17 Aralık 2017 Pazar
HUZUREVİNDE
HUZUREVİNDE
Huzurevi'nde bugün yas var. Herkesin sevdiği ama benim çok sevdiğim, can dostum, arkadaşım, sırdaşım, aynı zamanda meslektaşım Nafiz Hoca'yı (Emekli Öğretmen) ebediyete uğurladık.
Bundan bir kaç gün önce, üşütmüştü. Aldık, yakınımızda bulunan Devlet Hastanesi Dahiliye Servisine götürdük. Muayene sonrası, akciğer filmi çekildi ve sonucunda zatürre olduğu söylendi Tedavisine hastanede yatarak sürdürülmesine karar verildi. Servise çıkarıp yatağına uzattık. hiç iyi görünmüyordu.
Bizimle gelen görevliyi huzurevine yolladım. Hastanede lazım olacakları getirmesini söyledim. Hemşire hanım verilen talimatları uyguladıktan sonra, yani nabzını ölçtü, iğnesini yaptı ve serumunu taktıktan sonra, refakatçisinin kim olacağını sordu. Benim olacağımı söyleyince, benim neleri yapıp, yapmayacağım ve daireden refakatçi belgesi almamı söyledi.
Hoca'nın koluna takılı serum bitince, görevlinin getirdiği kıyafetleri giydirdim. Geçen zaman içerisinde, konuşuyor, hastalığının çok da önemli olmadığına dair fikirler yürütüyor, hastalığın hemen geçeceğini ve bir kaç güne kadar, bir şeyinin kalmayacağını düşünüyorduk.
Öğleden sonra, Hoca'yı muayene eden ve servise gönderen, doktorumuz geldi. Bizim konuşmalarımızı doğrulayan sözlerle, korkulacak bir şeyin olmadığını ekledi. Geçmiş olsun diyip, çıkıp gitti. Artık, ikimizde rahatlamıştık.
Söylemeyi unuttum. Bizim kalacağımız, hastane odası, sadece bize aitti. Odada bir yatak, yatağın iki tarafında, iki koltuk, karşıda musluk ve eviyesi, bir tezgah, yukarıda asılı küçük bir plazma televizyon vardı. Oldukça ışığı bol odanın, bir bölümünde banyosu bulunuyordu. Yani, bir hasta ve refakatçısi için lazım olan her şey vardı. Diğer koğuşların durumu nedir, bilmiyorum. Burada kaldığım sürece, hastane hakkındaki bütün sorularıma cevap bulacağımı sanıyorum. Ama bir gerçeği de söylemeden geçemeyeceğim. Hastane, isterse bir saray olsa da yüzü soğuk oluyor. Kendisine has kokusu, atıkları ve hizmet verenlerin kıyafetleri, hatta, yüzleri çarşafla örtülü, morga götürülen cenazelerin iticiliği hep vardır. Hastalarının başucundaki refakatçilerin veya hastaların ziyaretçilerin yüzündeki ifadeler, oldukça farklı ve kaygılıdır.
Aşağı kantine inip, kolonya, peçete, kaşık, bardak vs. alıp geldim. Saat dört gibi yemek servisi yapıldı. Yemekten sonra, Hoca'nın yastığını yükseltip, yanıbaşına oturdum. Bir zaman dereden tepeden konuştuk. Biraz da siyasetten sözettik. Ülkenin genel durumunun çok da iyi olmadığı kaygımızı yineledik. Bu bizim, eksilmeyen kaygımızdı.
İlaçlarını alan Hoca, çok geçmeden uykuya geçti. Göğsündeki hırıltı uzaktan duyulacak kadar artmıştı. Ayrıca yüzündeki o sarılık beni kaygılandırıyordu. Hoca uyuyunca, geçmişin karanlık sularına dalıverdim.
xxxxxxxxxxx
Nafiz KIRMAN Hoca'yla, hemen hemen aynı yaştaydık. Ne var ki onun içindeki yaşama arzusu, neredeyse tükenmiş gibi. Benden bir yıl sonra huzurevine geldi. Geldiği zaman omuzları düşük, dünyasından bezmiş, adeta uyur gezer gibiydi. Elinde, makaralı bir valizi ve bir başka fermuarlı çanta vardı. Kendisini bir koltuğa bıraktı ve boş gözlerle çevresini taradı. Ne gördü, bilmiyorum. O zaman da şimdiki gibi derin derin nefes alıyordu. O kadar olacaktı, çünkü yol yorgunuydu. Başı ben çekerek, kadınlı, erkekli kendisine 'hoş geldin' dedik. Utangaç, başını yerden kaldırmadan, yarı doğrulmuş vaziyette, ''hoş buldum'' diyordu.
Hoca'nın yeterince dinlendiğini tahmin eden, huzur evinin memuru Ragıp Efendi, Kendisini büroya çağırdı. Sanırım, gerekli evrakları düzenledi. Hoca yanında, bir görevli ile döndü. Yanında getirdiği valizlerle birlikte, görevliyi takip ederek aramızdan ayrıldı. Uzunca sayılacak bir zaman sonra aramıza döndü. Artık yüzündeki o bezginlik ifadesi yerini huzura terketmişti. Demek ki kendisine refakat eden ve odasını düzenleyen görevli, burası ve bizim hakkımızda olumlu şeyler anlatmış olmalı.
Ben de beş yıl önce, Hoca gibi elimde valizimle, o kapıdan içeri adım attığımda, Hoca'nın içinde bulunduğu ruh halindeydim. Belki de daha fazlaydı. Bir meçhule yürüyordum. Beni nelerin beklediği hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Gerçi huzur evine gelmeden önce, bazı araştırmalar yapmıştım. Ayrıca, beni kararımdan vazgeçirmeye çalışan oğlum, bir sürü olumsuzluklardan ve aramıza girecek gurbetlik ve hasretliklerden sözetmişti. Bir de çok sevdiğim, kızım, oğlum, gelin ve damadımdan, hele de göz bebeğim torunlarımdan ayrılmanın bu derece zor olacağını tahmin edememiştim.
Benim için düzenlenen odadaki ilk gecem, ne zor olmuştu. Başka değil, aklımı kaybedeceğimden korkar olmuştum.
Ertesi sabah, salona indiğimde, beni dost gözlerle süzen, kadınlı erkekli gurubu görünce, biraz teselli bulur oldum. Ayrıca, uzak yol olmasına karşın, bir ay bile geçmeden, çocukların, cümbür, cemaat arabalara doluşmuş, koyunları, kucakları dolu, hediye paketleriyle ziyarete gelmeleri, teselli olmuş ve ilerde hep geleceklerine dair söz vermişler, hatta sıkıldığımda aralarına dönmem için benden söz almışlardı.
Huzurevine gelme kararım, adım adım geldi. Önce sevgili karımı kaybettim. Evde yalnızlığım dayanılmaz oldu. Kendi kendime yeterim sanıyordum. Gerçeğin öyle olmadığını çok geçmeden anladım. Her şey, yemek, içmek veya barınmak değilmiş. Asıl olan paylaşımmış, eşle sohbetmiş, hayatı paylaşmakmış. kavga edip, barışmakmış. Birlikte yürüyüşler, sevinci ve acıyı paylaşımmış. Yaraya merhem, derde çareymiş. Tüm bunlar, hayat arkadaşımla birlikte beni terketmişti. Ve ben, kendimce, koca kentin en dertlisi, hatta en yalnızı olup çıkmıştım. Yani, halk deyimiyle ''Suda çıkmış balığa döndüm,'' derler ya. Öğle değil, 'suya batıp, çıkamayan balığa dönmüştüm'.
Hülasa, evde kalmam giderek çileye döndü.
Önce oğluma, sonra kızıma misafir oldum. Bir müddet çocuklarla, torunlarla oyalandım. Ama o da uzun sürmedi. Benim, geniş bir aileye, dostlar arasında olmaya ihtiyacım vardı. Çare, çare huzurevine taşınmak dedim. fikrimi önce, eşe dosta, sonra çocuklara açtım. Kimi olur, kimi olmaz dedi. En olumsuz tepkiyi ise, oğlum koydu. Önce olacakları sayıp, döktü, sonra olamayacakları sıraladı.
Sonunda, benim inadım baskın çıktı.
İlimizdeki Sosyal Hizmetler Bürosuna başvurdum. Eğer belli bir yerde ısrar etmezsem, açığı olan bir huzurevinde beni misafir edeceklerini söylediler. Herhangi bir tercihim olmadığını söyleyince, gerekli formlar alıp doldurdum. Bir hafta içinde de, sağlık raporlarımla birlikte ilgili büroya teslim ettim.
Bir ay kadar sonra, adresime gelen çağrıyla, Sosyal Hizmetler Bürosuna gittim. Şimdi bulunduğum, bu ildeki huzurevi kontenjanına dahil oldum. Hazırlığım uzun sürmedi. Bir hafta içinde huzurevinin kapısından içeri dahil oldum. Şimdi, acısıyla tatlısıyla beş yılı geride bıraktım.
Nafiz hoca, ilaçların etkisinde olsa gerek, yastığa gömülü uyuyordu. Demek ki, hatıralarıma dönebilirim.
Huzurevinde korktuklarımın hiç biri başıma gelmedi. Aksine çok güzel günlerimiz oldu. Huzur evimizin mevcudu: Otuz iki misafir, bunların, on yedisi erkek, on beşi ise bayanlardır. Bu sayının içinde beşi, evli çiftti. Evli çiftler aynı odada, diğerleri de tekli odalarda kalıyor. Misafir sayıları, bazen bir artar veya eksilirdi. Diğer personel ise dokuz kişiydi. Bir müdür, bir müdür yardımcısı, bir psikiyatr, bir hemşire, iki aşçı, diğerleri de hizmet elemanıydı.
Binamız, bir otobana üç yüz metre kadar uzaklıkta, ağaçlar arasında, neredeyse kaybolmuş bir bahçe içerisinde. İki katlı, huzurevi sakinleri için bir bina, tek katlı bir hizmet binası ve garajdan ibaretti. Misafirhanenin giriş katında, ihtiyaca cevap verecek donanımlı bir salonu ( Duvar boyunca kitap dolapları), yemek salonu, hemşire odası, muayene ve psikiyatr odası bulunuyor. İkinci katı ise iki blok halindeydi. A - Blokta, bayanlara ait odalar, B - blokta ise erkeklere ait odalar bulunuyor. Evli çiftler ise L - Salonu denilen kısımdaydı.Her oda, hizmet alan sakinlerinin tüm ihtiyaçlarına cevap verecek donanımındadır. L - Salonunun ters yönünde ise idare kısmı yer almaktadır.
Hizmet binasında, yemekhane, çamaşırhane, güvenlik personeli odası ve bir berber ve kuaför salonu bulunur. ( Haftanın bir günü, bayanlar için bir bayan kuaför, bir başka günü ise erkekler için erkek berberi gelir.)
Huzurevinde geçen bir günün hikayesini anlatmadan geçmeyeceğim. Anlatacağım bir günün hikayesi, aslında, birkaç günün bile değil, onlarca yılın yaşam öyküsüdür. Yani hayatın içindeki bir döngüdür. Günler arasında, acı, tatlı, mutlu veya hüzünlü farklılıklar tabii ki olur, olacakta. Genel olanı ise: Sabah, kalktığımızda, kendi odalarımıza çeki düzen verir, sabah temizliğimizi yapar, uygun kıyafetlerimizle, aşağı salona ineriz. Sonra topluca, yemek salonuna geçer, kahvaltı menüsünde bulunanlarla kahvaltı yaparız. Havanın durumuna göre, çevrede küçük mesafeli yürüyüşlere çıkar, veya salonda kitap, gazete okur, televizyon seyrederiz. aramızda tavla veya satranç oynarız. Çok azımız kente gider, eşini dostunu ziyaret eder, alış verişini yapar, döner. Aramızda resim yapanlar veye enstrüman çalanlar bulunur. (Arada bir bize konser bile verirler.) Bayanlar, gözlükleri burunlarını üzerinde, elişi örgü örerler. Ev sakinlerinin arasında, sıkı dostluklar kuruludur. Ben geçen beş yıl içinde, hiç kavga edeni görmedim. Birbirimize karşı hep nazik davranış içindeyiz.
Nafiz Hoca, geldikten sonra, O'ndaki o ezikliği görünce kendisine karşı önce acıyarak yaklaştım. Konuştukça, Nafiz Hoca'nın hiç de göründüğü gibi biri olmadığını gördüm. Hocayı gün görmüş, oldukça medeni ve okumuş biri olduğunu gördüm. O'nu tanıdıkça, O'na olan hayranlığım arttı. Hoca, tarihçiydi, sosyologdu, Türkçeye hakim, iyi bir edebiyatçıydı, din bilimciydi. Hasılı, okuyarak kendini çağın filozofu olarak yetiştirmişti. Çoğu kez, hava şartları elvermese bile, uzun yürüyüşlere çıkar, saatlerce konuşur, konuşurduk. Benim, hocadan öğrendiğim çok şeyler olmuştur. Aslında, ben de okuyan biriydim ve bu özelliğimle övünürdüm. Ama Hoca'yı tanıyıp, sohbetlerimiz arttıkça, ben okumuşluğumdan utanır oldum. Hoca resmen bir ayaklı ansiklopediydi.
Hoca'nın bir başka özelliği de, asla yüzeysel olmayan, sevgisini her fırsatta dillendirdiği Atatürk sevgisiydi. Cumhuriyetin temel ilkelerini özümsemiş, demokrasiye aşık, insan, hayvan ve tabiat sevgisiyle donanmış bir insandı.Düşünüyorum da Nafiz Öğretmen'e öğrenci olanlar ne kadar şanslıymış.
Nafiz Hoca'yla olmak beni hep mutlu etmiştir. O'nu kaybetme korkusu benliğimi sarıyor. Yüreğim sanki bir mengeneyle sıkılıyordu. Hem bunları düşünüyor, hem de arada bir O'nun solgun yüzünü seyrediyorum. Sabırsızlıkla, uyanmasını bekliyorum.
Başı üzerinde, tıp tıp damlayan serum, nihayet bitti. Salona çıkıp ilgili hemşireyi çağırdım. Gelen hemşire, Hoca'nın damar yolundaki serumu çıkartırken, Hoca da uyandı. Artık uzun süre kaldığım yalnızlıktan kurtulmuş oldum. Hoca'ya, oturduğum süre içinde, aklımdan geçenlerden sözettim.
xxxxxxxxxxx
Nafiz Hoca, bana hitaben,
''Sevgili arkadaşım, seninle uzun sayılacak bir beraberliğimiz oldu. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. '' dedi, Dikkat ettim, göz pınarlarında iki damla gözyaşı, yanaklarında süzüldü. Arkadaşım resmen ağlıyordu. Boynu incelmiş, yüzü solgun ve süzgündü. Bu hali yüreğimi parçalıyordu. Arkadaşım resmen elimden kayıp gidiyordu ve benim elimden bir şey gelmiyordu. Ben bunları düşünürken, konuşmaya başladı,
''Sayın hocam, dedi, hayatımda, sana anlatmadığım, bir başka deyişle, senden sakladığım, iki bölüm var ki, hep giz olarak bende kaldı. Çünkü, yalnız kaldığım gecelerde, o iki yaşanmışlığımı tekrar tekrar yaşadım. Böylece, hem mutluluğu, hem de hüznü yeniden, yeniden tatmış oluyordum. Artık, ruhumun ne mutluluğu, ne de acıyı kaldıracak gücü kalmadı.'' dedi. Derin bir nefes aldıktan sonra,
''Şimdi, sabrın olacaksa, sana hem mutluluğumun, hem de acılarımı barındıran hikayelerimi anlatmak istiyorum.'' dedi. Ben,
''Eğer, seni yormayacaksa, seni, seve seve dinlerim'', dedim. Oda, serinlemişti. Doğrulup battaniyesini omuzlarına çektim. Yastıkları kabartıp, yaslanması için arkasına verdim. Ben de, henüz kullanmadığımız bir yüz havlusunu dizlerime aldım. Kendisini dinlemeye hazır olduğumu, belirtmek için gözlerimi, gözlerine dikip bekledim. Elini yatağının kırışıklıklarını gideriyormuş gibi yapıyor, sanırım nereden başlasam diye düşünüyordu.
Nihayet, sözler dudaklarından dökülmeye başladı.
''Öğretmenliğimin ilk görev yeri, kendi ilimden uzak, bir Çerkez Köyüydü. Okulum, eski okulun, yıkıntısına otuz metre kadar uzağa yapılmış, tek derslik ve bir işlikten ibaret bir köy okuluydu. Bir de iki odalı, bir öğretmen evi vardı. Kırk hane kadar bir köydü. Köyün iki çeşmesinden biri, uygulama bahçemizin hemen dibindeydi. Bu çeşmeye, yaşlı, genç, çocuk gelir, evlerine su taşırdı. Çeşmenin önünde, uzunca, beton bir de yalak vardı. Kış, yaz köyün hayvanlarını, köylü burada sulardı.''
''Çeşmeye sık gelen bir kız vardı. Başını kısmen örten, kirli başörtüsü altında, kıvırcık, neredeyse kırmızı denilecek dışarı fırlamış saçları vardı. Eli her zaman morarmış, ince dal gibi bir kızdı. Kim olduğunu çabucak öğrendim. Nasıl öğrenilemez. Avuç içi kadar bir köydü. Annesi bir kaç yıl önce ölmüş. Babası tekrar evlenmiş, analığı olan bir kızdı. Yeni anneden olan, iki bakımlı ve okula gelen kız kardeşleri vardı. Çeşme başına sık gelişi, evin ağır yükü bu kızcağızın omuzlarında olmalı diye düşünüyordum.''
''Yalnız, çok sonra farkettim, okul yönüne bakıp bir şeyler görme çabasındaydı. Ben önce hep kendimi gizliyordum. Çeşme başına gelişlerinin okul paydosundan sonra sıklaştığını tespit ettim. Önce pek aldırmadım. Ama yakından bakınca, muhteşem bir güzelliğe sahip olduğunu gördüm. Gençliğin verdiği, cahilce cesaretle kıza yaklaşır oldum. Ufak, ufak gülüşler, kaş göz derken, kıza aşık olup çıktım. Çeşmeyi gölgeleyen, yaban güllerinin arkasına gitmeye ve kızla konuşmaya başladım. Onyedi yaşındaydı, adı Peri'ydi. (Aslında, Gülperi'ydi. Dile kolay geldiği için, ''Peri '' deniliyormuş. Benimle geçen tüm zamanlar boyunca hep ''Peri'' olarak kaldı.)'' Konuşmalarımızı, daha çok alaca karanlığın ortalığa hakim olduğu saatlere denk getiriyor ve kısa kesiyorduk. Neleri konuştuğumuz, şimdiki gibi aklımda. Uzatmayayım, onu istetirsem eşim olup, olmayacağını sorunca başını önüne eğerek, susup kaldı. Ben bunu evet kabul ettim.''
''Sevgili arkadaşım, herkes aşkı kendince yorumlar. Bizim ki de öyle şıp sevdi olmadı elbet. Gözlerim, Peri'nin, o bal rengi gözleriyle buluşunca, gözlerimden kalbime aşk denen o duygunun, damla damla akışını hissedebiliyordum. Sevginin, aşkın öyle, tahsille, kariyer veya denklikle alakası yoktur. Aşk, tatlı bakıştır, elele tutuştur, birlikteyken zamanı unutmak, dakikalık ayrılışlarda birbirini özlemek, sevinç ve hüznü paylaşmaktır. İşte bizim, aşkımızın tarifi buydu.''
''Peri ile önceleri, tenhalarda ve kısa buluşmalarımız olurdu. Ama söz kesimi ve nişanımız yapıldıktan sonra, birbirimize yakınlaşmamız daha cesurca oldu.
''Olaylar şöyle gelişti.'' Nafiz Hoca, hikayesine devamla,
''İlk uzun tatil döneminde aileme açtım. Hiç olumlu bakmadıklarını ifade ettilerse de benim, ısrarım üzerine, ''peki'' dediler. Anne ve babamla, köye yollandık. Köyün muhtarı, bizi evine misafir etti. Neden sonra babam, muhtara niyetimizi açtı. Muhtar, ne evet, ne de hayır dedi. Ceketini omuzuna attı, ''Buyrun'' diye, önümüze düştü. Adamlara haber vermeden çat kapı, Peri'lerin evine baskın gibi girdik. Aile bizi şaşkın bir şekilde karşıladı. Daha ayaktayken, evin babası, muhtara bir sürü sitemde bulundu. Muhtar hiç oralı olmadan, geçip evin sekisine çöktü.'' Muhtar,
''Hacı, eski köye yeni adet getirecek değilim. Biz komşularımıza gitmek için ne zaman haber verdik ki.'' Hacı Amca başını önüne eğerek, Muhtarın yanına oturmuş olan bizlere,
''Hoş gelmişsiniz'' dedi ve sıradan elimizi sıktı. Evin hanımı ve üç kız da sırasıyla bize,
''Hoş gelmişsiniz'', dediler. Nafiz Hoca devamla,
Çaylarımızı yudumlarken, muhtar geliş amacımızı, hiç lafı dolandırmadan açıverdi. Hacı Amca şok olmuştu. Ayağa dikildi, Yekten, ''ne diyorsun muhtar sen, senin bu dediğin hiç olacak şey mi?'' Muhtar,
''Hacı, de bakalım, neden olmazmış''? diye sordu. Hacı,
''İki nedenden dolayı olmaz, bir, kız daha çok küçük, iki, ben gurbete kız veremem.'' deyip kestirip attı. Muhtar biraz kabaca,
''Ula Hacı, iki karı aldın. Hangisi kızından büyüktü. Söyle bakalım bu köyden az mı kız gurbete gitti?'' Bir bahane söyle ki bahanen geçerli olsun,'' dedi.
''Babam, annem, muhtar olmadık diller döktüler. Hacı, bunun olamayacağını söyledi. Yani ''Nuh dedi, peygamber demedi.'' Ayrıca, oğlunuz da tayinini bu köyden alsın, bir daha bu köye gelmesin.'' diyordu. Çaresiz, muhtarın evine göndük.''
''Dinliyor musun?, Babam kızı almak istemiyor, kızın babası vermek istemiyor. Yalnız giderek annem, benim tarafımı tutar oldu. Benim ise gecem, gündüzüme karışmıştı. Korkum, kızı tutup, bir başkasına vermeleriydi. Bereket böyle bir şey olmadı''.
''Güz gelip, yeniden okullar açılınca, bu kez köye annemle taşındık. Babamın kızmalarına, direnen annem, ''Ben bu kızı almadan, memlekete dönmeyeceğim'', diyordu. Annem Peri'yi beğenmiş ve sevmişti. Ne yalan söyleyeyim?, annem, köyün hatırlı kişilerini Hacı Amca'nın ayağına yolladı. O, mübarek köylülerim beni çok seviyorlardı ve benim köye damat olmamı arzuluyorlardı. Nihayet Hacı Amca'nın katı kalbini yumuşattılar''
''Yaz tatilinde, Peri ile düğünümüz oldu. Peri gelinlikler içerisinde gerçekten bir ''Peri'ydi''. O yıl tayınım kendi ilime çıktı. Eski görev yerime artık misafir olarak gidecektik.''
'' Biliyor musun? Biz ikimiz, sonra üçümüz, daha sonra da dördümüz, çok mutlu bir yaşam sürdük. Peri, iki yavrumuzu kucağıma verirken, mutluluğu doruk yapmıştı.''
''Bu anlattığım, benim mutluluk hikayemdi ve sözcüklerin yetersizliği, ortada zaten. Şarkı gibi, şiir gibi insanın yüreğine ekilen tınıların,nağmelerin tarifi ve söze dökülmesi imkansızdır. Mutluluğun tarifi de, bu olsa gerek''.diyip, kesti.
Yorulmuştu ama anlattıkları kendini utandırmış gibiydi. Hafifçe yüzü pembeleşmişti. Kalkıp kendisine bir bardak su verdim ve,
''Bugün bu kadar yeter. Yat dinlen biraz'', dedim
''Ama'', diyecek oldu.
''Çok yorgun olduğunu, gerisini yarin anlatırsın,'' diyerek başka konulara geçtikse de, gecenin ilerlemiş olmasından, uyku saatimiz çoktan gelmiş, geçmişti.
xxxxxxxxxxxx
Nafiz Bey, geceyi galiba iyi geçirdi. Ya da ben öyle sanıyorum. Çünkü gece, olağan dışı birşey olmamıştı. Sabah vizitesi sonrası, havanın güzel oluşundan yararlanmak için, şehrin büyük bir kısmını gören, hastanenin terasına çıktık. Oturduğumuz bank, tamda seyir tepesi gibiydi. Hoca,
''Akşam anlattıklarımla, başını ağrıtmadım, inşallah.''
''Olur mu, hiç, bilakis paylaştığın için teşekkür ederim'', diye cevap verdim ve ekledim,
''Daha anlatacakların olduğunu söylemiştin.''
''Aslında, anlatmak için, can atıyorum. Çünkü, şu anda kendimi akşam olduğumdan daha iyi hissediyorum.'' dedi. Benim teşvikkar olduğumu görünce, başladı anlatmaya,
''Oğlumuz ve kızımız okullarını bitirip, işlerini alınca, benim de hizmet yıllarım oldukça artmıştı. Ailenin kararıyla emekli oldum''.
''Oğlan ve kızın bahtları aynı yıl açıldı. Çocuklarımızı taliplileriyle evlendirdik. Çok şükür onların mutluluklarını görme şansımız oldu. Bir yıl geçmeden de kızımızdan, bir erkek torunumuz da oldu. Artık hanımla ikimiz torun bakıcısı olmuştuk. Olsundu, mutlu sayılırdık.''
''Bu mutluluğumuz uzun sürmedi. Peri hastalandı. Hastalığına bir anlam da veremedik. Ağrısı, sancısı yoktu. İştahsızlığı ve hızlı kilo kaybı vardı. Artık bizim için doktor kapıları, ve sağlık seyahatleri başladı. Koca ülkede gitmediğimiz hastane, doktor ve profesörler kalmadı. Kucaklar dolusu ilaçlar alıyoruz, kadıncağız iyileşmiyor, günden, güne eriyordu. Ailemiz resmen hercümerç oldu. Önce elimizdekileri harcadık, olmadı. Emekli ikramiyemle aldığımız, arabamızı sattık, olmadı. Yurt dışına götürün, daha iyi doktorlar var denildi. Gönülde güman kalmasın dedik, evimizi de sattık. (Kendi evimizde kiracı kaldık.) Pasaportlar çıkarıp, Amerika yollarına düştük. Önerilen hastaneye vardık. Yine ismen önerilen doktorun kapısını çaldık. Peri hastanede, ben New york caddelerinde, tam iki buçuk ay süründük. Paramız suyunu çekince, yurda döndük. Peri bir adım bu yana gelmedi. Bir müddet bakımını evde yaptık, ağırlaşınca tekrar hastaneye yatırdık. Hastane odasında, refakatçısıydım''.
''Bir sabah, vizite sonrası, yatması için yatağını düzeltirken, boynuma sarıldı, Hoca dedi, (Bana çoklukla ''Hoca'' derdi.)
''Beni eve götür, beni evime götür. Ölmek için, hastane olması gerekmez''. dedi.
''En yakındaki, hasta arabasını aldım, Peri'yi kucaklayıp arabaya bıraktım. (Garibim resmen erimiş, bir kuş kadar hafiflemişti.) Asansörü çağırıp kimseye haber vermeden, hastanenin dışına çıktık. Çağırdığım taksiye atlayıp, evin yolunu tuttuk. Çocuklara eve taşındığımızı haber verdim.''
''Benim için çileli günlerin arttığını söylemem yanlış olmaz. Hastanın tüm ihtiyaçlarına koşuyor, bir dediğini iki etmemeye çalışıyorum. Akşam iş çıkışlarında sırasıyla çocuklardan biri geliyor, beni dinlendiriyorlardı. Buna dinlenmek de denmezdi. Çünkü, çarşıya pazara çıkmam gerekiyordu.''
''Günlerden bir gün, peri komaya girdi. Dilsiz, dişsiz, uyku haline geçti. Artık ne ilaç verebiliyoruz, ne de bir lokma gıda verebiliyoruz. Eve günde bir kez gelen hemşire, serumunu asıyor. damarından besin verip gidiyordu. Böyle kaç gün geçti, inan ki bilmiyordum.''
''O akşam, çocuklar gelip gittikten sonra, Peri'nin yanına uzandım, elini elime aldım, hafiften elimi sıktı, sanki ben halen canlıyım der gibiydi. Eli elimde, öylece uyuya kalmışım. Bir an elimin mengenede sıkılıyor olduğu sanısıyla uyandım. Peri'nin elimi tutan eli buz kesmişti. Elimi elinden kurtardığım, sevgili karıcığım vefat etmişti.''
''Önce ne yapacağımın bilincinde olmadan, bulunduğum odada dönüp duruyordum. Sonra bir koltuğa çöktüm. Hem kendim için, hem de birçok ''muradı gözünde kalan'' ve iki yıl gibi bir zaman, çaresiz hastalıkla pençeleşen, ağırlığının belki on katı, ilaç tüketen karım için uzun uzun ağladım.''
''Gece hayli ilerlemişti. Peri'min elbiselerini kısmen soydum. Vücudunu ıslak havluyla bi güzel silip, gerekli temizliği yaptıktan sonra, dolapta yeni ve temiz giyecekler çıkarıp, ona giydirdim. Saçlarını söktüm, güzelce taradım. Senin anlayacağın, bayram gelinleri gibi onu süsledim''.
''Şafakla birlikte, mahalle camiinde sela ile duyurulsun diye, imam efendiden ricada bulundum. Eve dönünce de, oğlana ve kıza annelerinin vefat haberini verdim. Daha sonra Mezarlıklar idaresine telefon ettim. Gelen cenaze arabasına, taşıyıp, şoförün yanına binip, gasilhanenin yolunu tuttuk.''
''Eşi, dostu, akrabaları haberdar ettik. Aynı gün Öğle namazı sonrası, sevgili eşim Peri'yi toprağın bağrın tevdi ettik. Hocanın talkın duasından sonra, mezar başına konulacak mermere ne yazalım denilince, ''Gülperi'' deyince birçok tanıdık yüzüme baktı. Belli ki ''Peri'nin geçek adının ''Gülperi'' olduğunu yeni duyuyorlardı.''
''Üç gün ''Cenaze Çadırında'' taziyeleri kabul ettik. Üç günün sonunda, herkes evine dağılınca, (Çocuklarda dahil.) ben, benimle baş başa kaldım.
''Belki bencilce ama gerçek şu ki, keşke ölmeyip, tek nefesi kalan eşime, bakmaya devam etseydim, hiç olmazsa adresim belli olurdu. Ama dert çekmek de hiç kolay değil, bazan ''ölüm hayırlıdır'' der , insan.''
''Aradan çok geçmedi, belki iki ay kadar, belki de biraz fazla. Ailenin tüm fertleri oğlanlardaydık. Söz nereden çıktı, bilmiyorum. Oğlan, ''Baba dedi, bu böyle olmayacak. oturduğun evi boşalt. Boşuna kira verme, hem senin orada, öylece yalnız olman, hiç hoşa gider birşey değil. Eller, kim bilir bizler için neler söylüyorlardır. Gel, bizlerde kal. Şunun şurasında iki evladın var, bazen bende, bazen kardeşimde kalırsın. Yok istemezsen sadece birimizde yerleşik kalırsın,'' dediler. Kendiler söyledi, kendiler onayladılar. Aman, zaman demeden evi boşalttılar.''
''Başladım, oğlanda kalmaya. Önceleri nazik ve kibar olanlar, giderek kabalaştılar. Oğlanla gelin aralarında, yok şeyler yüzünden kavga çıkarıyorlar. Hangisine yönelsem, sen karışma diyorlar. Bir iki derken, dayanamayarak, kızın evinin yolunu tuttum. Aynı hır gür, onlarda da vardı. Valizimi sırtladım, komşu kentte yalnız yaşayan ablamın yanına.''
''İki yıl sorunsuz günler yaşadım. Ablamla gül gibi geçinip giderken, pat diye ablam ölüverdi. Yeğenlerim miras paylaşımına düşünce bana yine yol göründü. Onların, aman yaman demesine fırsat vermeden, o ildeki öğretmenevinde kalmaya başladım. Bir yandan da Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne baş vurarak, huzur evine alınmam için baş vurumu yaptım. Fazla da bekledim sayılmaz. İsmim çıktığı günün ertesi günü, şimdiki huzurevi için yolculuğa çıktım. Sonrasını zaten sen biliyorsun''. dedi ve kesti.
Yorulmuştu, hem anlattığı hikayesi kendisini yormuş, hem de yaşamışlığının içindeki inişli, çıkışlı olaylar zinciri, duygu yorgunluğuna sebep olmuştu.
Oturduğumuz bankı terkedip, servise döndük. Görüş saati, öğleden sonra ''iki'' deydi. Ziyaret saatinde servisler, hasta yakınlarının akınına uğradı. Biz, tam garip kaldık derken, dizleri tutan tüm huzurevi sakinleri ziyaretimize geldiler. Bir kucak dolusu, kasımpatı ( Krizantem) çiçeği getirmişlerdi. Çiçeklere vazo bulmak bile onların tatlı telaşına sebep olmuştu.
Çok geçmeden ziyaret saati bitti. Hastane gene o kasvetli sessizliğine büründü.
xxxxxxxxxxxx
O günün ertesi gün bizi taburcu ettiler. Tesisimize telefon edip, servis aracını istedik.
Çok geçmeden, servis aracı gelip bizi aldı. Gelmişken, reçete edilmiş ilaçları da aldık. İlaçlara ilaveten, aparatlarıyla birlikte bir oksijen tüpü de verdiler. Demek ki doktor reçeteye yazmış.
Huzurevine dönüşümüz, ortalığı sevince boğmuştu. Hemşire Hanım, oksijen tüpünü yerleştirdi, Hoca'ya kullanma talimatlarını verip çıktı.
Girdiği odasında, tarif edilen şekilde, hava musluğunu açmadan, burnuna maskeyi almış, ama tüpün vanasını açmaya fırsat kalmamış, öylece donup kalmış yani, ölmüş.
Akşam oldu. Nafiz Hoca'yı bekle, bekle. Hoca gelmez. ''Birisi şu hocaya bir baksın, aç kalacak'', dedim. Gülüştük.
Hoca'yı yoklamaya giden bakıcı, '' Hoca uyumaya uyuyor ama bir tuhaflık var sanki'', dedi. Bir kaçımız hocanın odasına doğru hamle yaptık. Hoca'yı ölmüş, bulduk. Akşamımız tam bir matem havasıyla başladı. Telefon edip, müdür Bey'e haber verdik. Müdür Bey bir doktor ve nöbetçi savcıyla birlikte geldi. (Daha önce de böyle bir iki vaka olmuştu.) İncelemeler yapıldı, bizlerin de ifadesine baş vuruldu. ''Kalp krızinden vefat etmiştir'' diyerek Tutanaklar düzenlenip, imza altına alındı.
Çok geçmeden, Mezarlıklar Müdürlüğüne ait cenaze arabası geldi. Hoca'nın cenazesini elbirliği ile araca naklettik. Müdür yardımcımız,görevli gelen memura, ''defin saatini biz size bildireceğiz'', dedi. Ve onları uğurladı.
Huzurevi sakinleri olan bizler, büyük salonda toplandık. Önce başımız eğik öylece beklerken, içimizden biri, Rahmetli Hoca, diye başlayınca, başlar doğruldu. Hoca ile ilgili ne çok anımız varmış. Yemeden, içmeden saatlerce anlatıp durduk. Ben arkadaşlara hitaben,
''Arkadaşlar, artık gidin istirahat edin, yarın galiba, uzun bir gün olacak.'' dedim. İsteksizce, oturduğumuz yerleri yavaş yavaş terkettik. Huzurevimiz, huzursuz bir sessizliğe büründü.
xxxxxxxxxxxx
Huzurevinde bugün yas var. Sabah isteksizce yemek salonuna indik. Çaylara, kahvaltı servis tabaklarına isteksizce uzanarak, birbirimizden lokmalarımızı gizleyerek, sözümona kahvaltı yaptık. Daha yemekhaneyi terketmemiştik ki, Müdür yardımcımız geldi, ve,
''Sayın büyüklerim, Nafiz Hoca'yı bu gün İkindi Namazından sonra memleketine uğurlayacağız. Akşam telefon etmiştim. Aile fertleri, geceden gelip, Öğretmenevinde geceyi geçirmişler. Eğer isterseniz, saati gelince, sizleri mezarlıktaki musallanın başına taşırız. Mezarlıkta İkindi Namazı sonrası, cenaze namazını kılıp, memleketine uğurlamak ister misiniz?'' dedi.
Hep bir ağızdan, ''Pek tabii ki isteriz. Saati gelince bizi oraya taşıyın. Arkadaşımıza son görevimizi yapalım.'' dedik.
Saati gelince iki servis aracıyla mezarlığa taşınıp, musallaya konulmuş tabutun arkasına sıralandık. Namazdan dağılan cemaatle birlikte, arkadaşımızın cenaze namazını kıldık. O'na olan kişilik haklarımızı helal ettik.
Hocanın oğluna, kızına ve damadına başsağlığı diledik. Sevgili Hocamızın Cenazesini, elbirliği ile, belediyenin tahsis ettiği araca taşıdık. Hoca için gelen yakınları, tek tek helallik istediler. Hocanın oğlu, cenaze aracının şoför muhaline bindi, diğer yakınları, damadının kullanacağı araca bindiler.El sallayarak aramızdan kayıp gittiler. Kafile gözden kayboluncaya kadar arkalarında el sallayıp, durduk.Akşam, müdürümüz Hoca'nın helvasını kardırmıştı. Birlikte yedik. Birbirimize başsağlığı diledik.
''Sevgili Nafiz KIRMAN HOCA, ruhun şad, mekanın cennet olsun. Hatıran bende hep yaşayacaktır''.
xxxxxxxx
Nafiz Hoca'nın ölümü, yüreğime gelip çöreklenen ve beni tek etmeyen bir korkuyu da beraber getirdi. Elin garip memleketinde, her ne kadar dostlarım olsa da, içlerinde kan bağım olan hiç kimsenin olmadığı gerçeğinin ayırtına vardım.
Kimseye çaktırmadan, hazırlıklara başladım. Huzurevinden ayrılacaktım. Önce, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne dilekçe verdim, olur aldım. Hesap dökümü çıkardılar, alacağım olan bir miktar parayı bağışlayıp makbuzumu aldım.
Olur evrakımı, elden vermediler. İdareye fakslayacaklarını söylediler. İki gün sonra, Müdüriyete çağırdılar, benimle vedalaştılar. Helallik isteyerek, odadan çıkıp, arkadaşların arasına döndüm. Sırrımı daha fazla saklamayıp, ilan ettim. Herkes hayretini yüksek sesle ifade etti.
Onlara içinde bulunduğum ruh halini anlattım. Kararımı saygıyla karşıladılar. O gece misafirleri oldum. Ertesi gün, adıma ziyafet düzenlediler. Yedik, içtik gülüşümüz yüzümüzden solmadan, kapının yanında duran valizimi arkamda sürüyerek, binanın cümle kapısına yöneldim.Arkamdan kimi el, kimi mendil sallıyordu.
(17.12.2017 )
MALATYA
10 Kasım 2017 Cuma
10 KASIM ve KRİZANTEMLER
10 KASIM ve KRİZANTEMLER
Kasım geldi yine.
Arsızca açan gam çiçekleri,
Renklerin en masumundan, en kışkırdıcısına kadar.
Artık hazırdır, çelenk, buket yapmaya.
Anıtlara ve mezar taşlarına konmaya.
10 Kasımların arsız, çiçeği.
Hem güzelsin, hem hüznü temsil edersin.
Ömrümde, 70 Kasım yaşadım.
Krizantemlerin çelenk yapıldığı,
Anıtlara, ANIT KABRE konulduğu,
Tam 70, 10 Kasım.
Ah...10 Kasım, 10 Kasım.
Benim eskimeyen, MİLLİ YASIM. ( 09. 11. 2017 )
Mustafa KURT
Emkl. Öğrtmn. (Şiir Defterinden)
Krizantemlerin çelenk yapıldığı,
Anıtlara, ANIT KABRE konulduğu,
Tam 70, 10 Kasım.
Ah...10 Kasım, 10 Kasım.
Benim eskimeyen, MİLLİ YASIM. ( 09. 11. 2017 )
Mustafa KURT
Emkl. Öğrtmn. (Şiir Defterinden)
1 Kasım 2017 Çarşamba
HANGİ BİRİNE KÜFREDEYİM
HANGİ BİRİNE KÜFREDEYİM
Yumruklarım sıkılı, ağzım küfür dolu.
Hangisine, hangi birine küfredeyim?
Şuna mı, ona mı, yoksa buna mı?
Yalan, yanlış yazana mı,
Mezarımızı kazana mı,
Çalışmadan, kazanana mı,
Açlıktan nefesi kokan,
Borç içinde yüzüp de,
Haksızlığa övgü düzene mi,
Tok görünüp, aç gezene mi,
Sürat yapıp, önüne geleni ezene mi,
Tecavüzü meslek edinmiş, cezasız gezene mi,
Adalet dağıtıyor görünüp,
Adaletsiz davranan hakime mi,
Çare dağıtıyor görünüp,
Dert üstüne, dert yükleyen hekime mi,
Sorgulamadan korkan, sorgulayana küfredene mi,
Cehaletten medet uman, hocaya mı,
Karısını katleden kocaya mı,
Arsıza, hırsıza mı,
Dinliye, dinsize mi,
Yalakaya, yağcıya mı,
Bu kadar soysuzu bol ülkede,
Kime, hangisine, hangi birine küfredeyim?
Bütün dinlerde küfür, büyük günahtır.
Küfrü hak edene küfretmemek,
Daha da büyük günahtır. (30. 10. 2017)
Mustafa KURT
Emkl. Öğrtmn. ( Şiir Defterinden )
Yumruklarım sıkılı, ağzım küfür dolu.
Hangisine, hangi birine küfredeyim?
Şuna mı, ona mı, yoksa buna mı?
Yalan, yanlış yazana mı,
Mezarımızı kazana mı,
Çalışmadan, kazanana mı,
Açlıktan nefesi kokan,
Borç içinde yüzüp de,
Haksızlığa övgü düzene mi,
Tok görünüp, aç gezene mi,
Sürat yapıp, önüne geleni ezene mi,
Tecavüzü meslek edinmiş, cezasız gezene mi,
Adalet dağıtıyor görünüp,
Adaletsiz davranan hakime mi,
Çare dağıtıyor görünüp,
Dert üstüne, dert yükleyen hekime mi,
Sorgulamadan korkan, sorgulayana küfredene mi,
Cehaletten medet uman, hocaya mı,
Karısını katleden kocaya mı,
Arsıza, hırsıza mı,
Dinliye, dinsize mi,
Yalakaya, yağcıya mı,
Bu kadar soysuzu bol ülkede,
Kime, hangisine, hangi birine küfredeyim?
Bütün dinlerde küfür, büyük günahtır.
Küfrü hak edene küfretmemek,
Daha da büyük günahtır. (30. 10. 2017)
Mustafa KURT
Emkl. Öğrtmn. ( Şiir Defterinden )
23 Ekim 2017 Pazartesi
Malatya'nın Akıllı Delileri
MALATYANIN AKILLI DELİLERİ ( Zararsız )
17' Lİ ZÜLFÜ ve MERSEDES KADİR
Bu gün Malatya' mızın sevimli delilerinden 17' li ve Mersedes Kadir' in, gezip tozdukları Malatya Eski mekanlarını anlatmayı sürdürelim.
17' li Zülfi, Dört Yol çevresinin Akıllı Delisidir. Kısa boylu, sakallı ve kolunda asılı bastonuyla dolaşırdı. Kendisine 17' li denilince, ağzında köpükler saçarak küfürler sıralardı. Kaldırımlarda olmayan taşlara eğilirdi. Eğer Kendisine takılan olmazsa, huzursuz olurdu. Çevresindekilere, kendisini kızdırmalarını teşvik ederdi.
Gelelim, biz yaştakiler için yeni, gençler ve çocuklar için Malatya eski mekanları tanımaya:
Hükümet Konağı, Eski Belediye Binası ve Yeni Cami, ben şehri tanımaya başladığım zamanlarda da mevcuttu. Yalnız hükümet meydanının doğu tarafında ERSAN TAKSİ Durağı, Belediye tarafında, o günlerin moda ticari otomobilleri sıralıydı.
Malatya,nın Eski Devlet Hastanesinde başlayıp, Tren Garı' nda son bulan, 5 km.lik şehir içi caddesi vardı. Cadde, ''paket taş'' denilen taşla kaplıydı. Hükümet Binasından, İstasyon yönüne giden cadde, gidişi - gelişi farklı, bölünmüş yoldu ve iki cadde arasında sıralı akasya ağaçları vardı. İlk defa, yolun asfaltlanmasına 1960 yılında başlandı. Önce ağaçlar, sonra paket taşlar söküldü. Sonra, paket taşların depolanması problem olunca, taşları sökmekten vaz geçildi. O yıllarda yapılan yol, fazla değişikliğe uğramadı. İşte, bu günkü yol, o gün yapılan yoldur. Yalnız adı değişti. İSTASYON Caddesi, İNÖNÜ Caddesi oldu.
Yeni Cami'nin kıble yönündeki parkın yeri, yine parktı, zemini toprak olan parkın içinde, toprağa güneş ışığı düşürmeyen, kocaman ağaçlar vardı. Parkın, alt köşesinde bir kahvehane bulunuyordu.
Yeni Cami' nin avlusunun, hemen dışında Paytoncular Durağı vardı.
Şimdiki Zafer Çarşısı' nın yerinde, Zafer Garajı (Antep Garajı) vardı. Zafer Garajı' nda, Gaziantep' e Fındıklı Toros ( Burunlu ) Otobüsleri kalkardı. Sonraları, yerini burunsuz, Skoda Marka otobüslere bıraktı.
Belediye Hamamı, o zaman da vardı. Hamamın bitişiğinde, Yazlık Ankara Sineması, sinemanın bitişiğinde, Akçadağ ve Doğanşehir Garajlar bulunurdu. Sözünü ettiğimiz garajların içinde Oto Tamir ve Kaporta Atölyeleri vardı.
Şimdiki PTT binasının yerinde, küçük bir PTT binası, Ptt Binasından hemen sonra, Malatya Eski Belediye Başkanlarından Tevfik Temelli' nin Konağı vardı. ( Rahmetli İsmet İnönü Malatya' ya geldiği zamanlar, bu konakta misafir kalırdı.Zaten, İnönü ile Temelli Ailesi akrabadır.) Temelli Konağı' nın alt bitişiğinde Yıldız Hamamı, yan bitişiğinde, ( Şimdiki Kığılı Küllüyesi' nin yerinde,) bir benzin istasyonu bulunuyordu.
Şimdilerde mevcut olan Kız Meslek Lisesi, o yıllarda da liseydi. Yukarı, Turan Emeksiz Lisesi' nde başlayan, Çarmuzu sınırına kadar uzanan, Turan Emeksiz ( Milli Egemenlik ) Caddesi 1963 yılında açıldı.
Şimdiki İnönü, Eski İstasyon Caddesi, aynı zamanda ( Bence ) fabrikalar caddesiydi. Şimdiki
Öğretmenevi' nin yeri Cezaevi' ydi. Caddenin devamında, 1925 yılında, Tütün Atölyesi ( Reji ) olarak iş görmüş,1936 yılında Malatya Tekel Tütün Fabrikası adını alarak sigara üretime başlamıştır.
Siyasi iktidar, önce özelleştirdi, sonra yabancılara satıldı. Koca fabrikayı yıktılar, yerine dandik bir AVM yaptılar. ( Cadde AVM )
Tekel' in ilerisinde Sümerbank ve Tekel İşçilerinin yerleşkesi olarak, Sıtmapınarı Semti doğmuştur. Şimdiki Polis Evi Dahil İstasyon Virajı' na kadar olan, iki geçeli arazi, Sümerbank ( Mensucat ) Fabrikası arazisiydi. Gidiş yönündeki arazinin içinde, belki Türkiyenin en büyük, iplik ve dokuma fabrikası ve sosyal tesisleri, onun karşısında Usta Evleri, Usta Evlerini İşçi Evlerinde Ayıran Sümer İlkokulu vardı. ( Halen var ve 1959 yılında, Sümer Orta Okulu aynı binada öğretime başladı. ) Okuldan sonra İstasyon Virajı' na kadar olan arazide işçi evleri vardı.
Bu güzel fabrika, sosyal tesisleri, usta ve işçi evleri bir gün, yok pahasına özel bir şirkete satıldı. Yıkıldı ve yerine Park AVM Yapıldı. AVM' nin karşısının tamamı park yapıldı. ( Abdullah GÜL Parkı )
Malatya' ya ilk tren 1937 yılında gelmiş. 5. İşletme o günden, bu güne kadar üç yolun kavşağı olan, idare binaları ve lojmanlarıyla, kocaman bir komplekstir.
İstasyon Virajı' nın devamında, ( Yeni Devlet Hastanesi, Alpaslan Türkeş Bulvarı, Şeker İlkokulu Spor ve Yaşam Merkezi' ni de içine alan tüm arazi, Şeker Fabrikası' na aitti.) Kala kala, küçük bir arazi parçası üzerinde, 1956 yılında işletmeye açılan, Şeker Fabrikası mevcuttur. Şeker Fabrikası ve sosyal tesisleri Malatya' mızın yüzakıydı.
Şimdiki Atayıklar' ın Benzinliğinde başlayayıp, Beylerderesi' ne kadar olan arazi, bağlık, bahçelikti. İç kısımlarında ise Saman Harığı ve Karakavak yerleşim yerleri vardı. Sonraları, Ankara Asfaltı kıyısına Skk İşçi Hastanesi yapıldı.
Şeker Fabrikası arkasına düşen arazide Hava İkmal Merkezi vardı. ( Şimdiki Askeri Lojmanlarını bulunduğu yer.) Hava İkmal Merkezi 1942 yılında Uçak Onarım Fabrikası olarak açılmıştır. 1975 yılından sonra, bir kısmı Kayseri' ye, Bir kısmı Eskişehir' e taşınmıştır.
Atatürk ve İsmet İnönü zamanında yapılan ve Türk Ekonomisinin lokomotifi olan, tesis ve fabrikalar, bir bir elden çıkmış ve yerlerine, her zaman ve her yerde açılabilecek dandik tesisler kurulmuştur.
Gelelim Mersedes Kadir' e. Boy boy deli vardır. Kadir de başka bir boy delimizdir. Altına, her adamın taşıyamayacağı kadar büyüklükte bir direk almış, bir arabanın üzerinde bulunan aynası, plakası, müzik çaları ve çeşitli araç süsleriyle donanmış, varsayılan bir araba. Markası ise, Mersedes. Bu varsaydığı arabasıyla Tüm Malatya'yı Dolaşmakta.
Fakat Kadir' in geleceği çok kötü. Şehirdeki bazı kendini bilmezler, ona içki içiriyorlar. Bazen onu körkütük sarhoş görürsünüz. Bazan trafik polislerine yakalanır ve alkolmetreye üfletirler,üç, beş yüz promil alkollü çıkar. Ağzından hiç eksiltmediği sigarası da cabası. Yakın bir gelecekte, kardeşinin akıbetine uğrayacağından korkuyorum. Başına bir iş gelirse, sorumlusu, sorumsuz Malatyalılar olacaktır. (11. 10. 2017 )
Malatya'nın Akıllı Delileri - Dördü Bir Arada
MALATYA' nın AKILLI DELİLERİ
DÖRDÜ BİR ARADA
Aslında, Malatya delilerinin öz geçmişlerini bilmiyorum. Bu, gerçekten geniş araştırma gerektiren bir iş. Amacım, sevimli delilerimizi, bildiğim ya da gördüğüm kadarıyla gündeme taşımak. Sevimli delilerimizin fotoğraflarını çeken ve arşivleyen Foto Tecde Net' e teşekkürü borç bilirim. Google' arayıp buldum ve sizlerle paylaştım ve belki yine de paylaşacağım.
Bu gün, Malatya Çarşı içini mekan tutmuş delilerimiz' in dördünün sadece isimlerinden söz edip, Malatya' nın değişen yüzünü anlatmayı sürdüreceğim.
Şorikli Yaşar, Malatyamızın eski Akıllı delilerindendir. Sanırım doğuştan özürlüydü. Çarpık ağzında sürekli salya akıttığından bu adla çağrılırdı. Ayrıca, yarı felçliydi ve yürüyüşü de çarpıktı ve ayağını sürüyerek yürürdü. Kırçıl Krizetten zıbıb giyerdi. ayağında daima bez ayakkabı vardı.
Babası, Yaşar dilensin diye bir köşeye bırakırdı. Onu çoğu kez Yeni Cami çevresinde görürdüm.
Bir de Gız Mahmut' umuz vardı. Çınarlı Cami ve cami avlusu, onun mesken tuttuğu yerdi. Kadınca davranışlar sergilerdi. Kendine takılanlara ''oynama gız'' falan diye cilvelenirdi.
Çınarlı Cami dedim de aklıma geldi. Söğütlü Cami ile Yeni Cami arasında yer alırdı. Her iki cami ile aralarında yalnızca birer cadde vardı, o kadar. Bu üç cami bir arada, bir başka değişle aynı sıradaydı. Çınarlı Cami'ye ''Orta Cami'' de denirdi. Kerpiçten yapılı, fazla büyük olmayan bir camiydi. Adını avlusunda bulunan çınar ağacındani almıştı ve minaresi yoktu. Batı kapısının hemen yenınıda tahtadan yapılı, ezan okunan minareciği vardı. Avlusunda, suyu bol bir çeşmesi vardı. Çeşmenin suyu, taş zeminli, yayvan bir havuzu akardı. Bu havuzda, yemeniciler, gönlerini ıslatırlardı.
Avlu duvarının dışında, Yemenici (Kunduracı) pazarı vardı. Bu pazarda, erkekler için '' Yemeni, iskarpin, kadınlar için rugan ( Parlak ) ve mat yüzlü deri terlik ( Patik ) dikerlerdi. Caminin doğu ve batı duvarı boyunca AKTAR dükkanları vardı. Caminin kıble ( Güney ) duvarı boyunca, Bedesten denilen KAPALI ÇARŞI vardı. Taş yapılı, küçük dükkanlardan oluşmuştu. Hani '' İğneden, ipliğe ne ararsan bulursun.'' denilen, küçük bir çarşıydı.
Neden icap etti, bilinmez, o güzelim camiyi ve çevresindeki bütün dükkanları bir gün yıktılar. Yerine, bu günkü Vakıf İş Hanını yaptılar.
Çınarlı cami adı, tam unutuldu derken, Eski Kasap Pazarının, kuzey sırasındaki dükkanların gerisinde, eski bir Ermeni Kilisesi vardı. O kiliseyi restore ederek Çınarlı Caminin vakfını oraya taşıdılar. Yani, bu günkü Çınarlı Cami, kiliseden dönüştürülen bir camidir.
Eski buğday Pazarı ( Şimdilerde yerinde MASKİnin binası var.) ile Demirciler Çarşı'sının (Demircilerin yeri şimdilerde Mısır Çarşısı ve dış yüzündeki dükkanlar.) kuzey kapısı karşısında yer alan, sağlı sollu OTUZ kadar dükkandan oluşan Kasap Pazarı vardı. Şimdiki Pamuk Han' ın yerinde Şark Sineması yer alıyordu. Yüzüncü Yıl İş Hanı' nın yerinde ise Tuzcular Hanı vardı.
Çınarlı Cami yapılan kilisenin, hemen önünde Davar ( Mal ) Pazarı vardı. Davar Pazarının doğu yönünde Haci Hüseyin Erkek Hamamı bulunuyordu.
Şimdiki Kasap Pazarı, Aslında Sebze Haliydı. Bu Hal Binası, bizim çocukluk yıllarımızda yapıldı. Temeli kazma, kürekle insanlar tarafından kazıldı. Toprağı, katırların sırtına konan, sandıklarla ''Dutluğa'' taşındı. ( Şimdilerde, Çevre Yolu üzerindeki, ''Gerdirme Çadırların'' olduğu alan.)
Hal Binasının Kuzey yönünde KÜPÇÜ dükkanları vardı. Şimdiki Esnaf İş Hanı'nın Batı Kapısını bulunduğu yerde, bir değirmeni döndürecek kadar bir su çıkardı. Zaten bu suyun devamında,( Bu günkü Defterdarlığın yerinde) bir Su Değirmeni vardı.
Hal Binasının batısının bir kısmında bakırcıar Çarşısı bulunurdu. Geriye kalan kısımda ise Banliyo İstasyonu'na kadar olan yerde Hızar Atelyeleri vardı. (Tahtacılar Pazarı )
Atelyelerin bitiminde, Banliyo Tren İstasyonu vardı. İstasyonun tahta barakadan yapılmış, iki odalı bir binası bulunurdu. Odalardan biri yolcu bekleme odası, diğeri Biletçi odasıydı. O yıllarda, yolcu taşıyacak vasıtalar azdı. O Yüzden İstasyona yolcu taşırdı. Ayrıca, Malatya'nın doğu yönündeki fabrikaların da işçileri yine bu banliyo treniyle taşınırdı. Banliyo Tren istasyonunun yanı başındaki araziye ''Dutluk'' denirdi. Bilhassa yaz aylarında bu alana seyyar Çadır Sirkleri ( Küçük çapta ) ve cambazlar gelirdi.
İstasyonun karşısında başlayan, Salköprü, Cırikpınarı, Çavuşoğlu, İskender, İlyas ve Çarmuzu Mahallelerinin yolbaşı vardı. ( Yani adı geçen mahallelerin çarşı yolu.)
Deli Ahmet ve Mamılonun resimleriyle yetineceğim. Çünkü haklarında fazla bilgim yoktur. Ama onlar sayesinde Malatya'nın Eski yerleşim yerlerini anlatmamda bana yol gösterici oldular. Hepsi için rahmet diliyorum. ( 09. 10. 2017 )
Malatyalı Deliler - "İzo"
MALATYA'nın AKILLI DELİLERİ
'' İZO ''
İzo, çocukluk yıllarımızın ''Akıllı Deli'' lerindendir. Aslında İzo' ya deli demek, deliliktir. Çünkü bir çok Malatyalı İzo' nun ''uğuruna'' inanır ve onu hoşnut etmeyi ibadet sayarlardı. Evlerine misafir edenler, onun evlerine, ocaklarına bereket getirdiğine inanırlardı.
İzo, Eski Söğütlü cami ve çevresinde eğleşirdi. Yanılmıyorsam, birilerine misafir gitmediği zamanlar camide yatar, kalkardı.
Rahmetliyi görüp,tanıdığımız yıllarda, ufak tefek, sakallı, yaşlı bir adamdı. Yaşlılığından olacak, beli hafif kamburdu. Başı sarıklı, KUTNU Kumaştan, boydan zıbın, içinde beyaz içlik giyer ve belinde enli bir kuşağı vardı. Konuştuğunu mutlaka birileri duymuştur. Ama biz çocuklar, adı, deliye çıkmış hiç kimseye yaklaşmazdık. Onları uzaktan seyrederdik.
Diğer tüm delilere bakan çarşı esnafı İzo' ya da bakardı. İzo hakkında da fazla bilgim yoktur. Ama eski mekanları tanıtmamda, bana yardımcı olacak.
ESKİ SÖĞÜTLÜ CAMİ, Oldukça büyük , çarşı camilerimizdendi. Aşağı - yukarı 500 m. kare kadar kerpiç bir yapıydı.İç mekanı üç büyük mağdan ( Dikme sütun arası ) oluşmuştu. Caminin tavan destek sütunları ve damı tutan yatay direkler ve direklerin üzeri de tahtayla kaplanmıştı. Sanat Tarihi Dersimizde, caminin içindeki AHŞAP oymalar ve Renkli Motiflerin Selçuklu mimari tarzında olduğunu öğrenmiştik, İmam makamı, vaaz kürsüsü ve minberindeki işçilik tam bir sanat eseriydi.
Caminin üzeri damdı. Yani üzerinde çatı yoktu. Yağmurda, dam akmasın diye, çamurla sıvanır, ''loğlanırdı.'' Eskiden kış aylarında, kar çok yağardı. Karlı geçen kış gecelerinin sabahları, çarşı esnafı, caminin damının karını kürerlerdi. Küredikleri dam, aynı zamanda, birçok esnafın kendi dükkanlarının da damıydı. Çünkü Caminin bitişiğindeki dükkanlar, caminin vakıf dükkanlarıydı. Damlardan kürenen kar, cami çevresindeki sokakları doldururdu. Öyle zaman olurdu ki, kürenen kar yığınları, caminin, dolayısıyla dükkanların dam yüksekliğine çıkardı. Esnaf, dükkanıyla, kar yığını arasına bir koridor açardı. Dükkanına ise kar yığınına açtığı çentikleri, merdiven olarak kullanarak, inerdi. Dükkanın müşterileri de, bu kar merdiveni kullanarak, alışverişe inerdi.
Söğütlü Cami'nin doğusunda, abdest muslukları bulunurdu. Kuzey, dış avluda, boydan boya, tuvaletler ( WC ) yer alırdı. Tuvaletlerin dış duvarına sırtını vermiş Yemenici ( Kunduracı ) Pazarının bir bölümü yer alırdı. ( Yeni yapılan Camide de öyle. ) Caminin güneyi ve batı yönünde Tüccar Pazarı ( Manifaturacılar ) bulunurdu. Şimdilerde de Konfeksiyon Mağazaları ve aynı zamanda Tüccar Pazarı yer almakta.
Gelelim asıl can alıcı olaya. Sık sık arkadaşlarımızla da konu eder, sebep olanları eleştiririz. CAMİNİN MİNARESİ, Caminin kuzeye bakan avlusunda,( Pek de Söğütlü caminin minaresi olduğunu zannetmiyorum ya. Daha önce ki bir caminin minaresi olabilir. ) Kalın gövdeli, hafiften incelerek yükselen, kesme taştan yapılı bir minaresi vardı. Minarenin şerefesine yakın bir bilezik, hemen onun üzerinde, şerefeyi destekleyen oymalı taş süsleri vardı. Yine şerefenin içine aldığı, alemli taş kubbe vardı. Bu minare, Yeni Cami'nin, doğu avlusundaki kesik minareyle tıpa tıp benzeşiyordu. Yani ustaları aynı olmalı. Söylenti o ki, yeni caminin o eski minaresini yapan usta, minareden düşüp, öldüğü için minare yarım kalmış. Kanaatimce bu minarenin de ilk camisi Yeni Cami değildir.
Yeni bir cami yapılacak diye, Söğütlü Cami'nin minaresini yıktılar. Güya ilerde değerlendirilecek diye, taşlarını numaraladılar. Yıkıntıyı bir yere depo ettiler. Gel görkü envantere alınan o minare taşları, kimi camilere temel oldu, geriye kalanların akıbetini ben bilmiyorum. Bilen varsa, bu yazının altına not düşsün. Bence o taşlar çar çur edildi. Yani O güzelim minare yıkılmasaydı, bugünkü cami yapılmayacak mıydı? Bu bir mühendislik işiydi. İsteselerdi,hem o minare kalırdı, hem de şimdiki cami yapılırdı. Dedim ya bu bir akıl ve mühendislik işiydi.
Uzun sözün kısası, söğütlü Cami restore edilebilir ve tarihi bir cami olarak işlevini sürdürebilirdi. Getirdi, beton yığını bir cami ve onlarca dükkan yaptılar. Neymiş yer kıymetlenmiş. Şurda, burda ki bazı köhne yapılar, Kültür Mirasıdır diye çivi çaktırmaz. Ama Eski Söğütlü Cami, Kültür Mirası olamadı. Aklım bir türlü almıyor.
Yazıya İZO ile başladık, İzo' nun mekanı olan Söğütlü Cami' yi benim gördüğüm, ya da bildiğim kadarıyla anlatmaya çalıştım.
Şüphesiz eksiklerim ve yanlış bildiklerim vardır. Doğrusunu bilenler, eksiğini tamamlamak isteyenler, katkı verirse mutlu olurum. ( 06. 10. 2017 )
Malatyalı Deliler - "Deli Mısto"
MALATYA'nın AKILLI DELİLERİ
DELİ MISTO
Deli Mısto, gerçek Adı, Mustafa. Ama ben ona ''Mustafa'' diyeni duymadım. Sanırım köylerinden geldiklerinde, İskender Mahallesi'nde kiralık bir evde, kardeşi Bekir'in bakımında, önce oturduğu semtin, sonra tüm Malatya'nın delisi oldu.
Onu, ilk defa, babamlarla gittiğim, Kasım'ın Orta Değirmeninde gördüm. Kardeşi Bekir, o değirmeni işletiyordu. Bu değirmen, Meşhur Kasım Gökbulut'un, Derme suyu üzerinde kurulu, üç değirmeninden biriydi.
(Benim bildiğim.) Derme Suyu, Malatya İnönü Statyumu'nun hemen altında Taş Kanalı terkedip, toprak kanaldan yoluna devamında, üzerinde dört tane Su Değirmeni vardı. Son değirmen, Hemen Taştepe'nin güney eteğindeydi. İşte Deli Mısto'yu, önce o değirmenlerden birinde gördüm. Sonraki zamanlarda Mısto'yu hep görür oldum. Şunu da belirteyim ki, Mısto'yu görüp, tanıdığım o yıllarda, Mısto kocaman bir delikanlıydı.
Deli Mısto, 170 cm. boylarında, ince zayıf, yüzünde derin yanık izi bulunan bir gözü şaşı ve hep havalarda bir şeyler arayan adam görünümündeydi.
Mısto'yu da, diğer deliler gibi çarşı esnafı giydirirdi. Yemesi, içmesi, sigarası ve harçlığı da, yine çarşı esnafının üzerineydi.
Deli Mısto, Malatyalılar tarafından sevilen, zararsız delilerinden biriydi. Her sözcüğü iki kez tekrarlayarak söyler, en kaba küfürü ise ''Eşek oğulları'' olurdu. Mısto' ya takılmak isteyen ona ''Mısto poz ver.'' derler o da kendine has duruşunu sergiler, yani pozunu verirdi.
Mısto, genellikle Eski Saman Pazarı ( Şimdiki Akpınar ) Yemenici Pazarı, ( Şimdiki Kunduracılar Pazarı ) ve Eski Arasa ( Şimdiki MASKİ' nin yeri ve dolaylarıydı.
Eski Saman Pazarı, (Akpınar Meydanı.) Şirket Han' nın ( Şimdiki Özel İdare İnşaatı.) Elmas Han'n ve karşılarındaki Halepli Oğlu Han'ının ( Şimdiki Mecidiye İş Hanı'nın yeri ) arasında kalan meydandı. Meydanı ikiye bölen ve çift cepheli ( Arkalı, önlü ) tahta dükkanlar vardı. devamında, yapısı yüksek, büyük Aslanlı Çeşme vardı. Biraz ilerde, Bit Pazarı' nın girişinde, çukurda üç küçük aslanlı bir çeşme daha vardı.( Ben, o üç Aslanlı Çeşmenin, aslanlarını, şimdilerde sanki, İstanbul Sinemasının yerine açılan Gazi Parkı' nda gördüm.) Orduzu Yolunun hemen solunda Bit Pazarı, yol boyunca ise Bakırcılar ve Kalaycılar Çarşısı vardı. Daha ilerde ise Orduzu Caddesi'nden ayrılan Dışbudak Cegedi ( Sokağı ) vardı. Dışbudak Cegedi'nde güzel bir su çıkardı. Suyun ayağı, Halfettin Caddesi'nin bitiminde açığa çıkar ve Hideyet Mahallesi' nin sol kenarı boyunca caddeye paralel akardı.
Halfettin Caddesi ise, şimdiki sokaklardan daha dar bir caddeydi ve virajlıydı. Caddenin iki tarafındaki evlerin çıkmaları neredeyse birbirine değecek darlıktaydı. Kaba taştan yapılı, cadde tabanı vardı. Ayrıca mahallenin, kerpiçten yapılı eski bir mescidi son yıllara kadar duruyordu. Sonra bir hayır sahibi, mescidi yıktırıp, yerine modern anlamda bir cami yaptırmıştır.
İşte Deli Mısto'nun kollarını geniş geniş sallayıp, ceketinin eteğini savurarak gezip tozduğu, keyfi yerindeyse türkü çağırdığı ve ıslık üflediği Malatya'mızın akıllı delilerinden biriydi.
Malatya'mızın, eski mekanlarından bir kısmını bildiğim kadarıyla anlatmaya çalıştım. Katkı verecek olan olursa, kabulümüzdür. Ve beni mutlu ederler. ( 04. 10. 2017 )
Malatyalı Deliler - Deli Faro
MALATYALI ''DELİ FARO''
Asıl adı nedir, bilmiyorum. Namı değer FARO çocukluk yıllarımızın ''AKILLI DELİLERİNDENDİ''. (Gördüğüm yıllarda, tahmini 30 - 35
yaşlardaydı.).
Ben Faro'yu ilk defa bir okul çıkışında gördüm ve uzaktan da olsa onu tanımış oldum.
Orta bire yazıldığımda sınıfımız, o yıllarda adı ''EK BİNA'' olan, Bu günkü ATATÜRK EVİ'ydi. Aslında o bina, Atatürk Döneminde Halk Evi olarak yapılmış. Hatta Atatürk Malatya'ya İlk gelişinde bu binada misafir edilmiş. Demokrat Parti döneminde Halk Evleri kapatılınca, Malatya Lisesi ve Orta Okuluna ilave derslik olarak değerlendirilmiş. O yüzden bu taş yapıya, ''Ek Bina'' denirdi. Bu bina şimdilerde Atatürk Evi olarak biliniyor. Atatürk'ün Malatya'ya gelişinde, kullandığı eşyalar ve yatak odası sergilenmiş ve halka açık müze olmuştur.
Ek Binaya, bahçesi ile komşu olan, Ticaret Lisesi, Ticaret Lisesinin Karşısı da Tarihi Gazi İlkokulu vardır. O yıllarda, 23 Nisan Çocuk Bayramı Gazi İlkokulunun Önünde yapılırdı. Bayrama Malatya'daki Bütün okullar katılırdı. Bütün okullar dediğimiz, sayıları 10'u geçmiyordu. Hiç Unutmam, ilkokuldayken, bayramda Vali Bey, tüm öğrencilere şeker dağıtırdı.
Bir paydos saatinde, Şehir Sinemasının tam önünde geçerken, ( Sivas Caddesinin köşesinde Şehir Sineması, çapraz karşısında ise İstanbul Sineması vardı.) bir patırtıdır koptu. ''Vur ha, kaç ha'' derken, eli baltalı biri, kendisine sataşan öğrencileri önüne kattı. Şimdiki Atatürk Caddesi'ne (O zamanki adı Kışla Caddesi ) aşağı bir kovalamaca başladı. Önde kaçan öğrenci çocuklar, arkada elinde baltası ile kovalayan ise Meşhur ''FARO'ymuş.
Faro, kovaladığı öğrencilere kavuşamayacağını anlayınca, hırsını , önünden geçtiği dükkanların cam ve çerçevelerine saldırmaya başlamıştı. O zamanlar, önce Beyoğlu Saz, sonra Beyoğlu Kahvesi olan binanın ön camlarının tamamını indirmişti. Ağzından salyalar saçan Faro, ağza alınmayacak küfürler savuruyordu. Biz bir gurup arkadaşla, karşı kaldırımda seyirciydik. Kaçıp kovalama Eski Saman Pazar'nın köşeye kadar devam etti. O köşede bir polis ve bir bekçi Faro'yu yakalayıp, Hükümet Meydanı'na doğru götürdüler.
Her nedense, Faro, ISLIK sesinden kızardı. Faro'yu kızdırmak isteyen O'na ıslık çalardı.
Ama Faro'nun bir özelliği vardı. Çok güzel KAVAL çalardı. Acıktığı zaman veya sigarası bitince, Kasap Pazarı civarına giderdi. Pazar Esnafı, hem delileri sever, hem de onları en çok, onlar kızdırırdı. Faro yanlarına gelince, ondan kaval çalmasını isterlerdi. Eski Arasada (Buğday Pazarı) HORE'nin ( Hore, arasada buğday eleyerek, bir de eski Banliyö Tren İstasyonu'nun orada, büyük bir beton logar kapağı vardı. O kapağın üzerinde Fal açarak geçimini sağlayan, Ermeni olduğu söylenen 100 kiloluk, yaşlı bir bayandı.) elediği buğday taylarının birinin üzerine oturur, kavalını kılıfından çıkarır, üflemeye başlardı. Hani, kavalı da çok güzel çalardı.
Faro'nun, sağa, sola saldırdığı bir gün, bir polis onu karakola götürürken, başlamış ıslık çalmaya. Polis, bir beklemiş, iki beklemiş Faro susmaz. Polis kızarak, ''kes lan şu ıslığı'' deyince, Faro, ''Polis Bey, sen benim bir tek ıslığıma dayanamadın. Ben, bir Malatya'nın ıslığına nasıl dayanayım. '' deyince polis, Faro'nun elini bırakmış ve ''Geç git şuradan, sen deli meli değilsin,'' demiş.
Bir gün, kuzularımı, eskiden adına GAVUR MEZARLIĞI dediğimiz, (Ermeni Mezarlığı) şimdiki Kiltepe'ye çıkardım. O yıllarda Kiltepe semti yeni yeni iskana açılıyordu. Vakit hem erkendi, hem de yer, tenhaydı. Yolumun üzerine, önce bir ceket, biraz ilerde bir şalvar, bir şapka, bir kaval kılıfı, iki parça olmuş bir kaval, devamında bir çokura itilmiş bir adam. O, Faro'ydu. Ağzında salya sümük akmış, ölü halde yatıyordu. Ben hemen, kuzularımı alıp, oradan uzaklaştım.
Aslında o gün Faro ölmemiş, ona her kim veye kimler içirmişse, onu, kör kütük sarhoş etmiş, getirip bu çukura atıvermişler.
Derler ki, bir gün, kasaplar Faro'ya içkiyi içirmişler, sonra da buzdolabına itmişler. Sabah gidip buzdolabını açmışlar. Buzdolabının büyüklüğü ve içkinin vücuda verdiği hararetle Faro donmadan sabahı etmiş.
Yine derler ki, Faro zil zurna sarhoş olmuş, canlılık eseri kalmamış. Öldü diye, yıkamış, kefenlemiş ve kabre koymuşlar. Gece ayılınca, başlamış bağırıp, çağırmaya. Böyle duyduk diyenler olmuş. Gerçek olduğuna inanmak çok zor. Ama öyle işte.
Benden bu kadar. İlave bilgiler kabulümüzdür. ( 02. 10. 2017 )
Malatyalı Deliler - Deli Gafar
MALATYALI DELİLER
DELİ GAFAR
Biz çocukken, (1960'lı yıllar) Malatya, bu Malatya değidi. Malatya kavak, söğüt, ceviz, dut, kayısı, erik ve diğer bir çok meyve ağaçlarıyla donanmış, yeşillik cenneti bir şehirdi.
Öğrencilik yıllarımızda, bizleri okulca (Kanal Boyu'ndaki, şimdiki Milli Eğitim Müdürlüğünün yerindeki bina, Malatya'nın tek orta okulu ve lisesiydi.) Ayyıldızlı yamaca, çam fidanı dikmeye götürürlerdi. Bulunduğumuz o yerden şehrin kurulduğu alana baktığımızda, bir iki binanın çatısı ancak görünürdü. Diğer binalar, büyüklü, küçüklü,bu ağaç ormanının içinde adeta kaybolmuştu. Onun için Malatya'mıza, ''Yeşil Malatya'' denirdi. Ve bu isim ona çok yakışırdı.
Biz büyüdük, şehir büyüdü. Şehir büyüdükçe, yeşil kaçtı, kaçtı. Şimdilerde yeşil, Tohma Boylarına doğru çekilmiş durumda. Bugün o şirin şehrin yerini, çarpık, plansız,beton yığını yapılaşma, yön tarifi yapılamayacak caddelerin olduğu bir şehir haline geldi.
Her neyse, biz asıl konumuza gelelim. Malaya'mızın sevimli, akıllı delileri vardı. Akıllı diyorum, çünkü zararsızlardı. Bunlardan birisi, hatta en ünlüsü, Gafar'ımızdı, Gafar'ın ünlü olduğu dönemler ben çocuktum. Gafar kimin nesiydi, nerede yaşardı bilmiyordum. Yalnız, Çavuşoğlu Mahallesinde yaşlı bir bayanla yaşadığını duymuştum.
Gafar, dilenmezdi. Çarşı Esnafı yedirir içirir, giydirirdi. Ancak Gafar'a, giydikleri için, sağdan, soldan, ''Gafar ölü malı'' denilince, üzerindaki tüm giysileri, yırtarcasına çıkarır, çırılçıplak kalır, yalnız fötr şapkasını atmaz, kendini kızdıran halka karşı selam verirdi. sonra, çarşı esnafı tekrar Gafarı giydirir, evine öyle yollarlardı.
Biz çocuklar, deli ne kadar zararsız olursa olsun, onları uzaktan seyreder, deliye yaklaşmazdık.
Ben Gafar'ı birçok kez görmüştüm. Ancak, bugünkü Mısır Çarşının yeri Şire Pazarıydı, hemen bitişiği Demirciler Çarşısıydı. Demirciler Çarşısının alt çıkışının karşısında, Kasap Pazarı vardı. Şimdiki Pamuk Hanın yerinde ise Şark sineması vardı.
Delilerden söz etmişken, Şark Sinemasında, Fikret Hakan'ın çevirdiği ve Deli Kaymakam filmini, (BUZLAR ÇÖZÜLMEDEN'i) seyretmişliğimizi unutamam.
İşte sözünü ettiğim ŞİRE PAZARI esnafı o gün Gafarı fena halde kızdırmışlar, (Bana da denk geldi.) Gafar üzerinde ne var ne yok soyundu, tümden çıplak kaldı. Yaşlı bir esnaf, gafarın boynuna sarılarak onu yatıştırdı. Sırtındaki paltosunu Gafar'a giydirdi. Artık Gafar yarı giyinikti. Diğer esnaflardan biri ise. Gafar poz ver, fotoğrafını çekeyim diyince, o meşhur fotoğrafının pozunu vermişti.
Anılarda delilerimizi ve Malatyamızı anlatmaya devam edeceğim. Eksiklerimi siz dostlarım tamamlarsa, bir Malatya tarihimiz olur. (01.10.2017)
29 Ağustos 2017 Salı
ATATÜRK'Ü ANLAMAK, ATATÜRK'E AĞLAMAK
ATATÜRK'Ü ANLAMAK, ATATÜRK'E, AĞLAMAK
Atatürk, öyle yüz yıllar önce yaşamış, yaşam öyküleri rivayetlere, masallara dayandırılan, bir destan kahramanı değildir. Atatürk'ün yaşamı ve yaptıkları henüz tarih bile değil. Atatürk, sadece dündü veya ertesi gündü. Çünkü O'nunla yaşamış veya onu görmüş kimseler hala hayatta. Dünü nasıl tarih sayarsın. Ama tarihe not düşüldü. Adı ilkeleri ve eserleri dünya durdukça duracak, tarihle birlikte yaşlanacak.
Atatürk'ü tanımanın ve yaptıklarının, yalanlanamayan ve ispatı belgelerle perçinlenen NUTKU'nu okumakla mümkün olur. Bir de kendinin çocukluk, okul, askerlik ve siyaset arkadaşlarının anlattıkları, ya da onların kaleme aldığı hatıralarından tanımak mümkündür. Bir de bazılarının yok saydığı ama var olan ve ülke kalkınmasında öncü rol oynayan fabrikalar, yollar, köprüler, kabotaj hakları, limanların ıslahı, havacılığın gelişmesi, tarımdaki kalkınma hamleleri, eğitim ve öğretimdeki çağdaşlaşma atılımları, sağlıktaki gelişmeler, öyle küçümsenecek şeyler değildir.
Atatürk'ün ömrünün çoğunu cephelerde geçirdiği gerçeğini kimse inkar edemez. Askerliği süresince girdiği her savaşta alnının akıyla çıkmış ve zaferlerle süslü bir geçmişi olmuştur. Bir de ''ben'' diyerek ''egosuna'' yenik düşmemiştir. Yaptıklarını arkadaşlarıyla ve ekiple gerçekleştirdiği vurgusunu her zaman yapmıştır.
Bu kısacık yazımla, savaşlı yılları anlatacak değilim. O tarihçilerin işi. Ben yalnızca bir kaç cümle ile ifade edecek olursam; ''O bir dava adamıdır. Var olma mücadelesi vermiştir. Vatan sevgisini her şeyin üzerinde tutmuştur. Ve en belirgini ise varlığını Türk Ulusuna adamışlığıdır.'' Bu saydıklarım O'nun kutsallarıdır.
Türk Kurtuluş Savaşı' nı bir tiyatro olarak niteleyenler, SEVR antlaşmasını ve o anlaşmanın Osmanlı Devleti'ne, Yüzlerce maddelik dayatmalarını bilmeyen zavallılardır. Yine Lozan'ı hezimet sayanlar da, onlardan daha zavallıdır. Sevr ne kadar yüz karasıysa, Lozan o kadar parlak bir zaferdir. Sevr, bir yenilginin belgesi (1.Dünya Savaşı), Lozan bir zaferin Tapu Senedi'dir. Ve bu zafer, İstiklal Savaşı'nı kazanan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, O'nun komutanlarının ve Başkomutan M. Kemal Atatürk'ündür.
Kimseye tarih dersi vermek, asla haddim değil. Bu, yaşayan tarihçilerin ve savaş yazarlarının işidir. Yalnız, Atatürk'ü tanımamak, ancak cehalet işidir. Hele, O'nu sevmemek, ''gaflettir, dalalettir, hatta, ihanettir''. Atatürk'ü, Dünya insanı, bizim insanımızın çoğundan daha çok tanıyıp taktir ediyor. Bizdekiler ise, O'nun kutsallarına küfrediyor. Onlar, insan değil, hayvan desem, hayvana hakaret olur. Onlar ancak, hayvanların çıkardığı gübre olurlar.
Bu, yazıyı yazmama, bu sabah, (29. 08. 2017) Atatürk sevdalısı, Yazar Muzaffer İZGÜ'nün ölümü ve O'nun Atatürk'e olan sevgisini, yine O'nun kaleminden Yılmaz ÖZDİL'in köşesine taşımasından esinlendim ve yazdım.
Atatürk'e ağlamak, başlığına gelince, ilkokul ikinci sınıfındaydım. Sınıf öğretmenimiz ve okul müdürümüz Rahmetli Recep KARACA'ydı. O yıl (10 Kasım 1956) Öğretmenimiz, Atatürk'ü anma günü okumam için bir şiir vermişti.
O gün, yani 10 Kasım 1956 günü, gece yağmur yağmıştı. (Yazın tozlu olan okul yolumuz, kışın çamurdan geçilmezdi.) Çamurlu okul yolunda, anamın aldığı, (Babam, bakaya olarak askere alınmıştı.) lastik çizmeme çamur sıçramıştı ve ben bunun farkında değildim. Okul bahçesinde, öğrenciler arasında gezinen öğretmenim, elini başıma koyarak, ''şiirimi ezberleyip ezberlemediği mi'' sordu. ''Ezberlediğimi''söyledim. Öğretmenim, çamurlu çizmelerimi görmüş olmalı ki, elimden tutup beni, sıralı çeşmelerin olduğu yöne taşıdı. Önüme çömelip, çizmelerimdeki çamurları yıkadı. Unutamadığım ve giderek beni, kendisine hayran bırakan, Hayatımın her safhasında benimle olan Recep öğretmenim, mekanın cennet olsun diyorum.
Ezberlediğim, buram buram Atatürk kokan ve yüreğime ekilen Atatürk sevgisi tohumu yeşerdi, gürleşti ve ömrüm boyunca beni terketmedi. Hele ki, Atatürk'ü sevmişim, Hele ki, Atatürkçü olmuşum.
1956 yılı 10 Kasımında okuduğum o şiir.
''ATA KİM BİLMİYORDUM''
''Ata, kim bilmiyordum,
İşte bilmeye geldim.
Yüzünü görmemiştim,
İşte görmeye geldim.
Annem, saçını yoldu.
Babam göz yaşı oldu.
Bu bir,bilmece idi,
İşte çözmeye geldim.
Sensin yerinde bin can,
Toprak oluruz inan.
Ata'm dönüş ne zaman?
Sana sormaya geldim.''
Bu kısacık şiir, Atatürk'ü, devrimlerini, ilkelerini ve hizmetlerini anlamaya başladığımın miladı oldu. Sekiz yaşında başlayan bu sevda, bende hep var oldu, var olacak. Ölünceye kadar, bu böyle devam edecek.
Bana, vatanımı, bayrağımı, cumhuriyeti ve Türk Bağımsızlığını anlatan ve O'nu sevdiren, Atatürk ilke ve devrimlerini anlatan öğretmenlerimi minnetle yadediyorum. Yine, bizleri aydınlatan, yazarlara, çizerlere, tarihçilere selam olsun diyorum.
Zafer günleri'ni yaşıyoruz. (29.Ağustos 2017) Yüreğinde, Vatan, millet, Atatürk sevgisi bulunan,cumhuriyet ve demokrasi aşığı olan ülkem insanlarına KUTLU Olsun.
Atatürk ve O'nun Silah ve Siyaset Arkadaşlarını minnetle, şükranla yadediyorum. (29.08.2017)
12 Ağustos 2017 Cumartesi
BEŞ TAŞ OYUNU
BEŞ TAŞ OYUNU
Yedi ve daha ileri yaştaki çocukların, genç kızların oynadıkları bir oyundur. Kuralları farklı olsa da, değişmeyen özellik, çay taşından seçilmiş, (Yoksa, şekilleri yuvarlak, başka taş da olabilir) bir buçuk santimetre kadar çapında, ''BEŞ TAŞ''la oynanır.
Malatya ve çevresinde, ''BEŞ TAŞ'' oyunu, genellikle iki kişi tarafından ve şöyle oynanır:
Oyunu, başlatacak kişi, avuç içine alınan, taşları, belli bir seviyeye kadar, havaya atar. Taşı atan elin, avuç içi (ayası) aşağıya döndürülür. Havaya atılan taşın, el üzeri ile tutulur. Sonra, tekrar havaya atılıp, avuç içine toplanır. Avuç içinde fazla taşı tutan, oyunu başlatır. (Anlatılanlar okurken, hayal gücünüzü kullanın veya oyunu, aşama, aşama oynamaya çalışın.)
Oyunu başlatan, (Buna ''ebe'' diyelim.) kişi, daha önce, hazırlanmış zemine, elindeki ''beş taşı'' saçar. Saçtığı taşlardan en uygununu, tek eline alır, kendi tasarladığı yüksekliğe, 'dört kez atar', taş yere düşünceye kadar, taşı attığı eliyle, yerdeki dört taşı, birbirine değdirmeden, tek tek toplar, avucunun içine alır. (Yakalama işi, iki elle olabilir. Oyunu bozan, kural dışı hareketler: Yerdeki taşın, taşa değmesi, ebenin eli, üzerinde çalıştığı,taştan başka taşa değmesi veya taşı düşürmesi, ebeyi değiştirir.)
Yerden ikişer taş alma: Ebe, beş taşı, mahir şekilde yere saçar. Uygun taşı, diğerlerinden ayırır ve uygun yüksekliğe atarak yerdeki taşları, kuralına uyarak, ikişer, ikişer yerden toplar.
Üçüncü aşamada, ebe yere saçtığı, beş taştan uygununu eline alır, havaya atar. Önce, tek taşı alır. Sonra, geriye kalan üç taşı, tek hamlede avuçyarak yerden kaldırır.
Dörtlü taş kaldırma: Ebe beş taşı yere serer, en uzaktaki taşı, eline alır ve uygun yüksekliğe atar. Havadaki taş düşerken, taşı yukarı attığı eliyle, yerdeki taşları, bir hamlede avuçlayıp yerden kaldırır.
Kaleden taş geçirme: Boştaki elin, orta parmağı, işaret parmağının üzerine alınır. Bu şekli almış iki parmakla baş parmağı, oyun zemininde, yarım ay şeklinde kale yapılır. Ebe eline aldığı beş taşı, kale yaptığı kolun üzerinde aşırarak yere saçar. (Rakip oyuncu, tek seferde, kaleden geçirilecek taşı belirler. Ebe, seçtiği uygun taşı, havaya atar. Taşı attığı eliyle, yerdeki taşları, birbirine dokundurmadan kalenin içinden geçirmeye çalışır. (Oyunun burasında, taşlar birkaç hamlede geçirilebilir ve kural dışı değildir.) Seçili taş tek seferde kaleden geçirildikten sonra, elde edilen puanı belirlemeye geçilir.
Ebe, eline aldığı beş taşı, belli bir seviyeye kadar yukarı atar. Taşlar yere düşmeden, iki elinin tersi ile, belli bir açıda birleştirir (Açı kavramını bilenler için, 120 derece kadar geniş açı yapacak kadar eller tersten birleştirilir ) ve düşmekte olan taşları tutar. Ellerin sırtında kalan, taşları yine yukarı atar ve avuç içine alır. Avuç içinde kalan taş sayısı kadar, sayı ( Puan ) yapmış olur.
Ebenin, yaptığı sayı hanesine yazılır ve ebe değişir. Kaç oyun oynanacağı önceden belirlenmişse, oyun, o kadar oynanır. Neticede, kurallara uygun toplanan taşlar oyunun galibini belirler.
Geçmişte, oynanan bu oyunu, meraklıları için kaleme aldım. ( 12. 08. 2017)
Mustafa KURT
( Biz çocukken )
24 Mayıs 2017 Çarşamba
BİR KAPI DAHA KAPANDI
BİR KAPI DAHA KAPANDI
Tren hattının yanındaki dar patikada, başım önümde yürüyordum. Ağlamam durmuş ama iç çekişlerim hıçkırığa dönüşmüş ve devam ediyordu. Ağzımda bir acılık, gırtlağım düğüm düğümdü.kaba yerlerimdeki sopa yerleri ağrıyor, sol kalçamdaki ağrı yürümeme engel oluyordu.
Küçücük yüreğimde fırtınalar kopuyordu. Utancı, korkuyu, endişeyi, hatta ölümü düşünmeyi aynı anda yaşıyordum. Aklıma gelip, yerleşen ölüm isteğimi kafamdan bir türlü atamıyordum. Hazır tren hattına yakın yürüyorken, gelen ilk trenin önüne atlayarak, hayatımı sonlandırma isteği, beni terk etmiyordu.
Bir yarmanın içinde geçerken, keskin düdüğünü çalarak hışımla gelen treni görünce, kendimi yarmanın duvarına yasladım, son vagon geçinceye kadar gözüm kapalı kaldım. Geçen trenin, posta mı, marşandiz mi olduğunu bile anlayamamıştım. Yani ölmekten korkuyordum. Yaşamak da,ölüm kadar beni korkutuyordu. Şu küçücük yaşıma rağmen, ne çileli bir hayatım olduğunu, ancak ben bilirim. Geleceğimin de bundan farklı olacağına inanamıyorum.
İkindi güneşinin kavurucu sıcağı altında yürüyordum. Alnımda süzülen ter damlaları gözüme akıyor, gözlerimi yakıyor, şakaklarımda süzülen ter damlaları boynuma,oradan da döşümden aşağı sızıyordu.
Bir hafta önce, tren hattının,kah traversleri arasında zıplayarak. kah rayların üzerinde denge tutarak, şarkı söyleyerek, ıslıkla melodiler üfleyerek keyifle geçmiş, saçımı, giysilerimi savruntusuna katan Posta Treninin yolcularına el sallamıştım. Oysa bu gün yol, bir türlü bitmek bilmiyor.
Nihayet Büyük Tren İstasyonu, Adana Tren Hattı derken, Hava İkmal Merkezinin nizamiyesinden sorunsuz geçerek, İdare Binasına vardım. Geçen gün geldiğimde, kaydımın alındığı masaya yanaşıp,masadaki adamdan kayıt dosyamı ( İçerisinde İlkokul Diplomam, Nüfus cüzdanımın ve aday başvuru formumun olduğu dosya ) utana, sıkıla rica ettim. Adam, nedenini sormadan, dosyayı getirip, önüme koydu. Dosyayı kapıp hızla oradan uzaklaştım. Geçen geldiğimde, bana torpil olacağını va'deden Taşkın Yüzbaşı'nın beni görmesini, görüp te, neden sorusunu sorduğunda, vereceğim cevabın utancını yaşamak istemiyordum.
Dönüş yolumda, gidiş yolum kadar sıkıcıydı. Eve ne kadar geç gidersem, o kadar iyiydi. Anama, bilhassa babama çok kızmış ve dargınlığı sürdürmeyi düşünüyordum. Çünkü canımı çok yakmıştı, hakaret etmiş ve,
''Çırak Okuluna göndermeyip, beni süründüreceğini söylemiş, hemen bu gün gidip, kayıt dosyamı almamı istemişti''. Beni, kızıl güneş altında, dökülen kıyafetimle. ( Yazı, yaban kıyafetiyle ) yola vurmuştu. Çaresizdim, babamın dayağından çok korkuyordum.
İlkokulu bu yıl bitirmiş ve on iki yaşındaydım.
x x x
Her sabah, babam bizleri kör karanlıkta seferber eder. İş paylaşımında fazla bir değişiklik olmaz.
Annem akşam sütlerini kaynatır, mayalar, kız kardeşlerim, bir kilometre ötedeki çeşmeye suya gider, erkek kardeşim kuzu gütmeye, ben süt koyunlarını gütmeye, babam bir önceki gün elde edilen ürünleri pazara götürmek için hazırlanır. Artık günün mücadelesi başlamıştır. Günün ilerleyen saatlerinde bahçe işlerine yönelinir. Bahçe tarımıyla yöreye uygun sebze, meyve, tahıl üretilir. Bizimki, ailenin ihtiyaçlarını küçük çapta karşılamaya dönük, çiftçilik diyelim.
Bu sabah, yine babamın, '' kalkın öğle oldu '' içtimasiyle, kör karanlıkta sürümü alıp, meranın yaylımı en bol ve en uzak yerlerine vardığımızda bile halen güneş doğmamıştı.
Zaten güneş doğup ta günün sıcak saatleri başlayınca, çobanın çilesi de başlar. Çünkü koyun kısmı sıcağa hiç gelmez. Başlarını birbirinin gölgesine sokarak, yumak olurlar. Çoban, kuşluk vakti erişince, kendine alıştırdığı baş koyunu gölgesine alır, diğer koyunlar da birbirinin gölgesine düşerek, çobanını takip edip, yatak yerlerine varırlar.
Yatak yerinde, bir koyunum çırpınmaya, kendini yerden yere atmaya başladı. Ağzında, köpük, burnundan salya sümük akıyordu. Koyunun öleceğini düşünerek, şehirden döndüğünü gördüğüm babama seslendim. ( Sürünün yatak yeri bahçemizin üst kısmındaki söğütlerin gölgesiydi.) ''Koyunlarımızdan birinin hasta olduğunu söyledim.''
Babam, henüz öğle uykusuna yatmamıştı. ( Çünkü her öğlen sonrası bir, iki saat uyurdu.) Babam zaman kaybetmeden geldi.
''Bana,koyuna no'ldu ?'', diye sordu. Koyunun gırtlağındaki hırıltının,boğazında bir şeyin kalmış olabileceğini düşündüğümden,
''Galiba boğazında bir şey kalmış,'' dedim. Yavaşça yanıma yaklaşan babam,
''Ya, demek boğazında bir şey kalmış, öylemi ? deyip bileğimden yakaladı. Hemen oracıktaki çoban sopasını aldı, Allah yarattı demeden, benim kaba yerlerime, baldırlarıma bacaklarıma ver etti sopayı.
''Hem koyunu vurup, öldürürsün, hemde boğazında bir şey kalmış diye uydurursun. Diyordu. Ve benim, ömrüm boyunca unutamayacağım, şu cümleyi sarf ediyordu:
''Keşke sen ölsen de, bu koyun ölmese.''
Ben yediğim dayağın acısıyla haykırıyor ve koyuna vurmadığımı söylüyordum. Beni ölü gibi öteye savurdu. Cebindeki bıçağı çıkarıp, koyunu kesti.
O koyunu ve ondan sonra ölen hiç bir koyunu vurarak ölümlerine sebep olmadım. Ama ona, bunu hiç bir zaman inandıramadım. Ağzından bir kez olsun,
''Canlıdır, ölebilir,'' sözünü duymadım. İşin tuhafı, babamın söylediklerine anam da inanıyordu. Babamın bizlere attığı dayağı hak ettiğimizi düşünüyordu.
Kestiği koyunu, gölgeye çekip yüzerken, bana bağırıyor.
''Bu gün, bu dakika, gidip o diplomayı ve nüfus cüzdanını getireceksin. Aksi halde seni bu eve gelmeye kurban ederim, ve seni asla okutmayacağım, seni ömrün boyunca bu koyunlara çoban edeceğim. Edeceğim ki, dünyanın kaç bucak olduğunu anlayasın. ( Ne demekse ? )
Babam, ikinci kez hayallerimi yıkıyordu. Birincisi, okul tatil olmadan, öğretmenimin beni Öğretmen Okulu sınavlarına sokmasına engel olmuştu. Hoş, tahsil hayatım boyunca daha nice engellemeleri oldu. Saymanın ne anlamı var. Ve ben, vücut sızılarım biraz azalınca, birkaç gün önce, sınavına girmek için aday olduğum, Hava İkmal Merkezi Çırak Okulu'ndaki dosyamı almak için aç, perişan yollara düştüm.
x x x
Mahallemizde, benden iki veya üç yaş büyük, üç ağabey, Çıraklık Okuluna gidiyordu. Bunlardan biri Devlet demir Yolları Çırak Okuluna, ikisi ise, Hava İkmal Merkezi Çırak Okuluna gidiyorlardı. Devlet, onlara dışarıda giymeleri için kurumun simgelerini taşıyan takım elbise ve şapka, atölyede giymeleri için, iş tulumu vermiş. Öğle yemeği ve bir miktarda harçlık cabası...
Komşularımız olan ağabeylerden, çıraklık okullarına, ''nasıl girilebilir ?'' soruma cevap bulunca, tam da bana göre okullar olduğuna karar verdim. Çünkü, benim kısa yoldan hayata atılmam gerekiyordu. Aksi taktirde, bir çoban olacağım korkusu, yüreğime oturmuştu.
İlkokulu bitirince, anama yalvar, yakar oldum. Çıraklık okulunun tam da bana göre olduğunu ve okula gidebilmem için, babamı ikna etmesini istedim. Sanırım babam, sağdan, soldan soruşturmuş olacak ki, ''peki'' demişti. Sıra, başvuru tarihini beklemeye kaldı...
Benim gözüm, Hava İkmal Merkezi Çırak Okulundaydı. İmtihan için, başvuru tarihini, komşu ağabeyler bana haber vereceklerdi. Ama bir sorun vardı. Okula, ne demek bilmiyordum ama ''Torpilli'' olanlar ( Sonradan öğrendim,adamı olanlar ) alınıyormuş diye, söylüyorlardı. Olsundu ben kendime güveniyordum. Bu okulun sınavını kazanacağıma dair inancım tamdı. Okullar tatil olmasına rağmen, kitap elimden düşmüyor, habire ders çalışıyor, çıkma olasılığı olan sorulara cevaplar buluyordum. Sınav iki aşamalıymış. Bir yazılı, bir de mülakatmış. O okulun öğrencileri olan ağabeylerden, neler sorulacağına dair bilgiler edinmiştim.
Nihayet, katılmak istediğim okulun, sınav başvuru tarihinin belli olduğu bilgisini alınca, harekete geçtim. Bana izin çıktığı gün, anamın çeyiz sandığında sakladığım diplomamı ve nüfus cüzdanımı alıp, sabahın erken sayılabilecek saatinde, bahçemizin hemen yakınında geçen, Diyarbakır tren hattına düşüp, İstasyon yönünde yürümeye başladım...
Yüreğimde tarifsiz bir coşku ve heyecan vardı.Gideceğim yol çok uzundu ama umutlarımın beni oraya taşıyacağına, yorulmayacağıma dair bir inanç vardı. Tren yolu boyunca, kah traversler arasında zıplayarak, kah açık kollarımla tren rayları üzerinde yürüyerek, şarkı söyleyerek,ıslıkla melodiler üfleyerek yürüyordum. Sizin anlayacağınız bu yolculuk benim için bir oyundan ibaretti.
Önce şehir tren istasyonuna, sonra Adana Tren Hattı boyunca yürüyerek, Hava İkmal Merkezinin Askeri Nizamiyesine vardım. Nizamiyedeki asker ağabeye, geliş nedenimi söyledim. Asker ağabey, benim izleyeceğim yolu iyice tarif etti. Bana tarif edilen yolu takip ederek, bir binanın açık kapısından içeri, ürkek adımlarla ilerleyerek, tabelasında ''Atölye Amirliği'' yazan, açık kapıdan içeri adımımı attım. Odada biri asker, diğeri sivil olan iki kişi, masalarında çalışıyordu. Ben odadan içeri girince, ikisi de başını kaldırıp bana baktılar. Önce,sivil olan bey,
''Hayırdır delikanlı ?'' diye bana sordu. Ben,
''Şey, ben okula kaydolmaya gelmiştim'' dedim, demesine ama heyecandan kalbim durayazdı.
''Şöyle yakınıma gel bakalım.'' deyip beni masasına çağırdı. Ve,
''Ne okuluymuş bu, söyle bakalım ?''
''Öğretmenim,çırak okuluymuş.'' dedim.
''Hah, öyle desene. Çok ta heyecanlısın. Korkmana hiç gerek yok.Neler getirdin bakalım ?'' diye sordu. Ben koynumda, bir beyaz kağıda sarılı diplomamı,fotoğraflarımı ve nüfus cüzdanımı çıkarıp, masaya bıraktım. Sivil Bey, ( İçimden, ona o adı takmıştım,diğeri içinde 'Resmi' ) bıraktıklarımı aldı. Önce nüfus cüzdanımı, sonra diplomamı inceledi. Ve,
''Ooo, aferin, pekiyi ile diploma almışsın.'' Dedi. Resmi olan kişiye,
''Komutan al bak, bu delikanlı bizim okula kayıt olmak istiyor.'' Komutan tekrar, çalıştığı defterden başını kaldırdı. İşaretle beni yanına çağırdı. Birkaç sorudan sonra,
''Mümin Bey, yapıver, çocuğun kaydını.'' dedi, sanki de beni başından savdı. Mümin Bey, bir deftere kaydımı aldı, bir aday numarası belirledi. Sonra da büyük bir sarı zarfa, diploma ve nüfus cüzdanımı koyup, hemen sağındaki dolaba bıraktı..
''Bu iş tamam delikanlı, falan tarihte gelip sınava gireceksin.'' deyip cümleyi bağladı. Bu sırada, Resmi komutan, ayağa kalkıp kapıya doğru yürürken,
''Gel bakalım aday öğrencimiz, seninle biraz gezelim. Hiç uçak gördün mü?'' Ben 'cık'layınca,
''Şimdi bir tane, sonra çok göreceksin.'' dedi. Uzun bir koridor boyunca yürürken, bir çok asker ve sivillerle karşılaşıyorduk. Herkesle, ismen selamlaşan komutan, bazen beni birilerine taktim ediyor. Yeni öğrencimiz,diyordu.( Sanırım işaretle, benim kim olduğumu soranlara cevap veriyordu.) Bu arada bana çeşitli sorular da soruyordu...
''Baban ne iş yapıyor, neyle geçiniyorsunuz, kaç kardeşsiniz ?'' vb, gibi. Ben sorulan her şeye cevap veriyordum. Bence bu da bir imtihandı. Sonra, ilk defa orada gördüğüm 'döner' cam bir kapıdan, uçsuz, bucaksız bir alana çıktık. Meydanda, şimdiye kadar, başımızın üstünde büyük bir gürültüyle geçen ve biz çocukların, ''Teyyare, dayımı bize getir,'' diye seslendiğimiz uçağın yakınında onu seyrediyordum. Komutanın tanıttığı uçağın, iki motorlu bir 'Taşıma' ( Kargo ) uçağı olduğunu öğreniyordum. Bu hava alanına, keşif uçaklarının, askeri uçakların indiğini ve şu hangarların içinde, onarımlarını bekleyen bir kaç uçağın olduğunu öğreniyorum. Tekrar binaya döndüğümüzde, büyükçe bir sınıfa benzeyen salonun önünde durduk. Komutan,
''İşte bu salonda imtihan olacaksınız, sen ilk öğrenci adayımızsın. Daha senin gibi çokları gelecek.'' diyordu. Ben öyle masum ve öyle safça,
''Ben çok çalışıyorum ama yine de korkuyorum.'' deyince, nedenini sordu. Ben,
''Buranın imtihanını daha çok TORPİLİ olanlar kazanıyormuş.'' deyince,
''O ne demekmiş, yani torpilli demek.'' Ne demekse benimde bilmediğimi söyleyince:
''O adamı olmak demektir. Korkma, imtihan günü seni bekliyor olacağım. Ben de senin torpilin olacağım.Ama çok çalış, öyle gel. Beni göremezsen, Taşkın Yüzbaşı'yı, senin kaydını yapan Mümin Bey'den sorarsın, o beni bulur. Haydi bakalım seni yollamanın zamanı geldi.'' deyip, benim ilk binaya girdiğim kapıdan çıkıp, nizamiyenin olduğu yere geldik. Bana eve nasıl gideceğimi sordu. Geldiğim yolu tarif edince, ''bu defa olmaz'' dedi, Taşkın Komutan, nizamiyedeki nöbetçiye beni teslim etti ve şu talimatı verdi.
''Şehre ilk çıkış yapan arabanın şoförüne benim emrim olduğunu söyle ve bu delikanlıyı, şehirde nerede isterse, orada indirsin. Olur mu ?
''Emredersiniz komutanım'', cevabını alınca,
''Haydi bakalım, delikanlı şimdilik buraya kadar, gene görüşeceğiz'', dedi. ( Ne yazık ki yüzbaşıyı bir daha görmek nasip olmadı ) Selama duran askerin selamını alıp, yürüyüp gitti. Nizamiyedeki nöbetçi, şehir yönüne giden bir aracı durdurarak, Taşkın Yüzbaşı'sının emrini, asker şoföre söyledi ve beni şoförün yanına oturttu. İki asker selamlaştı. Yaya olarak geldiğim yolu askeri bir araç içinde dönüyordum. Yol boyunca şoför hiç konuşmadı. Şehir meydanında inip, kalan yolumu güle oynaya tamamlayarak eve geldim. Çok güzel bir günün getirdiği mutluluğu yaşıyordum. Bütün olanları, birazda abartarak anama ve kardeşlerime ( Ne kadar anladılarsa ) anlattım.
x x x
Sevinç ve mutluluğum ancak bir hafta kadar sürdü. sonuç :
''Benim için açılacak olan kapı,açılmadan kapanmıştı.'' ( 24.05.2017 )
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)