben ise cılız bir sesle,  okuldan kaçmadığımı, babamın beni neden okula göndermediğini söyleyince, gözleri gölgelendi, hatta ağlamaklı olduğunu gözlemledim. Kafasını iki yana sallayarak masasına döndü.
       Hasan öğretmenimiz, 170 cm. kadar boyu, pehlivan yapılı, otuzlu yaşlarda, karayağız bir köy delikanlısıydı. Öğretmenini seven bir öğrencinin gözünde, bir öğretmen nasıl olursa, öyleydi. Hemen, okulun karşısındaki bir eve taşınmıştı. Evliydi ve iki de çocukları vardı.
        Okuldaki ilk günüm, beni öğretmenime kabul ettirdi ve ben, Hasan Öğretmenimin gözde öğrencilerinden biri oldum. Gün içindeki derslerden biri coğrafyaydı. Konu ise, Karadeniz Bölgesinin iklimiydi. Soru, cevap yoluyla işlenen konuda, öğretmenimiz sınıfa, ''Doğu Karadeniz Bölgesi neden fazla yağış alır?'' diye, bir soru sordu. Sınıfta, birçok arkadaşımız parmak kaldırdı, soruyu cevaplama isteklerini belirtiler. Tabii ki bende parmak kaldırmıştım ve soru bildiğim konudan çıkmıştı. Öğretmenimiz, parmak kaldıran birkaç arkadaşımıza söz hakkı verdi, ama tatmin edici cevap alamadı. Israrla benim parmağım havadaydı. İsteksizce bana söz hakkı verilince, konuyu tam da öğretmenimizin istediği şekilde cevaplamış olmalıyım ki, öğretmenim, geniş adımlarla yanıma geldi, bana, ''Sen bunları nereden biliyorsun?'' diye, sordu. Ben, nasıl ders çalıştığımı kendisine anlatınca, kocaman kollarını açarak beni kucakladı ve beni sınıfa övdü. O gün, öğretmenimden ilk ''Pekiyi'' notumu almıştım. Ondan sonraki günlerde daha çok çalışarak, öğretmenimin gözde öğrencilerinden biri oldum.
        Hasan Öğretmen, o yıl ve ondan sonraki yıl da bizi okuttu. Mezuniyetimize günler kala,benden nüfus cüzdanımı ,kendisine getirmemi söyledi. Beni,Öğretmen Okulu sınavlarına sokacağını söyledi. Evde konuyu, anne ve babama açınca. babam kükreyerek üzerime yürüdü. Hem bana, hem de öğretmenime ağza alınmayacak küfürler etti. ''Böyle saçma fikirlerle bir daha karşıma çıkma'', dedi. Ben, bana yapılana değil de, öğretmenime söylenen sözlere çok üzülmüş ve ağlamıştım.
       Ertesi gün babamın sınava katılmama izin vermediğini söyleyince, bu kez öğretmenim bana kızdı. Öğretmenim,
     ''Bırak babanı, kaç bana gel, seni başka bir ildeki okula kayıt yaptırırım, gider okursun. Bu adam seni çoban yapmak istiyor.'' dedi.
         ''Ah benim sevgili Hasan Öğretmenim, seni ne çok sevmiştim. Seni bir daha görmem kısmet olmadı. İzini çok aradım, bulamadım.
        İzini bulduğumda da rahmetli olduğunu öğrendim. Ruhun şad, mekanın cennet olsun.''
        
        
       

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder