18 Nisan 2015 Cumartesi

SUCEYİN KÖYÜNDE İLK GECEM

       


          ARAPKİR İLÇESİ SUCEYİN KÖYÜ YOLUNDA ve SUCEYİN KÖYÜNDE İLK GECEM

    Yıl 1970 Okulların açılmasına günler kala, naklen atandığım Suceyin Köyü İlkokulu Öğretmenlik görevime başlamak için yola çıktım. Dört saatlik yolculuktan sonra Arapkir İlçesine vardım. Eşya dengimi ve valizimi, Suceyinli Hüseyin Kırık' ın işlettiği otelin girişine bıraktım. Köye gidecek, birkaç köylünün de olduğu beni memnun etti. Otelin bitişiğindeki bakkal dükkanına buyur edildim.
    Ben, bana ısmarlanan çayımı yudumlarken, sayıları beş kadar olan köylüler de yanımıza geldi. Tanışma faslından sonra,bir diğer öğretmen arkadaşım Mehmet Beyin de, bu gün köye geçtiğini söylediler.
    O arkadaş ailesiyle,  kendi traktörleriyle köye geçmişlerdi. Köyün muhtarı da yanımıza geldi ve tanıştık. Muhtar Mehmet Özdemir. Hoş geldin faslından sonra , ''hocam inşallah köye birlikte gideceğiz'', dedi ve ekledi, ''Köye YSE şantiye kuracak. Köyümüzün yolları çok bozuldu, yolumuzu şöyle bir elden geçirecekler''  dedi. ( Bu elden geçirme işi tam iki ay sürdü ve şantiye elemanları köyün sırtında, tam bir saltanat sürdü.) ''Sen şöyle ilçeyi bir gez, zamanı geldiğinde biz sana haber veririz'' dedi. Avuç içi kadar ilçe, ne kadar dolaşabilirsin ki.
   Oteli karşıdan gören bir lokanta ve bitişiğinde de bir kahvehane var. Lokantada öğle yemeğimi yedim ve kahvehanenin önündeki çardağın altında oturdum ve şehirden aldığım gazetemi okumaya başladım.
   Gazeteyi reklamlarına varıncaya kadar okudum. Bizimkilerden hala hareket yoktu. Arada gördüğüm muhtara, ne zaman muhtar dediğimde, hemen hocam, az kaldı diyor geçiştiriyordu.
     Uzatmayalım, ikindi oldu, akşam oldu ve hatta yatsı ezanı okundu. Biz hala ilçedeydik. Neyi, niye beklediğimiz hakkında en ufak bir bilgiye sahip değildim. Çok sonra, köy yolunu yapacak paletli aracın çaya kavuşması hedefleniyormuş.
     Nihayet o yörede yük ve insan taşıyan ve adına pikap denilen, arkası tenteli küçük kamyonete doluştuk. Tabii ki eşyalarımızı da yükledik. Arabada benim yerim şoför muhaliydi.
     Mehtabı bol bir geceydi. Arabanın farları yolu aydınlatıyor, nedense çevreyi seyretmeyi engelliyordu. Birtakım virajlı, inişli, çıkışlı bir saatlik yoldan sonra, Şoseden ayrılan köy sapağına vardık. İlerde çalılıkların arasına park etmiş dozeri ve şoförünü gördük. Araba eğlendi, hepimiz indik ve birer sigara yaktık. ( O yıllarda sigara içiyordum )
     Yorgunluk gidermek için sağa sola volta atarken mevcut köylülerle sohbet etme fırsatım oldu. Karşımızda Eğnir Köprüsü, geldiğimiz yolun Divriği Yolu olduğunu ve kıyısında bulunduğumuz çayın Bırik Çayı olduğunu öğrendim. 20 . 25 km. yol geldiğimizi ve daha gidilecek 10 km. kadar yolumuz olduğunu öğrendim.
     Yol koşulları yüzünden araba gerekli hıza ulaşamadığından ağır gelmiştik ve ağır ( Yavaş ) gidecektik. Muhtarın, dozer şoförüyle konuşması tamamlandı ve anlaşma sonucuna göre, adının Mahmut Erdem olduğunu sonradan öğreneceğim bir vatandaşı nöbetçi olarak dozerin yanında bırakılmasına karar verildi. Dozerin şoförünü de arabaya alarak, geriye kalan yolumuza devam ettik.
    Gene aynı şekilde, bazen virajlı, bazan yokuş, bazen inişli yollardan ve gene çevreyi seyretmeden yol aldık. Yol ayrımından 5 km. kadar sonra, pikabın sürücüsü ''hocam, Suceyin buradan başlar'', dedi. ''Burası Akkaya Mezrası ve daha köy merkezine 5  km.kadar yolumuz var'', diye söyledi.
     Muhtarın evi  köyden berideydi, Muhtar, misafirini ve eşyalarını alarak arabadan indi ve bizi iyi dileklerle uğurladı. Çok geçmeden, şoför, ''geldik hocam''. diyerek, frene bastı. Ayağımı yere attığım anda, okul binasının önünde olduğumuzu anladım. Arabanın diğer yolcuları da indi ve kendi eşyalarını bıraktıktan sonra benim eşyaları da okulun girişine taşıdılar. Bizi getiren arabanın şoförü, her birimizle tokalaşarak, gideceği yolu tuttu.
      Beraber geldiğimiz ve adının ''Mehmet Ali Özbek'' olduğunu söyleyen arkadaş, ''hocam bize gidelim. Yarın sabah belikte geliriz. Ama seni biraz yaya yürüteceğiz'',dedi. Arabadan indirdiği bagajı tam almıştı ki, elinde el feneri olan bir şahıs bize doğru geliyordu. Sesinden anladığı köylü gence ( Birlikte yolculuk ettiğimiz Mehmet Ali 25 yaşlarında kadardı, Diğer üçü de öyle,hatta daha gençlerdi. Hoş bende Yaşlı değildim. Bende 23 yaşında kadardım ve bu yıl görevdeki üçüncü yılım olacaktı. Bundan önceki iki yılımı kesintisiz vekil öğretmen olarak tamamlamıştım. )  ''Memet Ali, hoş gelmişsiniz, yanındakiler kim'' ?  (Hem yürüyor hem konuşuyordu ) diye sordu. Daha cevabını almamıştı ki yanımıza geldi. Mehmet Ali'nin ve diğer iki şahsın ellerini sıktı. Sıra bana gelince Mehmet Ali, ''köyümüzün yeni hocası dedi.'' Sonradan adını öğrendiğim ve çok yakın dostum olacak  Bekçi Ali idi .Bekçi Ali, samimi bir şekilde elimi sıktı ve hoş geldin dedi.
   Mehmet Ali, ''Bekçi Amca, ben istiyorum ki hocayı bizim eve götüreyim,'' diyince Bekçi Amca'  itiraz  etti ''Olmaz  dedi, sizin ev çok uzak, hocamı ben misafir ederim:'' dedi. Yol arkadaşlarımla vedalaşıp, Ali Efendinin gösterdiği yola koyulduk. Çok ta gitmedik. Küçük bir rampayı çıkarken,
     ''Hocam, damda mı yatarız yoksa içerde mi ?'' diye sordu. Ben ,çiftçi ve çoban bir ailenin çocuğuydum. Damda yatmanın ne kadar zevkli olduğunu biliyordum ve kararımı söyledim.
Bir küçük sekinin üzerine çıkmıştık ki, ''geldik hocam,'' dedi, Ali Efendi, dam loğunu  ( Loğ, büyük taş silindir. ) göstererek, ''hocam sen biraz otur, hemen geliyorum,'' diyerek yanımdan ayrıldı. Ben loğun üzerine oturdum, bir sigara yaktım. Çakmağın ışığında baktığım saat, neredeyse 24.00' ü gösteriyordu.
   Biraz ilerde el değirmeni sesi geliyor ve bir pikapta o yıl moda olan Ali Kızıltuğ' un '' Dam üstünde çul serer '' adlı plağı çalınıyordu.
     Çok geçmeden Ali Efendi yatak dengiyle göründü. Arkasında da bir bayan, elinde bir tepsi tutuyordu. ( O bayan ki sonraki yıllarda bizlere bacı kadar yakın olmuş Hatça Yenge' ydi.)  Ali efendi yatağı yaydı, Hatça Yenge, ''anam açsındır, bir şeyler ye ki uykun gelsin'', dedi ve elindeki tepsiyi serilen yatağın yanına bıraktı. Sofrada bir tabak yoğurt, bir dalak bal ve yeterinden fazla ekmek vardı. ( Bu gerçekten bir gönül zenginliği idi. Çünkü, o aileyi ve köyün diğer ailelerini tayınca, gönül zenginliği bu olsa gerek diye düşündüm.
     Yoksulluğu kıracak, gurbetin dışında bir kaynak yoktu. Köyde yalnız aile tarımı yapılacak kadar, ''öküz dönmez'' ve bayır, bacak küçük bahçe ve tarlacıklar vardı. Elde edilen ürün, ancak ailenin günlük veya kilere bırakacakları birer avuç zahire, hububat ve kurutulmuş sebze ve meyvelerdi. Sadece bazı ailelerin birer ağaç cevizleri vardı.
    Sonraları, bazı uyanıklar köye dadandı, ucuz pahalı demeden, kütük ( Tomruk ) alıcıları, köylünün elindeki yegane serveti olan cevizlerini satın aldı. Hayvancılık dersen o da hakkıyla yapılamıyordu. Çünkü yazın iyi kötü, köy çevresinde otlattıkları hayvanlarını, uzun süren kış günlerinde besleyecek hayvan yemi tedarik edilemiyordu. Yani hayvancılık ta yeterince yapılmıyordu. Sonuçta bu köylülere çiftçi de diyemeyiz.
  Yoksulluğun en belirleyici örneklerinden biri de, mezralarda gelen ve öğlen yemeğini okulda yemek zorunda kalan öğrencilerin, aralarında bazen dolaşarak onlardan ne yediklerin sorduğumda, genellikle ''çökelek çomağı, öğretmenim'',derlerdi. Hiç bir besin değeri olmayan çökelek,ısıtılmış ekmeğin arasına sıkıştırılır ve rulo yapılır. İşte o meşhur çökelek çomağı, o yavrularımızın öğlen yemeğiydi, Belki dostlarım bana darılacak ama gerçekler de inkar edilemez. ''Elde yok, avuçta yok'', böylece üstte yok ayakta yok, dahası tasta  ve tavada da olamazdı.
    Güz sonuna doğru, köyün eli iş tutan erkekleri, ver elini gurbet derdi. Genellikle İstanbul'a gidilirdi.
    İstanbul' da bekar odalarında kalırlar. Gündüzleri hamallık yaparlardı. Çok azı pazarcılık, iş yeri bekçiliği yapardı. Oralara bağlanamaz, iş, güç çıkınca köyüne döner, getirdiği kazancı ile geçinmeye çalışırlardı.
      Geriden gelen bir kuşak, babalarının yanında gurbete çıktı ve orada kalıcı işlere girdiler, ya da köyden daha önce çıkmış ve iş tutmuş kimseler, köylerinden gelen gençleri sahiplendiler. Ya kendi alanlarında iş edinmelerini sağladılar yada çevrede ve kendi gözleri önünde bulundurulacak işlere yerleştirdiler. Bu sahiplenme duygusu öyle yerleşti ki, köyden giden ve ailesini yanında götürenlere hemen iş ve barınak buluyorlardı.
     Gurbette ayakları yer tutan köylüler, çocuklarını okuttu. Şu son yıllarda yüzlerce Suceyinli ya yüksek okullarda mezun, ya da tahsile devam aşamasında. Yani köyün makus talihini yendiler. Şimdilerde göç vermiş köyün nüfusu 100 den fazla değil. İster köyde kalanlar, isterse gurbette olanlar, gül gibi geçinip, gidiyorlar. Yazın köylerine tatil için dönenlerin sayısı hiçte küçümsenmeyecek kadar çoktur. Aldığım duyumlara göre, yazın köy cıvıl cıvıl oluyormuş. Artık herkesin yüzü güldüğüne göre bizlerde mutlulukta payımızı alıyoruz.)
    Karı kocanın yanlarında getirdikleri nevaleyi yedikten sonra, iyi geceler deyip ayrıldılar. Ben de soyunup yatağa girdim. El değirmeninin sesi sanki, ninni olmuştu. Hemencecik uyumuşum.
    Sabah bir uyandım ki ne uyanayım. Dağlarla kuşatılmış bir çanaktaydım sanki. Zamanla adlarını öğrendiğim, güneyde Kızılkaya,kuzeyde Karakaya,doğuda Hamzatdal,batıda Yığma tepeleri ile çevrili bir kuşatılmışlık içindeydim.
    Benim yataktan kalkmamı bekleyen Hatça Yenge, ''daha ne yatıyorsun hoca,gün kuşluğa döndü'' diyerek alaylı alaylı gülüyordu. Gerçekten, güneş bayağı yükselmişti. Yatağın içinde elbiselerimi giydim. Ayaklanmıştım ki Bekçi Amca geldi. ''Hocam kahvaltı yapalım'', dedi. Ben, ''daha sonra'' diyerek, ''okulun oraya inelim'' dedim.
     Birlikte okulun olduğu yere indik.



Mehmet Hoca, okulun önünde kendisini traktörle Suceyin' e getiren ağabeyini yolcu ediyordu. Selamlaşıp hal hatır ettik. Mehmet Beyle, maaşa geldiğimiz bir aybaşında tanışmıştık. Yolcusunu savdıktan sonra, bizi evine buyur etti. Yenge hanımın hazırladığı kahvaltıyla karnımızı doyurduk.
Bir gün sonra da benim bekar olduğum hasebiyle, lojmana yerleşmeme kararı verdik. Mehmet Bey köyde bir eve yerleşti, ben de lojmana. ( Hasan Bey isminde bir arkadaş daha atandıysa da köyde kalmadı, gitti. Bir daha da gelmedi. Bir iki ay sonra, Ali Güner Bey geldi. Mehmet Epik Bey'le dört yıl Ali Güner Bey'le yedi yıl birlikte çalıştık. Sonraki yıllarda, Şenay Hocanım ve Cezminur hocanımlarla birlikte çalıştık. Ama ne çalıştık, çokta başarılı olduk. Köy, bizlerden önce öğretmenlerin kadrine uğramıştı. En acısı neydi biliyor musunuz ? Ben 4 ve 5.sınıfları okuturken haftanın iki günü hece ve cümle çalışması yapmamdı.)
Tekrar başa dönecek olursak, Mehmet Hoca'da kahvaltı yaptıktan sonra fiilen köyde göreve başlamış oldum. O yıl nişanlandım yazına evlendim. İkinci görev yılımıza geldiğimizde evliydim.
Meraklısına, Suceyin Göldağı' nın kuzeyinde kurulu bir dağ köyüdür. Güneyden başlayarak doğuya doğru bir yay çizen bir vadidir. Vadini tabanı da, iki koldan gelen Suceyin ve Bırik Çayları, Çayların suyu yaz mevsiminde çok azalır. İki koldan gelen çay, Kalecik denilen Mezranın hemen önünde birleşerek yollarına devam ederek, Kozluk Çayına karışır. Vadi tabanı ile tepesi yer yer 300, hatta 500 metreye kadar çıkar. Yamaçların eğimi yerer 30 derecelik açı yapar. Yani eğim fazladır. Köyün merkezi toplu yerleşim alanıdır. Merkezin dışında, Kızılca, Taş Köprü, Kalecik, Satogiller, Akkaya ve Yamangiller Mezraları vardır. Bunlardan başka, yukarı çıkıldıkça ve aşağı inildikçe bahçelerin üzerine yapılmış evlerden oluşmuştur ve baştaki ev ile sondaki ev arasında 7,8 km. lik bir mesafe vardır. Köy yol, okul ve elektriğin dışında devletten tek yardım almamıştır. Köyü Kalkındırma Deneği, köyün içme suyu şebekesini.PTT şubesini, Cemevini, aşhaneyi, gasil haneyi, sağlık evini kendi imkanlarıyla yapmıştır. Sözünü ettiğim sosyal tesisler, şebeke suyu, elektrik, bizim görev yaptığımız zamanlarda yoktu.
Eksiklerimin çok olduğunu biliyorum, yeri geldikçe yazacağımı bilmenizi isterim. Sorularınız ve eklemek istediğiniz varsa, bana iletin, ilave etmeye çalışayım, ya da yorumlarınızla ilaveleri sizler yapın. Hemen şunu da belirteyim: Sonraki yıllarda köyümüz daha iyi hizmet alsın diye köy iki isme bölündü. Birisi Suceyin, diğeri Yeşil Yayla. Hizmet aldılar mı bilemem. Şimdilerde köy olmaktan çıktılar.Malatya Büyükşehir olunca, her iki köy de Arapkir'in birer mahallesi oldu. Bedava içtikleri sulara sayaç taktılar. Artık kendi olanaklarıyla getirdikleri suyu parayla içecekler. Sabrınıza sığınıyorum.
Konuyu fazla dağıtmaktan korktuğumdan, şahıslara fazla yer vermekten kaçındım.Ne var ki ,isimlerini zikrettiğim, Otelci Hüseyin Amca  Bekçi Ali Amca, Eşi Haça Yenge, Mehmet Epik Hoca ve sevgili eşleri ve Muhtar Mehmet Özdemir rahmetli oldular. Göçüp gidenlere Allah'tan rahmetler diliyorum.
MUSTAFA KURT
Suceyin Eski Öğretmeni

EYLÜL SONU

KARALAYIP DEFTERİMİN ARASINA BIRAKTIĞIM BAZI ŞİİRLERİM BUGÜN BANA ŞAİRMİŞİM GİBİ DUYGULAR YAŞATIYOR.İNANINIR MISINIZ?ÇOĞU ZAMAN ACABA BU ŞİİRİ BEN Mİ YAZDIM? DİYE TEREDDÜTTE KALIYORUM.İŞTE ONLARDAN BİRİ DAHA SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTEDİM.
EYLÜL SONU
Göçmen kuşların gittiği,
Ama benim hiç görmediğim.
Uzak diyarlara türkü söyledim.
İçinde aşk vardı.
Buram buram özlem vardı.
Bir sen yoktun,
Bir de pınarları kurmuş,
Gözlerimde yaş.
Mustafa Kurt MALATYA

DOSTLARIM

SEVGİLİ SUCEYİNLİ VE YEŞİL YAYLALILAR BU GÜNKÜ PAYLAŞIMIMI 1970'Lİ YILLARDA BENİM DOSTLARIM OLAN, SİZLERİN DE DEDESİ, BABASI, AMCASI, KİRVESİ, KAYIN PEDERİ OLAN BİRÇOK KİMSENİN İSİMLERİNİ LİSTELEMEYE ÇALIŞACAĞIM. BÖYLECE SİZ YAKINLARINIZI, BEN DE DOSTLARIMI YADETMİŞ OLACAĞIM. BU LİSTELEMEDE, KÖYLERİNİZİN O GÜNKÜ HANE SAYISI ORTAYA ÇIKMIŞ OLACAK. LİSTELEMEYE, AKKAYA' DAN BAŞLAYACAĞIM. İSİMLERİNİ UNUTTUĞUM DOSTLARDAN ŞİMDİKTEN ÖZÜR DİLİYORUM. AYRICA SIRALADIĞIM İSİMLERİ LAKAPLARIYLA BİRLİKTE YAZACAĞIM. LAKABINDAN UTANANLARDAN DA ŞİMDİKTEN SÖYLEYEYİM HİÇ KUSURA BAKMASINLAR, GERÇEKÇİ OLMAK ZORUNDAYIM. AYRICA İSİMLERİNİ BİLMEDİĞİM HANIM YENGELERİMDEN DE ÖZÜR DİLEMEK İSTİYORUM. O GÜNÜN ÖĞRENCİLERİNDEN İSİMLERİNİ UNUTTUKLARIM DA KUSURA BAKMASIN. ÇÜNKÜ AKIL DEFTERİM O KADAR YÜKÜ KALDIRAMAMIŞ OLABİLİR. BİR DE SİZLERDEN RİCAM, EŞİNİZE DOSTUNUZA SÖYLEYİN YA DA PAYLAŞIN. BU LİSTE HEPİNİZDEN BİR PARÇAYI İÇİNDE BARINDIRMAKTADIR.
HAYDI BAKALIM, AKKAYADAN BAŞLIYORUZ. EKSİKLERİNİ SİZLER TAMAMLAYIN.
Akkaya' dan Yaman gilin Sarı Hüseyin Yaman Oğulları:Ali, Mehmet ve  Celal. Bu aileden bize üç öğrenc gelirdi, A. Rıza, Muharrem ve  Gürsel .
Rus Ali' nin oğulları Cuma ve Mustafa Kuru, Cuma' nın üç oğlunu biz okuttuk. Sadık,Hüseyin ve M. Ali. Mustafa'nın bir oğlunu hatırlıyoru ,sanırım Abidin' di.
Cumugun Oğlu İmam Metin, iki oğlu Abidin ve Hasan'  hatırlıyorum,
Musa Dayı ve oğlu Ali, Alinin iki oğlunu hatırlıyorum. Hüseyin ve Sadık metin,
Koca Ali Canlı, Oğlu Yüksel vardı, ikide kızı vardı.
Kel Turan Şahin, çocuklarını hatırlamıyorum.
Kurugillerden. sanırım yaşlı bir Rıza Amca vardı. Oğlu Hüssük ( Hüseyin) Kuru. Hüssügün oğlu Ali Kuru öğrencimizdi.
Feyzullah Kuru, Muharrem Kuru ve eşi Melek Kuru. Kızları okula gelirdi. Zülfikar Kuru, oğlu Cırıt Hüseyin'i çok sonra tanıdım.
Şimdi Lakabını hatırlamadığım Mustafa Demir. Eşi Güllü vardı. Hüseyin ve Hasan öğrencimizdi.
Yukarda Karacanikler vardı. Halil Karacanik, bir oğlu, sanırım Hüseyin öğrencimizdi.
Haphap Memet Canlı, oğlu Reşit, kızı Hüsnüye öğrencimizdi.
Karşıda Cumuk Dayı vardı. Oğlu Ali ve Hüseyin Metin. Cumuk Ali'nin oğlu Ahmet ve kızı Ayfer öğrencimizdi.
Kurugilden birisi daha vardı sanırım ama kimdi hatırlamıyorum.( Sanırım, Güzel Kuru, Eşi H. Hüseyin Kırık' ın Kızı )
Kalecik'e inelim. Çolakgilin Muzzik Memet Amca , Oğlu Celal ve Muharrem Çolak Celal'ın oğlu Hakkıy'ı hatırlıyorum.
Hasan Çolak,oğulları Sani ve Kardeşi Gazi öğrencimizdi.
Aziz Çolak,Oğlu Ali' hatırlıyorum.
İbrahim Çolak
Gülşah Teyze'yi Hatırlıyorum.Torunu S.Zeki'yi tanıyorum.
Sakallı'nın oğulları Seyfettin ve Muharrem Taşdemir. Muharremin oğlu Sahip ve bir kızı öğrencimizdi. Muharem'in eşi Menekşe Yenge'ydi.
Mıllagilin Hasan Dayı, oğlu Hüseyin, Zülfikar, Nesimi Taşdemir, O ailedeki çocuklar,Hüseyin'in oğlu,Ali İhsan ve
Abidin,Zülfikar'ın oğlu M.Rıza, Nesimi'nin oğulları Hürşehit ve Muharrem.
Gırıgiller' deki babayı hiç tanımadım,oğulları Deniz ve Mahir çok sonra tanıdım. Anneleri Çivi Bektaşın kızı. Soyadları Kavi
Orada ayrıca Bir dul bayan vardı Sanırım Rıza Taşdemir'in eşi Hatun'du. Hüseyin isimli çocukları, öğrencimizdi.
Çivi Bektaş Amca ve oğlu Ali'yi hatırlıyorum.
Küllü Mehmet, o yılların bir bölümünde köyün efsane muhtarıydı. Muhalifleri beğenmeye bilir ama iyi bir muhtardı. Eşi Tamo Yenge, oğulları Kamber ,Ali ve Hüseyin. İki de kızı olduğunu biliyorum. Soyadları Özdemir. Küllünün babası Ucuf Hasan Dayı' yı nerdeyse unutuyordum.
Coliğin Değirmeni'nin karşısında derede, Hılıgın Oğlu Hüseyin Delikkaya, oğulları, M. Ali, Ali İhsan ve Celal vardı. Ali İhsan ve Celal öğrencimizdi.
Gelelim Yamangillere: Gıççı Hasan Dayı, eşi ve oğlu Dursun Yaman
Yappıdı İsmail Dayı, eşi ve Oğlu Abdullah,Abdullahın oğlu Ali Yaman.
Gago Hasan'ın oğlu Aziz Yaman ve eşi. Sanki bir kızı okula geliyordu.
Çonoğun Oğlu Memet, eşi ve çocukları. Bir kızı okula geliyordu.
Ahmet Sağır ve annesi.
Navruz ve kızları. Kızlar öğrencimizdi.
Komönünde:Muhtar M. Ali Bakır: eşi Meral yenge, oğulları Ahmet, Alaaddin, Muharrem, İsmail ve Behzat Bakır.
Hüseyin Bakır, oğlu Kahraman. eşi Kahraman'ın oğlu Adil ve Muharrem, kızı, Neriman. Muharrem ve Neriman öğrencimizdi.
Mecit Metin, oğulları Celal ve Hasan Metin. Kızları: Gülşen, Şazimet ve
Dilşat,öğrencimiz oldular.
Sünnetçi Memet Bozkurt, Oğlu A. İhsan, Kızları Fatma, Gülay, ( Gülay'ın isim babası benim.) Bir kızı daha vardı ismini hatırlayamadım. Eşi Sultan.
Ali Türkan(Bey Dayı) Karısı Hüsne Teyze,oğulları Sadık ve Dursun.
Bir Hüseyin Amca Daha vardı,Sanırım soyadı Bakır'dı (Hanımın Oğlu Olabilir)eşi ve kızları.
Ali Metin (Cinali) Hanımı Güllü(Gülistan) oğulları Sadık,kızları Satı ve Nazik.Çocukları öğrencilerimizdi.
Cellogilin Hüseyin Amca,eşi veOğlu Muharrem ve onun eşi.Soyadlarını bilmiyorum.
Süleyman Kırık (Deli Sılo) karısı Satılmış ve H.HÜseyin Kırık'ın Annesi Meyrem,Satılmış Teyze'nin oğlu ki ben onu hiç görmedim,O'nun oğulları Ali ve Murtaza'yı tanıyorum.Anneleri Kıymet.
Cellogillin Yusuf,eşi Hatice,oğlu İlyas öğrencimizdi,
Longonun Oğlu Mustafa Delikkaya,kızı Diber ve oğlu Ali öğrencimizdi.Okula gelen küçük bir kızı daha vard.
Şeyh Hüseyin Elhan,oğlu Kuzu Beyi Ali ve Mustafa,Ali'nin Oğulları Selim ve İlyas.
Kuruk gilin Ali Oral,Eşi Hatça,Oğulları;Zeynel,Battal,Hasan Naki ve kızları Zülbent.Battal ve Hasan öğrencimizdi.
O Arada Cumo eşi,ve oğulları Muharrem vardı..
Keloğun Oğlu Hasan Özçelik,oğlu,Celal Özçelik,Celalın Karısı Satı (Pıtı Yenge) çocukları,Hatice,Hüseyin veNihat.Hatice ve Hüseyin öğrencimizdi.
Aloun Memet eşi meyrem,oğulları Kadir.
SarıGelin Teyze,Sanırım adı Zeynep'ti,Soyadları Oral olsa gerekti.Oğlu Mehmet.kızları Sultan,Fatma ve Songül'dü.
Sülükgilin Süleyman Akşahin Karısı Meyrem,Çocukları Hüseyin,Turgay ve Sanırım Musa'ydı.Turgay' okuttuk.Şevki Akşahin,sonradan eklendi
Dolma'nın Oğlu Şeyho,soyadını bilmiyorum.
Kulunk Hüseyin Oral,oğulları İmam ve Battal Yaman'ı tanıyorum.Üç kızını biliyorum,büyük olanın ismini hatırlamıyorum.Cafer ile evlenmişti.Diğer kızlar,Tamam ve Çiçek'i.Yanılmıyorsam Kulunk dayımın bir oğlu da bir kuyuda boğularak rahmetli olmuştu.
Çaput Ali İlyasoğlu,Karısı Gülizar,Oğulları Abdullah,İlyas ve Haydar'I biliyorum.
H.Mehmet Metin,Karısı Çeşminaz ,Oğlu Ali ve kızı Aydoğan Öğrencimizdi.İki Kızları daha vardı,Yeter ve Zeynep.Çaput Alinin İki Kardeşi Ahmet ve Hüssük Metin eşleri ve çocukları..
Hayatgilin Fedi Halayı unutamam.Oğlu Ali Yusuf ve Hikmet vardı.
Aluğ Meyremmin Oğlu Sadık Küçükkaya(Eğitmen)Karısı sanırım Zeynep.Oğulları Celal ve Hayri.
Aluğun Oğlu Hüseyin Küçükkaya,eşi Eşo Yenge Oğulları Ahmet Eşi Suna.Kızları Lutfiye ,Aliye,Meyrem (Gülkız) veSakine.
Lakabını bilmediğim,Totoz Sadığın babassı Hacı Metin,eşi Güllüğan,Oğulları Sadık ve Abdullah.Sadık'ın eşi Dürdane,çocukları.H:Hüseyin,Behzat Nevzat, Muharrem,iki de kızları vardı.İki oğlan ve bir kızı öğrencimizdi.
O arada Hüssük dayı ve karısı Yetik vardı.Oğulları İsmail ve Selahattin'i tanıyorum.
Gazete Ali,Soyadı herhalde Metin' idi .Oğlu Mehmet ve bir kızı öğrencimizdi.
Kürt Haydar ve Eşi.
Kürt Hassey(Hasan) Karısı Kenan Amcanın kızı.
Ellezgilin Cuma,Karısı Hatice,Oğulları Arif.Bir kızı Hamzagilin gelini.
Memo Dayı (Mehmet Metin)Eşi Bağdat Yenge,oğulları Yusuf,Yusuf'un karısı Zeynep,çocukları,İsmail ve Satıgül.öğrencilerimizdi.Ali ve Hasan Metin'di.Hasan Metin'in oğlu Bülent biz köyde iken vardı.
Tottora Sadık ve eşi,oğlları Hüseyn'i biliyorum.
Kara Kıymatı ve oğlu Fini Mehmet.Mehmet Sarıgelin'in kızı Songül ile evlendi.sanırım,Mehmet'in bir erkek kardeşi daha vardı.Kız Kardeşi Celal Özçelk'in eşi.
Mehmet Yılmaz(Hasta Memet)Sonra Taş Köprü'ye Taşındı,Oğlu ve kızı öğrencimizdi.
O arada bir aile daha vardı ben onları sanki tanıyamadım.Adam gurbetçi olduğu için karşılaşmadık.Sanırım spastik bir çocukları vardı.Adamın adı:Hüseyin olabilir.
Sıra Meşhur Erkek Emmi'de Mehmet Ali Oral,eşi Hanife Teyze.Oğulları:Hüseyin,Muharrem ve Fikret.Hüseyin'in oğlu Sadık ve Muharremin kızı,sanırım Zeynep,öğrencilerimizdi.
Hoca'nın Kızı Sultan(Deli)kardeşi Niyaz'iyi biliyorum.
Tekrar geriye dönelim.Kürt Şeyho'nun oğlu Efe Hüseyin Duman,eşi Altun ve çocukları.Kızları Fatma okula gelirdi.
Kibar'ın Oğlu Hüseyin Ağgül,çocukları:Metin,Mehmet va Abdullah.Mehmet ve Abdullah öğrencilerimizdi.
Abidin Erdem eşi Eşi ve Annesi, o zaman küçük olan çocukları.Fırça Dayım,Hüseyin Şahin.Çocuklarından biriyle bu yıl tanış olduk.Sazıyla sözüyle o bir ozan.(İyas Şahin)
Bu arada Sülükgilin Haticenin Oğulları:Mustafa,Ali ve Hasan.Hasan' nın olsa gerek,bir kızları öğrencimizdi.Sanrım Adı Şazimet'ti.Kamber Ali'nin yeğeni.
Depecek Hasan,karısı çocukları.Bir oğulları Nevzat Öğrencimizdi.
O arada Kürt Sılo(Süleyman Ağgül)Kibar Teyze,oğulları M.Rıza ve Remzi Ağgül eşleri ve çocukları.Her iki kardeşin çocukları bizde okuyordu.
Ali Rıza Erdem'in Eşi Tamam,çocukları Cuma;Mahmut Selahattin,Rıza.
Sucu(Adını Bilmiyorum)eşi ve oğulları Abbas'ı biliyorum.Abbas Öğrencimizdi.
Öküz Sato,Sadık Taşçı oğlu Ali.Ali'nin oğlu Abidin.Sato Dayınını eşini tanımıyorum.
Kenan Amca Kenan Taşçı ve oğulları.Dört Oğlu'nu Biliyorum.Yalnız Mustafa ve çocuklarını iyi tanıyorum.Mustafa'nın çocukları öğrencimizdi.Yusuf,Ali ve İsmail.
Abado Eşi ve çocukları,oğlu okulumuz öğrencisiydi.
Cemcem Ali Dayı ve eşi,oğullarını tanımıyorum,Ayrıca babalarını tanımadığım Colik dayımın yeğenleri Hasan ve Yahya onların çocukları.Çocukları öğrencimizdi.Ali Kırık Satıgül ve Sevim.
Kambergilin Kamber Özdemir,eşi kızı Behice ve oğlu Metin.Behice öğrencimizdi.
Kamber Ali Özdemir ,eşi Fadime Yenge.Çocukları Satıgül,Hüseyin,Metin ve Zeynep.Satıgül,Hüseyin ve Metin,Okulumuzun öğrencileriydi.
Kambergilin Hasan,annesi ve eşi.
Zeycan Teyze ve oğlu Muzaffer Kırık.Muzaffer'in birkızı ve oğlu Ezel kırık öğrencimizdi.
Hallo Dayı,Halil Özdemir ve çocukları,bir kızı hep hatırımda sanırım adı Gülüzar'dı ve diğerleri.
Ucuf Ali özdemir,eşi ve oğlu Mehmet ve bir oğlu daha vardı.
O arada Ucufun Kızı Fadime,oğlu Veli ve Onun eşi.
Ucufun Oğlu Ahmet ,İlyas ,İlyas'ın oğlu M.Rıza Öğrencimizdi.
Yukarıda Pırna Kemal Elhan ve eşi,çocukları Müslüm ve kardeşi Resul öğrencimizdi.
Yahya Metin ve çocukları.Oğlu Ahmet öğrencimizdi.Pir Ali Metin ve eşi.Oğlu İsmail öğrencimizdi.
Colik Hüseyin Kırık Amca,eşi oğlu Sadık ve Sadık'ın kızkardeşleri.
Aslan Baba,Hasan Arslan,eşi ve oğulları.
Doktor Hüseyin Arslan ve çocukları:Kamal,Gürdal,Ali,Yücel.Doktorun İkide kızı var,büğüğününü pek tanımıyorum.Küçüğü Nezahat.Gürdal,Ali ve Nezahat Bizde Okudular.
Şevki Arslan eşi ve çocukları.Erdal'ı biz okuttuk.Celal ve Güral.
Niyazi Arslan,eşi ve çocukları.
Mehmet Ali Arslan eşi ve çocukları.
Kayıplı'da Hüseyin Mercan ve eşi,oğulları:Ali,Ahmet ve İbrahim.İbrahim Mercan'ın Üç çocuğu,Sultan,Aysel Ayten ve Hüseyin Öğrencilrrimizdi.
Kolcu İbrahim,eşi ve çocukları.Oğullarından Hüseyin ve Mehmet'i tanımıştım.
Rus Ali ve eşi.Oğulları Cuma ve Mustafa vardı.(Akkaya'da oturuyorlardı.)
Hamzagilde,Otelci Hüseyin Kırık Eşi FındıkYenge.Oğulları Muharrem ve eşi.Haydar ve eşi.Bir de Zeki.Zeki öğrencimizdi.Muharremin eşi Küllünün Kızı,Haydarın eşi ise Ellezgilin Cuma'nın kızıydı.
Küçük Hüseyin Kırık ve eşi.Oğlu Sadık öğrencimizdi.Hatırladığım kadarıyla okula gelen bir kızları vardı.Büyük kızı Kulunk Dayımın geliniydi.
Taş Köprü'de Turan'ın oğlu Mehmet Özbek eşi Muhteber ve çocukları.Meliha ve Mustafa Meliha okula gelirdi.
Şakir Özbek,eşi Gülizar ve çocukları,Hasan ve Talip.Hasan okulluydu.
Ali Yılmaz eşi ve çocukları.Oğlu Abidin okula gelirdi.
Sıra Kızılca'ya geldi.
Kurukgilden Abdullah Oral ve oğulları.
Halil Oral eşi ve çocukları.Hakkı ve Ali öğrencilerimizdi.İki kızını hatırlıyorum .Büyüğü Kulunk Dayımın oğlu ile evliydi.Küçüğü ise sadece var biliyorum.Hallo Emmi karlı bir kış günü rahmetli olmuştu.
Huseyin Oral eşi ve çocukları.Yanlış hatırlamıyorsam,M.Ali isminde bir oğlu vardı.
Talaka Sato Oral eşi ve çocukları.Satonun bir oğlu okula gelirdi.İki kızından biri Meyrem.Sadık Demir'in eşi.
Topal İbrahim eşi ve çocukları:Mehmet,Gazi,Hasan Hüseyin ve Küçük oğlu Mehmet Rıza.H.Hüseyin öğrencimizdi.Sanırım okula gelen birde kızı vardı.
Rıza Demir eşi ve çocukları,Fikret Hasan ve Gazi.Hasan öğrencimizdi.
İsmail Demir,eşi ve çocukları,Sadık ve kız kardeşleri.Bir oğluda Öğrrencimizdi.
Seydo Dayı ve Oğlu İbiş Hüseyin eşi ve çocukları.bir oğlu Ali'yi Hatırlıyorum.
Hopbukgilin Hüseyin Amca,oğlu Mahmut,eşi ve çocuklar,İsmail ve Hüseyin Mert.Sanırım birde Küçükleri vardı.Adı Sadık olsa Gerek.
Ali Mert,eşi ve çocukları.Sanki Ali'nin bir kızı okula geliyordu.
Can'lardan Hüseyin Can eşi ve kızkarı,Neriman ve Nezahat öğrencilerimizdi.
Abdurrahman ,eşi ve çocukları.
Kürt Şeyho,karısı ve oğlu Mehmet.Mehmetin eşi ve çocukları.Yanılmıyorsam Mehmet'in bir kızı okula geliyordu.Soyadları Duman.
Hocagilin İlyas Amca (Açık) eşi ve çocukları.
Ali,Hüseyin Müslüm,sanırım bir de Ahmet Açık var.Nazir Açık ve Muharrem Açık öğrencilerimizdi.(İlyas Amca'nın torunları.)
Kara Dayı,Mehmet Er eşi ve oğulları Hasan ve Ahmet.
Bir de Saadettin vardı.Kimin oğlu olduğunu bilmiyorum.
Körarı Hasan Hüseyin Özbek Amca,eşi ve tanıdığım çocukları M.Ali.Lüfi ve Hasan.Birde kızları vardı.
Sağır Şakir Özbek,eşi ve çocukları.Şakir'n okula gelen çocukları vardı.Sanırım birisi Sadık Özbek idi.
Turan Amca,eşi ve oğlu Hüseyin,onun eşi ve çocukları.Hüseyin Özbek'in oğlu Abidin öğrencimizdi.
Bubbük Mustafa,eşi ve çocukları Veysel,Abuzer,Gülistan.Abuzer ve Gülüstan Okula gelirlerdi.Sonradan Veli'nin eşi olan bir kızı daha vardı.
Muharrem Amca eşi ve Muharrem Kuru'nun oğlu Mehmet,onun eşi ve çocuklar Satıgül ve Abidin okulumuzun öğrencileriydi.
Hüseyin Kuru,eşi ve çocukları.Hüseyin'in İki Oğlu,Renzi ve Muharrem öğrencimizdi.Sanki bir küçük oğlu da okula geliyordu.
Mustafa Kuru Amca,eşi ve oğlu Behzat vardı ve onun eşi.
Kadir Kuru Amca,eşi ve onun oğuları Yurd
anur ve Ali Kuru ve onların eşleri.
Hafızamı zorlayarak geçmişe bir yolculuk yaptım.Listelediğim isimlerin bir çoğu dünyasını değişmiş.Hakkın rahmetine kavuşmuş.Bir çoğu mekanını terk etmiş,başka başka yerlerde mekan tutmuş.Yani doyduğu yerlere yerleşmiş.Hane sayısını saymadım.Ancak köyde hane sayıları şimdilerde otuz veya kırk civarındadır.nüfusta yüz civarlarındadır.Oysa 1970 li yıllarda Suceyin'in nüfusu 1200'ün üzerindeydi.
Gelelim son sözlere ,ben yazarken,sizlerde okurken göreceksiniz ki yaşlıların yanında nice genç bedenleri toprağa vermişiz.Anne baba,kardeş,eş dost ne acılar yaşamış.İşte tamda bu işte.Ateş düştüğü yeri yakıyor.Sizler yakınlarınızı,bende dostlarımı yitirmişim.Ölenlere Allah'tan Rahmetler diliyorum.Kalanlara sağlıklar ve mutluluklar diliyorum.
Hocam bizleri yazmamış diyenlerin beni bağışlamalarını diliyorum.Unuttuklarım Mutlaka vardır.Gönderiyi paylaşın ,benim yazdıklarımın altına dip not olarak ekleyin.Bu benim çok hoşuma gider.
Gençlerde kendi ebeveyinlerini ,bir ikikuşak geriye giderek tanımış oldular.
Ben bayağı emek vererek satırlara döktüm.Bakalım beğenisi ve paylaşımı ne kadar olacak.Haydi bakalım Suceyin ve Yeşil Yaylalılar.
MUSTAFA KURT Emekli Öğrtmn.
4-5 Nisan 2015 MALATYA

BIRAK

DAHA ÖNCE SİZLERLE PAYLAŞTIĞIM ''BIRAK'' ADLI ŞİİRİMİN EKSİKLERİNİ TAMAMLAYARAK TEKRAR PAYLAŞMA GEREĞİ DUYDUM
BIRAK
Saçıma kır düştü,kış oldu sanki.
Gençlik uçup gitti,kuş oldu sanki.
Yaşanan tüm anlar düş oldu sanki,
Sen kendi kendini al götür benden.
Beni düşlerimle başbaşa bırak.
Ne çileler çekti bu yorgun beden.
Ardından baktığım ömrümdü giden.
Zamanlı zamansız beni terkeden.
Sen kendi kendini al götür benden.
Beni dertlerimle başbaşa bırak.
Bir hayat başladı zevksiz sefasız.
Geçmedi tek günüm dertsiz,tasasız.
Yıllar,aylar değil,günler vefasız.
Sen kendi kendini al götür benden.
Beni efkarımla başbaşa bırak.
Yaşadım,yaşlandım yorgunum şimdi.
İç denizler kadar durgunum şimdi.
Sinsice arkamdan vurgunum şimdi.
Sen kendi kendini al götür benden.
Beni hicranımla başbaşa bırak.
Dönerim,dönüyor rakibim felek.
Düşüyor toprağa dostlarım tek tek.
Tesellin istemem,bana ne gerek.
Sen kendi kendini al götür benden.
Beni dostlarımla başbaşa bırak.
Dumanı eksilmez dağlara döndüm.
Zamansız bozulan bağlara döndüm.
Ölümü bekleyen sağlara döndüm.
Sen kendi kendini al götür benden.
Beni kaderimle başbaşa bırak.
Can suyum çekildi,toprağım kurak.
Kalmadı dalımda tek yeşil yaprak.
Açmış kollarını bekliyor toprak.
Sen kendi kendini al götür benden.
Beni hasretlimle başbaşa bırak.
MUSTAFA KURT
Malatya 2004

YURDUM

BAZEN İNSAN EN SEVDİĞİNE BİLE KAHREDER.SİTEMİNİ VEYA ÖFKESİNİ BİR ŞEKİLDE DİLLENDİRİR ,ÖYLE İŞTE,BU DA KURT ÖĞRETMENİN SİTEMİNİ BİR KAÇ MISRA İLE DİLLENDİRMESİDİR.
YURDUM
Sende doğdum,anamın eteğine.
Toprağın oldu ilk döşeğim.
Sende attım ilk adımımı,ağır,aksak.
Büyüdüm yaşamadan çocukluğumu.
Yıllarca umut ektim,taşına,toprağına.
Hayal biçtim her mevsim.
Gölgelere susadım,sarı sıcaklarında.
Esecek bir yelini,beklediğim çok oldu.
Kavruk,sıska vücuduma,can katacak sanırdım.
Alaca karanlığın yağınca toprağına.
Atam,babam gibi bende,
Sana yurt dedim,sende eğlendim.
Şehit verdim,kan döktüm,her karış toprağına.
Göğsümü gere gere,
Bayrak diktim,her tümseğine.
Bedelini vermedin,hep aldın bendekini.
Sana dargınım yurdum.
Sende yoksulum çünkü.
MUSTAFA KURT
Malatya 2003

KAMBER ALİ ÖZDEMİR,BEN VEYA BİZ



KAMBER ALİ ÖZDEMİR,BEN VEYA BİZ

Bir gün, Suceyin'deki ilk günümü kısmetse yazacağım.Ama önceliği bazı dostlarımla olan ilişkilerime ve onlarla paylaştığım ortak hatıralara ayırmamın daha uygun olacağını düşünüyorum.
Bu arada, köylülerimin affına sığınarak, lakapları yazacağımı şimdiden söyleyeyim. Lakaplarımız,adlarımız ve soyadlarımız bizim gururlarımızdır.
Köye gelişimizin üzerinde birkaç gün geçmişti. Okul ve işlikler çok bakımsız ve kirliydi, boya ve badanası, okul inşaatından beri hiç yapılmamıştı. Bu durumu köy kahvesinde dillendirdik ve yapılacak işleri planladık. Maddi yönü çok kolaydı ama işgücünü kim üstlenecekti. Çünkü yapılacak bedeni işler, ücretsiz ve imece usulüne göre yapılacaktı. İşte tamda o zaman Kamber Ali gerçeği ortaya çıktı.
Kamber Ali, malzemeler temin edilirse okulun badana ve boya işlerini üstlelenerek, para pul istemeyeceğini ifade etti. Sınıflar, işlikler boyandı, tamir işleri bigüzel yapıldı ve okul eğitim ve öğretime hazırlandı
Kaber Ali, köyünde büyük küçük herkes tarafından sevilen bir kişiydi.Y ardım severliği,iş paylaşımı, büyüklerine saygılı, küçüklerine karşı sevgi doluydu.  Benim bildiğim kadarıyla kimseyle küskün ve dargın değildi. Çocukları için ideal bir baba ve Eşi Fadime Hanım için iyi bir kocaydı. Köy şartlarına göre varlıklı sayılırdı. Çünkü İstanbulda bir iş hanının odabaşılığını kardeşleriyle birlikte yürütüyorlardı. Babalarından kalan bu işten dolayı sabit bir geliri vardı.Ayrıca köy içindedeki bağ ve bahçelerinde küçükte olsa bir geliri vardı. Fadime Yenge ve çocukları sayesinde, inek ve keçi türünden hayvan besliyorlardı.
1973 Eylülünde köye geldiğimizde, oğlumuz Umut on aylık kadardı. Bir önceki yıl, dünyaya geldiği zaman ben, kendini puşt diye niteleyen biri yüzünden görevden alnmıştım. Yeniden göreve alındığım zaman kıştı. Evimi getirmem mümkün olmamıştı. Hülasa geçen yıl Umut köyde değildi. Ama bu yıl köydeydi ve süte ihtiyaç vardı. Köylü parasız verirsek hale elvermez, parayla verirsek hocaya ayıp olur diye, düşünüyorlardı, herhade. Ben bunu.köy kahvesinde kalabalığın yoğun olduğu bir gün dillendirdim. Arkadaşlar biz bu çocuğu bir şekilde büyüteceğiz. Bize süt satınız, bundan utanılacak bir şey yoktur dedim ve sözümün etkisini bekledim. Kahvede kısa bir sessizlik ve ufak çapta mırıltılar oldu. (Şunu bilmenizi isterim ki köy bugünkü imkanlarının binde birine bile sahip değildi. O yüzden köylüye bir şey diyemezdik, köylü oldukça fakirdi). Oradan Kamber Ali, gür sesiyle ve köy şivesiyle, ne deyin be hoca elbet çocuğu sütsüz bırakmayacağız. Umut, hepimizin çocuğu sayılır ama kimseyi ortak etmem. Umut' un bu yılki sütü benden. Her akşam çocuklardan biri sütü evinize getirecek, hiç kaygılanma dedi. O yıl boyunca ya kızı Satıgül yada oğlu Hüseyin her aksam sağımdan sonra, Umut'un sütünü getirdiler. Unutulur şey değil, sağolsunlar.
Köyün,bir takım ürünlerini satacak ne imkanları, nede pazarları vardı.  Bir gün biz öğretmenler olarak bir kooperatif olursa, köylünün ürünleri hem pazar bulur, hem de değerinde satılır, diye bir fikir ortaya attık. Kooperatif fikri köylünün aklına yattı. Kamber Ali, yine önü aldı. Yanına köyden bir iki kişi alarak, şehre gidip, kooperatifin tüzüğünü ve kanuni işlemlerini yürürlüğe koydu. Kooperatif tüzel kişiliğini kazanınca, üye kaydına girişti. Üyeler hem köyden, hemde gurbetçilerden oluştu ve bütçe oluşturuldu. Böylece kooperatif kurulmuş oldu. Yer kiralandı ve bir satış mağazası açıldı. Bundan öteye de gidemedi. Kamber Ali ve diğer üyeler için, hayal kırıklığı oldu. Bu sonuç, Kamber Ali'yi çok üzmüştü. Bunun yakın şahitlerinden biri olduğumu söyleyebilirim.
1974 Eylülünde ilçeden köye gelirken tatsız bir olay yaşadık. Köylünün damadı olan ve Kıstonun Oğlu denen şahıs, bize çok yanlış davrandı. Köyümüzde tenteli bir pikabı olan Nesimi de onun değirmenine su taşıdı. O gün ben, eşim ve hasta çocuğumuz hak etmediğimiz şımarıklıklara maruz kaldık. Köye vardık varmasına ama ben kahrımdan ölüyordum. Arabada bizimle olan köylülerin bizi sahiplenmemesi beni çok üzmüştü. Can güvenliğimizin olmayışını sebep göstererek, yer değişikliği için kaymakamlığa müracaat etmeyi düşünüyordum. Sabah ilk işim bunu yapmak olacaktı. Olayı duyan Kamber Ali ve İbiş Hüseyin bana geldiler. Biz öğretmenimizi bir çapulcuya yem etmeyiz, diye bizi sahiplendiler ve beni kararımdan döndürdüler. O zata gerekli dersi verdiler. Diğer bir çok köylü de yanlarında yer almıştı.
Bazı yaşanmışlıklar vardır ki, yazmadan geçemezsin. Yazacakların çok uzun olsa da yazman gerekir. Bu anlatacaklarım da böyle bir şey. Köyden tayınımız çıktıktan bir yıl sonra doktorlarca teşhisi konulamayan bir hastalığa yakalandım. Gitmediğim doktor, devlet hastaneleri,fakülte hastaneleri bırakmadım. Sağlığıma bir türlü kavuşamadım. Böylece bazan iyi bazan hasta,araya bir yıl daha girdi. Eşi dostu ziyaret etmek ve özlem gidermek için Suceyin'e gittim. Kamber Ali, beni kimseyle paylaşmak istemedi. Bizde kalacaksın, gideceğin yerleri birlikte gezip, ziyaretlere birlikte gideceğiz, dedi ve olayı bağladı. Epey gezip tozduk. Bir gün Hocagilin İlyas Amcanın ziyaretine gittik. İlyas Amca, harman yerinde döven sürüyordu. Minderler geldi, oturduk, ayranlarımızı içtik. Söz benim hastalığıma gelince, Kanber Ali, İlyas amca, hocanın yıldızına bir bakıver dedi. O kadar masumane söylemişti ki onu kıramadım. İlyas amca okumuş biriydi. Çevrede derin hoca olarak bilinirdi. Evden kitabını istedi, benim yıldızıma baktı ve bana muska yazdı, cebime koydu. Sizlere de çok ilginç gelecek bir şey yapmamı istedi. Bak hocam dedi, tüylerinde hiç ak bulunmayan bir korut keseceksin, kanını alnına süreceksin. Ayrıca etinden yiyeceksin ve geri kalanı fakire pay edeceksin dedi.
Oradan ayrıldıktan sonra  ben olayı unutmuş ve ciddiye almamıştım. Gece geç vakte kadar oturduk, sonrada uykuya yattık. Sabah, bana aşağıda seslenildiğini duyunca, pencereden aşağı baktım, Kamber Ali beni aşağı çağırıyordu. Yanlarına gidince, boynunda tuttuğu korutu aman yaman demeden yatırıp kesti. Kanından alnıma sürdü. Sonra da yengenin pişireceği eti bekledik, pişince de evcek yedik.
''Bizim öyle lekesiz korutumuz yoktu'',dedi.''Korutu alıp davar yoluna çıktım, geçen tüm korutları taradım. Bulunca da bizim korutu, davara kattım, bunu alıp geldim,'' dedi. Hoca için deyince, akan sular durdu,'' diye muzipçe güldü.
Ondan sonraki yıllarda Her İstanbul' a gidişimde ziyaretine gidiyordum. Artık, o yıllarda evini İstanbul'a taşımıştı. Yazları yinede köyüne gidip bir iki ay kalıyordu ve hep birbirimizden haberliydik.
Kamber Ali 1997 yılında hayatının en acı günlerini yaşadı. O yıl oğlu Metin' i kaybetti. Metin 27 yaşındaydı. Ölümü bütün aileyi ve sevenlerini derinden üzmüştü. Bizler de aileden biri sayılırdık bizler de çok üzüldük. Ayrıca Metin, köyden öğrencimizdi. Adı geçtikçe hep, yüreğimiz yanar. O anne, o baba ne yapsındı. Kamber Ali'nin, iki kızı, iki de oğlu vardı. Çocuklarının üçü hayatta. Eşi Fadime Yenge de yaşıyor. Onu saygıyla andığımızı bilmesini isteriz.
2001 yılında beni telefonla aradı. Malatya SSK Hastanesinde olduğunu söylüyordu. Hemen hastaneye koştum. yattğı koğuşu buldum. Koğuş odasında karyolasına uzanmış buldum. Üstü başı kan içindeydi. Burun kanamasıyla, hastaneye gelmişti ve yalnızdı. Oturup, biraz dertleştikten sonra hastaneden,geri geleceğim diye ayrıldım. Hemen pazara gidip, hastaya lazım olacakları alıp, tekrar hastaneye döndüm. Geceyi birlikte geçirdik. Bir gün sonra da taburcu olup, köye döndü. O zaman, mevsim yazdı. Sonraki zamanlarda birbirimizden haber alıyorduk.
2003 Kasımında Kanber Ali,Hakkın rahmetine ve sevgili oğluna kavuşmuştu. Biz cenazesinde bulunamadık. Küçükçekmece' de toprağa verdiklerini oğlu Hüseyin ve damadı Behzat'tan öğrendik. O güzel insana, o kusursuz dosta, Allah'tan rahmet ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.

SESTEN SESE

BAZAN İNSAN,ŞEHRİN GÜRÜLTÜLÜ YAŞAMINDAN ÖYLESİNE SIKILIR Kİ,BAŞINI ALIP KIRLARA DOĞRU GİDESİ GELİR.BU BENİM BAŞIMA SIK GELİR BİR ÇIKIŞ KAPISI ARARIM.BU KEZ KURTULUŞU MISRALARA DÖKMEKTE BULDUM.BÖYLECE AŞAĞIDAKİ ŞİİR DOĞDU.
SESTEN SESE
Ne çan, ne ezan,
Ne tren,ne vapur,ne otomobil sesi,
Olmasın dünyamda,tek makine sesi.
Çekip gitmeliyim,usandım Tanrım,
Razıyım uzak,ıssız,
Bir kır kulübesinde yaşamağa.
Doğanın sesleri olsun kulaklarımda.
Yağmurun,akarsuların,kuşların sesi.
Ağaç yapraklarının ve
Püfür,püfür esen rüzgarın sesi.
Bir de başı göğsüme yaslı,yarin nefesi.
İsterse ölüm,orada bulsun beni,
Orada dursun,kalbimin sesi.
MUSTAFA KURT
06.06.2003 Malatya

DOKTOR HÜSEYİN ARSLAN




                           DOKTOR HÜSEYİN ARSLAN

  Suceyin eski öğretmeni olduğumu hemen herkes biliyor sanırım. Ben Suceyin' de sayısız anılarla ayrıldım. Bu anıların içinde, köydeki hasta ve hastalıklara çara olan bir doktor dostum vardı. Namıdeğer Doktor Hüseyin. Benim köyde kaldığım yedi yıl boyunca, dostluğunda büyük keyif aldığım Hüseyin Ağabey. O'nu, bu yaz, yani 2014 yazında Hakkın rahmetine uğurladık.
Malatya devlet hastansine, torunları tarafından, hastanenin acil bölümüne getirildiğini, oğlu Kemal telefonla bana bildirdi. Zaman kaybetmeden, hastaneye koştum. Hüseyin Abi,çevresiyle bağlarını koparmış, ağır bir hastaydı. Yapılan tetkiklerden sonra, hastane odasına taşındı. Hanımı Cennet Yenge refakatçı olarak yanında kaldı. Torunları Orçun ve Barış dedeleri için yapabilecekleri herşeyi yapmış olarak, dedelerinin yanından ayrıldılar. Hüseyin abinin büyük oğlu Kemal İstanbul'dan geldi. Hasta için hastanede yapılacak her türlü hizmeti üstlendi.
Acil bölümünde hastaya ilk müdahaleyi yapan bayan heki, hastayı kendi servisine yatırdı ve tedavisini üstlendi. Doğrusu kendi alanında oldukça başarılı bir doktordu.
Ben hep hastanede değildim tabi. Arada bir hastanın durumundan haber almak için hastaneye uğruyordum, Sanırım hastalığnın dört veya beşinci günü, Hüseyin Abi kendine geldi. Çevresine boş gözlerle bakıyor ve sanki baktıklarını ilk defa görüyormş gibi, baktığı şeye bir müddet odaklanıyordu. Odaya dahil olduğum bir gün bakışlarını üzerime çevirdi, dakikalarca bana baktı, baktı. Neden sonra yüzüne bir tebessüm oturdu, sanırım beni tanıdı. Hanımı,''bak Mustafa Hoca gelmiş'', deyince, bir elini başına, diğer elini kalbinin üzerine koyuşu aklımdan çıkmıyor. Birbirimizi görmeyeli yıllar olmuştu. Bu benim ihmalimdi. Kendi ilimin ilçesine bağlı bir köy, hasılı gidemedim. Gerçi kendimce sebeplerimde yok değildi. Ben köyden ayrıldıktan sonra, birebir tanıdığım ve dostum dediğim birçok kişiyi kaybetmiştim. Adeta benim için köy artık boşalmıştı.
Hastalığı boyunca hiç konuşmadı ama sağlığı giderek düzeldii. Hastanede yapılacak fazla birşey kalmadığından, yaklaşık bir aydır dahil olduğu hastaneden taburcu edildi. Ne varki, gittiği köyünde çok uzun yaşamadı. Rahmetli oldu. Ölümünün üzerinde yaklaşık altı ay bir zaman geçti. Onu rahmetle ve özlemle anıyorum. Ömrüm oldukça hatırasını hep yüreğimde taşıyacağım
Hüseyin Abi, çoğu zaman hatıralarını benimle paylaşan, şiiri ve Türk Sanat müziğini seven ve Atatürk'ün Naaşının Dolmabahçe Sarayından alınıp, Ankara'ya uğurlanışında hazır bulunan, günün şartlarına göre şehir görmüş bir köy aydınıydı. Askerliğini İzmit, Kandırada sıhhıye çavuşu olarak yapmış, çok tecrübeli askeri doktorların yanında bulunmuş. Onlardan gerekli sağlık bilgilerini almış. Bu alanda kendini yetiştirmiş bir köy sıhhıyesiydi. Askerlik sonrası. Askeri hastanede sivil sıhhıyelik teklifni kabul etmemiş köyüne dönmüş. Hala hayatta olan ve atmış üç yıl bir yastığa baş koyduğu Cennet Yenge'yle evlenmiş Benim bildiğim kadarıyla, hepsi hayatta olan ikisi kız, dördü erkek olmak üzere altı çocukları var. Bizler köydeyken üç çocuğu bizim öğrencielrimiz olmuştu. Çocuklarını elinden geldiğince okuttu. Çocukları iyi bir disiplin içinde büyüdüler. Şimdilerde kendi kurdukları işleririnde çalışıyorlar.
Doktor Hüseyin Abi köyde, geçimini sağlamakta zorlandığı zaman, diğer köylüler gibi gurbete, yani İstanbula gitmiş. Sanırım, uzun bir süre Beyoğlu' nda bir mağazada çalışmış. Tanıştığı bir işadamı, özürlü olan ve İstanbul gibi bir yerde bakımı zor olan, özürlü çocuğuna, ücret karşılığında bakması için Hüseyin Abiye teklif götürmüş. Teklifi kabul eden Doktor, ''Teoman'' adlı genci yanına alarak köyüne dönmüştü. İşte tam da o yıllarda köylerinin üç öğretmeninden biri olarak geldiğim köylerinde, çok geçmeden Doktor Hüseyin'le tanşıp, dost olduk, Bu dostluğumuz zaman içerisinde,ayrılıklar olsa da tam kırkbeş yıl sürdü.
Yedi yıl kaldığımız köyde her canlı gibi hastalıkarımız oldu. Benim, eşimin, oğlumuz Umut'un doktorluğunu yaptı. Yani bizim aile doktorumuzdu. Sadece bizim değil, bütün köyün doktoruydu. Kendisinin tedavi edeceği hastalıkları kendisi, tedavisinde başarılı olamayacağı hastaları hastanelere, uzmanlarına yönlendirirdi. Köylülerin ifadesine göre teşhisi hiç şaşmazdı.
Yanında, sağlıkçı çantasını hiç ayırmazdı ve hiç bir köylüsünün isteğini geri çevirmezdi. Enjeksiyon yapılacak hastalarının zamanını geçirmeden, iğnelerini yapar. Ayrıca dişi ağrıyan ve tedavisi olamayacağına kanaat getirdiği dişleri de ağrısız çekerdi. Emeği karşılığında hiç bir ücret almazdı.
Doktor, İstanbul' dan getirdiği ve zaptı çok zor olan Teomana evlatlarına gösterdiği özenle baktığını gözlemlerdik. Çok uzun yıllar sonra, ki o zaman Teoman'da yaşlı denilecek bir yaşta öldüğünü duymuştuk.
Doktor Hüseyin, hoş sohbet, yerine göre nüktedan bir dostumuz oldu. Gözlemlediğim kadarıyla, iyi bir eş, iyi bir baba ve iyi bir komşu olarak kalplerdeki müstesna yerini almıştı.
Hüseyin Abinin büyük oğlunu köye ilk gittiğimizde tanımıştık. Okuldan o yııl mezun olmuştu.Bizlere karşı iyi davranışlar sergileyen bir gençti. Sonraki yıllarda bu günlere yansıyan bir dostluk geliştirdik  Babasının hastalığı boyunca birlikteliğimiz oldu. Ayrılırken bizleri yeminle, yazlığına davet etti Biz geçen eylülde eşimle birlilte bu davete icabet ettik. Kemal ve eşi Meyrem Hanım bizi çok güzel ağırladılar. Yazlıkları Kara Deniz kıyısında bir köy olan Kilyos'taydı. Yazlığın anahtarını bize bırakıp, İstanbul'da ki işlerinin başına döndüler. Hafta sonunu birlikte geçirmeye kararını vermiştik. Ama olmadı, olamadı.Oğulları, biriki günlüğüne gittikleri Ege Kıyıllarında bir yerde kaza geçirmişti. Çok şükür ,sonuç korktuğumuz gibi olmadı. Kemal'in oğlu  Orçun hepimizi bir güzel korkuttu.
Kemal'ler bize çok yakın ilgi gösterdiler.
Kemal'in, kardeşleri,Gürdal Hoca'yı, Ali'yi, Yücel'i, kız kardeşleri Nezahat'ı ve hepsinin büğüğü olan ablalarını, doktorumuzun birer armağanı olarak kabul ediyorum. Cennet Yenge'ye en derin saygılarımı iletiyorum, Anıları her zaman yüreğimde yer bulacaktır.
Ayrıca yeri ve zamanı geldikçe, ben de anıları derin izler bırakan, köyün büyüklerinin hatıralarını satırlara dökeceğim. Bunu bir görev addediyorum.
Doktor Hüseyin'i anarken, diğer göçüp giden tüm dostlarımı, rahmetle yad'ediyorum,
.Hepsinin mekanı cennet olsun. Hayatta olanlarına sevgi ve selamlarımı yolluyorum. Var olan ve geride gelen genç kuşaklara da selam olsun diyorum.
MUSTAFA KURT
Emkl.Öğrtmn.

BENİ BANA BIRAK

BENİ BANA BIRAK
Saçıma kır düştü,kış oldu sanki.
Gençlik uçtu gitti,kuş oldu sanki.
Yaşanan tüm anlar,düş oldu sanki.
Sen kendi kendini al,götür benden.
Beni düşlerimle başbaşa bırak.
Ne çileler çekti,bu yorgun beden.
Ardından baktığım,ömrümdü giden.
Zamanlı zamansız beni terkeden.
Sen kendi kendini,al götür benden,
Beni dertlerimle başbaşa bırak.
Yaşadım,yaşlandım,yorgunum şimdi.
İç denizler kadar durgunum şimdi.
Sinsice arkamdan vurgunum şimdi.
Sen kendi kendini al,götür benden.
Beni hicranımla başbaşa bırak.
Dönerim,dönüyor,rakibim felek
Düşüyor toprağa dostlarım tek tek.
Tesellin istemem,bana ne gerek.
Sen kendi kendini al götür benden.
Beni dostlarımla başbaşa bırak.
MUSTAFA KURT
2003 Malatya

A R K A D A Ş

A R K A D A Ş
Bu gün sizlerle yarım bıraktığım bir yaşanmışlığı anlatmaya çalışacağım. Bir önceki yazımda, ısrarla ''puşt'' olduğunu söyleyen ve bir arkadaşın işgüzarlık olarak nitelediği, yüreğinde merhametin zerresi bulunmayan bir zattan bahsetmiştim. O kendini, malum sözlerle niteleyen şahsın yaşamımda açtığı yara, zaman zaman sızlar durur. Benim kendi kendime tekrarlayıp durduğum bir çift sözüm aklıma gelir. Ah,derim ''. şimdiki aklım olsaydı' şöyle yapardım, böyle yapardım, diye ama nerde zamanı geriye döndürmek ne mümkün.
O sabah, yattığım odanın kapısının vurulmasıyla uyandığımda, kayınvalide, bir oğlumuzun olduğunu söylediğinde,                                                                                                                                               
sevincin acıyla içiçe geçtiği ruh halindeydim. Sevinçliydim çünkü, bir oğlumuz olmuştu. Hem annenin ,hemde çocuğun sağlık durumları iyiydi. Derin üzüntüm ise, artık işsizdim.
Adını UMUT koyduğumuz, şimdilerde Ümit olarak nüfusa kaydedilen, oğlumuz 16 Ekim 1972 tarihinde sabaha karşı dünyaya gözlerini açtı. Günün akşamında onları, doğumevinden alıp eve geldik. Durumu eşime ve aile büyükleriyle değerlendirdik. Beklemekten başka da çare olmadığı sonucuna vardık. Ne kadar da acz ve çaresizlik içindeydim anlatamam. Gençtik ve başımızdan buna benzer olaylar geçmemişti ki tesellisini kendimizce bulalım. Olayı kadere bağladık vesselam.
Sabah evden çıkıyor, akşam eve dönüyordum. Bazen terzimin, berberimin veya dost bildiğim esnafların yannında, bazen de arkadaşların takıldığı kahvehaneye gidip, oyun oynayarak vakit geçirmeye başladım. Gece geç vakitlere kadar, günün popüler kitaplarını okuyordum. Giderek cebimdeki para suyunu çekti. Ne esnafa ödemem gereken taksitleri ödeyebiliyor, nede eşim ve çocuğumun ihtiçlarını karşılayacak param vardı. Hatta kendi cep harçlığım bile kalmamıştı. O yaz, kendi ailemle de bir sebep yüzünden arayı açmıştım. Kimseye sırrımı açmıyordum. Ne de olsa serde erkeklik vardı. Yemeden ,içmeden kesilmiştim. Eşim ve bebeğe, sağ olsun kayınvalide iyi bakıyordu, Her istediklerini başuçlarında bulunduruyordu. Eşimin aillesi varlıklı sayılırdı. Ama ben kendimi sırküpü yapmıştım. Hiçbir sırrımı onlarla paylaşmıyor, yoklarım hakkında kimseye bir şey söylemiyordum. Yalnız, terzim Necdet Usta halden anlayan harika bir insandı. Arada bir zorlada olsa cebime para sıkıştırırdı.
Günler bu münval üzere devam edip giderken, benim talihimi bir nebzede olsa lehime çeviren, çok sevdiğim arkadaşım çıkageldi. Oturduğum kahvehanede bir tanıdık ses, ''arkadaş sen niye buralardasın?'' dedi. Ben, sese döndüm ve dönerdönmez boynuna sarıldığım, arkadaşım Mahmut'tu. Almanya'da çalıştığı inşaat firmasının sezon sonrası, sezon bitimine kadar ücretli izine ayrmıştı  Bekardı ve ailesinin yanında kalıyordu.(İzine geldikçe)
Mahmut'la arkadaşlığımız, önce çocukluk, sonra gençlik dönemimizi kapsayan ve dostlarımı sıraladığımda her zaman birinci sıraya koyduğum dostum. (Son yirmi yıldan beri sadece sağlık haberini aldığım dostumu öyle özlemişim ki,bir daha göremeden, sesini duyamadan ölürsem ya da öldüğünü duyarsam, gözlerim arkamda kalır. Halen, Almanya'da yaşıyor, evli ve iki kız, bir oğlan üç evladı var) .Mahmut'la olan dostluğumuzun anlatımını bir başka zamana bırakıp, asıl anlatım konumuza geçeceğim.
Birer çay içtikten sonra, mekandan ayrılıp, kendimizi şehrin kalabalığına kattık. Hem yürüyor,hem de başımdan geçenleri, başından sonuna kadar,akadaşıma soluksuz anlatıyordum. O hiç konuşmdan, benim anlattıklarımı dinliyordu. Anlattıklarıma ''vah vah'' diyor ve başkada bir tepki vemiyordu. Akşam yemeğinden, sonra,eskiden olduğu gibi sinemaya gittik. Gece geç vakit, evlerin yolunu tuttuk. Hanıma Mahmut'un geldiğinin müjdesini verdim. Bana,'' peki'' dedi, ne dediğini anlamıştım. ''Ne o sordu ne de ben söyledim'', dedim. Bizi utandıracak borçlarımız vardı ve bunun için bir kaynağımız yoktu. Bu bizi kahrediyordu. Borçlular henüz kapıya gelmemişlerdi ama ya gelirlerse diye, aklımızı şaşırtıyordu. Ben de Mahmut'un suskunluğuna bir anlam verememiştim. Yalnız, parasının olmadığı yargısı bende oluşmaya başlamıştı.
Arkadaşımdan ayrılırken, ''yine beni ilk bulduğu mekanda buluşuruz''  diye ayrılmıştık. Mahmut, ancak öğlen sonu gelebildi. Gelirgelmezde bana, ''haydi gidiyoruz'', dedi. Ben kalkıp, peşine takıldım, birlikte çıktık. Bana, ''söyle bakalım kimlere borcumuz var'', dedi. Borcumuz demesi bende öylesine bir coşkulu duygu yaratmıştı ki, halen hatırladıkça dostum, gözümde biraz daha büyür. Tek tek, taksit ödediğimiz ,mağazalara ,işyerlerine uğradık, borçları sıfırladık. Benim bir yıl boyunca ödeyeceğim tüm borçlar ödenmişti. Üzerimdeki o ağır borç yükü kalkmıştı.İçimde kabaran minnet duygularımı nasıl ifade edeceğimi bilemiyordum. Akşam ''yarın buluşmak üzere'' ayrılacağımız zaman, elini cebine sokup, bir miktar para çıkardı ve ''bak kardeşim'' dedi, ''önümüzde bir bayram var, bu senin cep harçlığın, eşine ve çocuğuna bayram için birşeyler alırsın. Bu da yenge hanıma benden bir armağan ve bu da yeğenime takacağın altın'', dedi. ''Ödediğimiz borçlar, benim senden alacağım. Ne zaman istersen o zaman öde. Şimdiki verdiklerimi asla hesaba dahil etmeyeceksin'',Geçmiş gün, beni ne kadar borçlandırdığı ve ne kadar açıktan para aldığımın hesabını yapmadım. Ayrılıp, eve gelince bayram daha gelmeden bayramı yaşıyordum.
31 Aralık 1972 akşamı Mahmut'u eski garajlardan yolcu ettikten sonra, tenha sokaklardan eve dönerken ağladım, ağladım. Dostum gitmiş, koca şehirde yine yapayalnız kalmıştım.
Eve gelince kendimce bir karar aldım. 'Gidip Askere alınmamı isteyecektim'. Benim kararımda ciddi olduğumu anlayan eşim, ''buraya çakılıp, kaldın.Askere daha sonra da gidersin. Kalk Ankara'ya git, kararı burada beklemen yersiz. Danıştay'da bir olumsuzluk çıkarsa, gelir, askere gidersin''. Aklıma yattı. Ertesi gün, Ankara yolundaydım. Hele ki Ankara'ya gelmiştim, dosyayı askere alınma karar evrakının eksik olduğu için, durumu tarafıma bildirmemiş ve dosyayı rafa kaldırmışlardı. Hani derler ya,  elde iyimi yok diye. O gün şans benden yanaydı. Bir stayjer hakim, davama el attı. ''Acele bu evrakı bana getirirsen, sana kararı çıkarıp, elden almanı sağlarım''.
Aynı akşam, memlekete geldim, sabah ilk işim, Askerlik Şubesin'e gidip o evrakı zor da olsa, sivil memurdan aldım. Akşam yine Ankara yolundaydım. Sabah dokuzda, Danıştay'ın dokuzuncu dairesine vardım ve evrakı genç hakime verdim. Röportör ve Kanun Sözcüsü Yüksek Hakimler arasında mekik dokuyarak, akşam beş olmadan, durdurma ve iptal karar evrakını düzenleyip elime verdi.
   Akşam, arabaya binerken ne kadar uykusuz olduğumu anladım. İki gece ve gündüz tek damla uyku uyumamıştım. Otobüsümüz  Ankara'yı terketmeden, ben kafayı bir vurmuşum,  tam dörtyüz kilometrelik yolda ve dinlenme tesisleri dahil, hiç uyanmadan yol almışız. Uyandığımda yüz kilometrelik yolumuz kalmıştı.
  Sabah, ilk işim, karar sonucunu Askerlik Şubesine götürmek oldu. Aynı gün, askerlik kararı düştü ve göreve dönmemde bir engelin kalmadığına dair evrak tanzim edilerek, Milli Eğitim Müdürlüğüne gönderildi. O hevesle Milli Eğitim Müdürlüğüne gittim, ama boşuna. adamlar sömestir tatili bitiminde gel görev yerini belirleyelim, diye beni beklemeye bıraktılar.
Sonuçta, Arapkir bölgesinde Aktaş Köyü'ne yeni atanmam yapıldı. Arapkir'e geldiğimde tekrar Suceyine'e gitme şansımın olup olmadığını sordum. Suceyin'e Sevinç adında bir bayanın ataması yapılmış. ''Eğer karşılıklı becayiş dilekçesi verirseniz bir engel kalmaz'', denildi. ''Bayan Aktaş'a, sen de Suceyine gidersiniz'', Bayan için Aktaş biçilmiş kaftandı. Teklifimi hemen kabul etti ve karşılıklı becayiş dilekçelerimizi verdik. Ben tekrar dostlarıma ve öğrencilerime kavuşma adına, kendi ilime 50 km.daha uzak olan Suceyin'i tercih etmiştim. Hiç pişmanlık duymadım. 15 Şubat 1973 günü, bir kaç dostla o ağır kış şartlarında , karları yara yara iki günün, sonunda köye vardık,
'İşte böyle. böyle oldu'.Bir puştun yüzünden, çok sevdiğim mesleğimden, öğrencilerimden ve dostlarımdan dört ay gibi uzun bir süre ayrı kalmıştım. Yukarıda sözetmemiştim. görevden alındığımın ve bu köye gelme olasılığımın olmayacağı kanaatı var olduğundan, evimi köyden taşımıştım. Köye gelince, bir müddet öğretmen arkadaşımda misafir kaldım, sonra kendi evimi yeniden getirdim.
Yazdıklarım sizlere şüphesiz uzun geliyordur. Ancak, amacım, anılarımı yazıp, bir kitapta toplamak. Başarmak için ömrüm yeter mi bilmiyorum. Sizlerin beni yüreklendirmenizi bekliyorum. Bukadar yazıyı tek parmakla yazıyorum. Çünkü klavye kullanma alışkanlığım yok denecek kadar az. Umut ediyorum hatalarımı hoş görürsünüz.
MUSTAFA KURT

BAK HOCAM ''BEN PUŞTUM'' DİYEN BİR ALBAY

BAK HOCAM ''BEN PUŞTUM'' DİYEN BİR ALBAY
   1972 yılı Ekimin 15.günü, sabahı, henüz derse girmiştim. Sınıfın kapısı vuruldu. Ben, ''gel'' dediğimde tam kuşanımlı bir jandarma eri, sınıfın kapısını araladı ve  ''hocam,biraz gelir misiniz?'' diye bana hitap etti. Jandarmanın peşinden sınıfı terk ettim. Dışarı çıkınca gördüm ki, jandarma bir değil iki. İkinci jandarma, geldikleri tenteli pikabın yanında duruyordu. Üçümüz bir araya gelince, beni dışarı buyur eden jandarma, hocam, ''bizimle ilçeye kadar gelmeniz gerekiyor'',dedi. ''Niçin'' ,dedim? ''Önemli olduğunu sanmıyorum. Askerlik Şubesinde,size bir çağrı varmış .Komutanımız,sizin Askerlik Şubesine gelmeniz gerektiğini söyledi''. ''Ne zaman''? dediğimde, ''bizimle gelseniz iyi olur'',dedi.'' Peki'' deyip, Mehmet Bey'in, sınıf kapısını vurup, olanları Mehmet Bey'e (Öğretmen arkadaşlardan biri) anlattım. ''Jandarmalarla ilçeye gitmem gerektiğini'' söyleyip, zaman kaybetmeden gelen misafirlerle birlikte, geldikleri pikapla ilçenin yolunu tuttuk.
   Bindiğimiz arabadan, Askerlik Şubesinin kapısında indik ve şubenin kapısından içeri girdik. Büroda, bana gösterilen yere oturup, beklemeğe başladım. Biraz sonra, albay rütbesinde, bir subay geldi, bana ''merhaba'' diyerek makam masasına geçip oturdu. Bana, tekrar ''hoş geldin'' deyip, önüne bir dosya çekti ve uğraşır görünmeye başladı. İriyarı, uzun boylu ve yakışıklı sayılabilecek bir Türk Subayı görünümündeydi. Tok bir sesle, ''adınız Mustafa Kurt mu?, sayın hocam''. ''Evet'' diye cevap verdim. Masadan kalkarak gelip, karşıma, dikildi ve ''sayın hocam, asker kaçağı görünüyorsun'' dedi. Ben,'' asker kaçağı olmadığımı'' söyleyerek savunmaya geçtim. Bana, ''hoca bana bak,sen bal gibi asker kaçağısın, dahası yoklama kaçağısın da'' . Ben buna itiraz edip, nüfus cüzdanımı kendisine uzattım. Nüfusuma kayıtlı askerlikle ilişkim olmadığını gösteren sayfayı gösterdim. Evraka hiç bakmadan, ''hoca, hoca ben laz oğluyum ve ben bir  ''puştum'' bana kül yutturamazsın''. ''Estafurullah albayım'', dedim. ''Yok ,yok ben puştum, hemde bir numaralı puştum. Seni, kendi ellerimle birliğine teslim ettireceğim''. ''Yapmayın, albayım'' dedim, ''bırakın kendi şubeme gidip bu yanlışı düzelteyim. Sonucu da size yazılı olarak getireyim'', dedimse de, beni hiç dinlemedi. Gelip yeniden karşıma dikildi ve eliyle çenemi yukarı kaldırarak, ''köşeyi dönüp, sıvışmak istiyorsun değil mi''? dedi. ''Sana,bana kül yutturamazsın demedim mi?  Ben, bir süper puştum'', dedi. Gene ben, bir daha ''estafurllah'' dedim ama nafile. Adam bana kafayı takmış, ''seni askere göndereceğim diyor'',  başkada bir şey demiyor. Oturduğum sandalyede bir avuç kalmıştım, Ne yapıp, ne edeceğimi bilmiyor, habire albaya yakarıyorum. ''Evim, ailem köyde, bari onları memlekete götüreyim ,daha sonra yine siz beni ,istediğiniz şekilde askere yollayın''.
   Uzun sözün kısası,adam, ''Nuh diyor peygamber demiyordu''. Tekrar masasına gidip oturdu. Elinin altıdaki telefonun ahizesini aldı ve bir numara çevirdi. Aldığı sese göre, ''sayın kaymakamım, iyi günler, bir asker kaçağı öğretmenini yakaladım. Sizden ricam, onu,görevinden alın. Ben onu bu akşam jandarma nezaretinde birliğine göndereceğim, haberiniz olsun. Aciliyet arzediyor efendim, iyi günler efendim'', diye ahizeyi yerine bıraktı. ''Yazıcı gel bakalım, bu kaçağın muamelesini tamamla, sülüsünü kes, bu gün bu hoca efendiyi birliğine gönderelim  Burdur, 58.topçu tugayı'' diye cümlesini tamamladı. Bana dönerek iki fotoğraf istedi, ''fotoğrafımın olmadığnı''  söyledim. Beni getiren o iki eri huzuruna çağırdı ve onlara ''görev pozisyonunda kuşanıp gelin''. diye emretti. Biraz sonra pusatlarını kuşanmış askerler gelince, ''çarşıya inin hocanın fotoğrafını çektirin gelin''. Nerdeyse gün, öğlen olmuştu, Albay. ''aç olup, olmadığımı'', sordu ?. Aç değilim dedim. ''Neyse, gidip gelin öyle yersiniz. İlk karavananızı bizde yersin. Askerlere marş,marş'', çekti şubeden çıktık.
   Dünyam başıma yıkılmıştı, bu adamın şakası yoktu, beni göndermeye kararlıydı. Askerin biri sağımda biri solumda, hiç konuşmadan Arapkir çarşısına indik. Fotoğraf stüdyosuna girdik ve fotoğrafçıya resim çektireceğimi söyledim. Jandarmalara, ''oturmalarını'' söyledi. Bana da bir merdiveni göstererek, ''sütüdyoya çıkın geliyorum'', dedi. Merdivenden çıkınca kapısı dışarıya açılan bir stüdyoda olduğumu farkettim. (Arapkir'n bir kısım dükkanları, yerin bayırlığı yüzünden, Hem giriş katından, girişi çıkışı vardır, hem de ikinci katında girişi ve çıkışı vardır.)  Ben stüdyoda hiç oyalanmadan, kapıyı açıp kendimi dışarı attım ve oralardan hızla uzaklaştım. İlçenin çıkışında araba beklemeye başladım. Çok geçmeden Malatya'ya giden münübüsün bir yolcusuydum.
   Akşam alacası denilen saatte Malatya'ya indik. Doğruca kayınvalidelerin evinin yolunu tuttum. Eşim ilk çocuğumuza hamileydi ve hesaplarımıza göre doğum çok yakındı. (Albaya ''eşimin köyde olduğunu'', söylemem bir yalandı. Bir çıkış yolu bulurum umuduyla bu yalana başvurmuştum.) Eve varınca, eşimin,doğum nedeniyle hastaneye götürüldüğünü öğrendim ve doğruca hastaneye gittim. ''Doğuma daha var'' gerekçesiyle,beni geri yolladılar.
   Terzim, Necdet Ustanın dükkanında akşam yemeğini yedik. Sabahtan beri tek lokma yememiştim. Üzüntü endişe, doğum. sağlık içiçe girmiş ve ben bir ''açmazın'' içindeydim.  Arada bir, hastaneye telefon edip, eşimin durumunu sorup, haber alıyorduk. Böylece, gecenin onikisini ettik. Eve gidip yatmaktan başka yapacak birşey de yoktu.
   Kapının tıkırtısına uyandım, kayınvalide odaya girip, müjdeyi verdi. ''Bir oğlumuz'' olmuştu. ''Anne ve çocuğu akşama taburcu edeceklermiş'', diye söyledi. Benim o gün yapacak çok işim var sanıyordum. Yokmuş. Askerlik şubesine gittim, olanları sivil memura anlattım. Hayretler içinde kaldı. '' Sana celp gönderdiğimiz doğru. Senin kendi askerlik şubene gelmeni istedik. O adam işgüzarlık yapmış, şimdi sen, git ne zaman istersen gel, biz hiçbir cezaya tabi tutmadan seni birliğine yollarız. Eğer danıştay kararı eline geçerse, karar sonucunu bize getir, Er Öğretmen olarak askerliğini başlatalım''. (Bizler, o zaman yanlış bir agulamanın mağdurları olarak, er statüsünde on iki ay er olarak askerlik yapmamız öngörülmüştü. Bu kararın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle Danıştay'a dava açmıştık. Dava açmaktan geç kaldığım ve evrak eksikliğinden karar bana tebliğ edilemediği için,kaçak duruma düşmüştüm.)
   Milli Eğitim Müdürlüğüne gittim, durumu anlattım. Onlar Arapkir Kaymakamlığını arayarak durum özeti istediler. Sonuçta tekrar göreve iade edilebilmem için, Askerlik Şubesinde, ''askerlikle bir ilişkisi yoktur'', diye bir yazı getirmemi istediler. Askerilik Şubesindeki sivil memur, ''böyle bir yazı veremem, ben, seni kendim idare ediyor, dosyanı askere alma bölümünden aldım, sakladım .Ellerine geçerse seni hemen askere gönderirler. En iyisi sen Danıştay kararını bekle'', diye cevap verdi. Böylece, bekledik karar çıksın, diye. Karar çıktı çıkmasına ama ne zaman. Tam üç ay sonra. Ancak, göreve dört ay sonra iade edildim  Ama gelin, o dört ay nasıl geçti, bana sorun. Döne döne ''bir puş''t olduğunu söyleyen bir şube reisi yüzünden, benim başıma gelenler, ''pişmiş tavuğun başına'' gelmemiştir.
   Türk ordusunun çok değerli subaylarına, birtakım suçlar yüklenerek, Ergenekon davaları kapsamında ,tutuklanıp Silivri Mahkemelerinde yargılanıp cezalandırıldıklar ve Türk askerinin itibarsızlaştırılma girişimleri beni çok ama çok üzmüştü. Ne var ki, yüreğimin bir yerinde bir sızı hep oldu. Acaba içlerinde o şube reisi gibi puşt olanlar var mıydı?. Bu yazımın devamını yakında yazacağım. Çünkü yaşadıklarımız bu kadarla kalmadı. ''Bu bir yaradır, zaman zaman kabuğu kalkar ve kanayıverir''.
MUSTAFA KURT

SATIGÜL

SATIGÜL
   İnsanın akıp giden ömründe, öğle olaylar vardır ki, ömründen birkaç yılı bir anda alıp götürür. Bu akşam sizlerle,ömrümden birkaç yılı, bir kaç saat içinde alıp götüren bir anımı paylaşacağım. Anlatacağım olay sanırım 1976 yılında meydana gelmişti. Sanırım diyorum, çünkü kesin yıl tarihini hatırlamıyorum. Ama, nisan ayında olduğu kesin. Çünkü köye artık bahar gelmişti. Sözünü ettiğim köy Arapkir İlçesi, Suceyin Köyü. Paylaştığım ve daha da çok paylaşacağım, sayamayacağım kadar çok anım var. Bu kadar yıl geçmesine rağmen tazeliğinden bir şey kaybetmeyen anılar .Bu gün yazıya dökeceğim olayın birçok canlı şahidi var. Bu paylaşımı okuyan, eski öğrencilerim, ben vardım. ben gördüm ya da öğretmenim, o gün bana görev vermişti'', diye,olanları bir daha yaşamış olacaklar. Olayın kahramanı olan, o günün öğrencisi, belki de bugün nine olan Satıgül de hayatta. Şimdi yaşanmışlığa gelelim
                                               xxxxxxxxxxxxxxx
    Öğretmen lojmanının cümle kapısı okulun bahçesine bakar. O gün öğlen yemeğinden sora ,lojmanın avlusu sayılan sekide,eşim ve ben çayımızı içiyor,aynı zamanda okul baçesinde oynayan öğrencileri seyrediyorduk.(Uzak mezralardan gelen öğrenciler,getirdikleri öğlenliklerini sınıflarda yer,hava güzelse oyuna çıkarlardı.Erkek öğrenciler kendilerine göre olan oyunlarını oynarken,kız öğrenciler ekseriyetle çizgi oynardı).Çizgi oynayan bir gurup kız vardı.Bir ara,Satıgül isimli öğrencimiz,başının üzerinden oyun taşını atarken,dengesini kabetti ve sırt üstü ,üzerinde oynadıkları beton zemine düştü,kafasını betona çarptı.Ben,Satıgülün yanıma gelmesini söyledim.Bir öbek öğrenciyle birlikte yanıma geldiler.Satıgül'ün kafasının arkasında hafif bir şişlik oluşmuştu.Kolanya ile o şişliği biraz oğuşturduktan sonra gidip oyunlarına devam etmelerini söyledim.Çünkü görünürde Satıgülün birşeyi yoktu,ayrıca kendisi bişeyim yok öğretmenim,dedi.
Öğlen paydosu sonrası,ders başı ettik.Okul dört öğretmenli bir okuldu.Okulun yönetcisi bendim ve birinci sınıfı oktuyordum.Bayan öretmenlerden biri,iki ve üçleri,diğeri dördüncü sınıfı okutuyordu.Ali Öğretmen beşinci sınıfı okutuyordu,Satıgül Ali Öğretmenin sınıfındaydı.
Derse ,henüz başlamıştım ki sınıfın kapısı çalındı,ben daha gel demeden kapı açıldı ve Ali Öğretmen beni dışarı çağırdı ve yanında getirdiği Satıgül'ü göstererek,hocam:Satıgülün'gözleri görmüyormuş dedi.Satıgülün yanına gittim,nooldu kızım dedim,burnunu çekerek,görmüyorum,öğretmenim,dedi.Şimdi beni görmüyor musun? diye sordum.Peki beni nasıl tanıdın deyince,öğretmenim sesinizden tanıyorum dedi.O an bende şafak attı. Ali Bey'e Satıgülün düşüp kafasını betona çarptığını ve muhtemelen beyin kanaması geçirdiğini söyledim.Kızı alıp benim lomana götürüp ,karyolamıza uzatıp üzerini battaniye ile örttükten sonra,havluyu ıslatıp,başına sardım.Bir öğrenciyi,köyümüzün yegane sıhhıyesi olan,Doktor Amcaya söyle ,çabuk gelsin.Hüseyin Abi,gerçekten,teşhisi ve tedavisi şaşmayan,askerde sıhhiyelik yapmış bir zattı.Hüseyin Abiye giden öğrenci çabucak geldi.Ancak doktorun evde olmadığını ve Arapkir'e gitmiş olduğunu söyledi.Aklıma köyü terketmiş ve tepelerin doruğuna çekilmiş kar geldi.Bacaklarına ve hızlarına güvendiğim üç dört öğrenciye, koşup kar getirmelerini söyledim Çocuklar ,aldıkları görevin çok önemli olduğunun farkındalığında,ok gibi fırlayıp gittiler.Ben öğretmen arkadaşlarımdan okulu paydos etmelerini ve öğrencileri evlerine göndermelerini rica ettim.Zaten,olayın başlangıcından beri arkadaşlarım da çok endişeliydiler ve dersleri kesmiş,neler yapabileceğimiz hakkında fikirlerini paylaşıyorlardı.Ne var ki elimizden bir şey gelmiyordu.Köy,ilçeye otuz kilometre uzaklıkta,arabası,yok,jandarmaya bağlı telefon ise ,komşu köy olan Çiğnir Köyündeydi ve bize on onbeş kilometre uzaklıktaydı.
Hepimiz çaresiz ve büyük üzüntü içindeydik.Lojmanın önü anababa günüydü.Köy halkından duyanlar,orayı terketmeyen merakla sonucu bekleyen öğrencilerlerle doluydu.Ben ise kimseyi içeri bıramıyor ve soğuk komplekse devam ediyordum.Arada Benim hanımın ılıttığı sütten kıza içiriyorum.Dışarda her kafadan bir ses çıkıyor ki sormayın gitsin Bu arada kızın annesi de duymuş,feryatı figan içinde geldi.Ağıtlar yakan annesini gene Satıgül teselli etmeye çalışıyordu.
Nihayet kar için gönderdiğim öğrenciler ,nefes nefese geldiler kocaman iki bohça kar getirmişlerdi.Gelen kardan kocaman bir parçayı bir yaygıya yaydıktan sonra,hastanın başının altına koyup, başladık beklemeye.Arada ılık sütten içmesini de sağlıyordum.Gene arada bir nasılsın diye sorduğumda,kız iniltili ve ağlamaklı birtakım sözleri gevelemeye çalışıyordu.Uyumaması için elimden geleni yapıyor,kızı biteviye konuşturuyordum.Gelin görünkü ki ben tarifi imkansız bir üzüntü yaşıyordum.O anın bir rüya olmasını diliyordum.Ama değildi.rüya değildi.Gerçek olan kızın görmüyor olmasıydı.
Aradan geçen zaman ne kadardı bilmiyorum,bir an kız kendini hızla doğrulttu ve istifar etti.Kızın,istifar ettiğini duyan bir şom ağızlı,köyün şivesiyle:Anoom istifar ederse,hasta ölürmüş,demez mi? Ben,o an kederimden öleyazıyordum.Hele elimiz kolumuz bağlı ne yapacağımızın ayrıtında değildik.Gün akşama yaslanmıştı.Arada baktığım saata göre bir dört saat olmuştu.Hastada bir değişiklik yok, yok işte.
Neden sonra yanına iliştiğim ve saçını okşadığım kız,yavaşça doğruldu ve hiç beklemediğim şekilde boynuma atıldı ve görüyorum öğretmenim,görüyorum diye boynuma sarıldı.O anın tarifi mümkün değil.Bağrıma bastığım kızımın yüreği kuş gibi pır pır uçuyordu.Ağlamaklı olduduğum ,gözlerime yol verdim ,hıçkıra hıçkıra,katıla katıla utanmadan ağladım, ağladım... Ağladığımı hiç kimseden saklamadım.Bir yandan Satıgül,bir yandan da dört yaşında olan küçük oğlum uzanıp uzanıp gözümün yaşını silip, saçlarımı okşuyordu.Neden sonra,hasta ayaklandı benim yardımımla dışarı çıktık.Çevremizden alkış aldık.Kızın annesi,kızını sırtına vurup evinin yolunu tutarken,peşpeşe duaları sıralıyordu.Öğretmen arkadaşlar olarak birbirimizi kutluyor ve geçmiş olsun diyorduk.
Yıllar sonra Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un bir romanını okudum.Adı Gün Uzar Yüzyıl Olur'du.İşte bizlerin yaşamımızdaki o gün tamda buydu işte .Allah o gün bizlerin duasıyla,bizlere mutlu sonu yaşattı.
Akşam geç vakit Ali Bey'le birlikte Satıgüllere bir ziyaret gerçekleştirip,tekrar geçmiş olsun dedik.Ziyaretimiz aileyi mutlu etti.

BEN OLMAK BAŞKA,ADAM OLMAK BAŞKA

BEN OLMAK BAŞKA,ADAM OLMAK BAŞKA
Hani derler ya,''akıl yaşta değil başta olurmuş''.İnsanların akıl yaşları farklı farklıdır. Tam da buna uygun bir yaşanmışlığımı paylaşmak istedim.
Öğretmenliğimin birinci ayı henüz dolmamıştı.Köyün,Haraba Mezrasında bir eve davet edilmiştim.Akşam yemeğinden sonra ,misafiri olduğum evin reisi Aziz Amca:Hocam,buyrun köy odasına gidelim.Sizin geldiğinizi duyan herkes bugün odada toplanmış ,haber gönderdiler,bizi bekliyorlarmış.
Toplanılan oda ,misafir olduğum evden yüz metre kadar uzaklıktaydı.Aziz Amcanın el feneri ile aydınlattığı toprak yoldan,komşu evine vardık.Uzanıp açtığı kapıdan beni buyur etti.Daha kapıdan adımımı atmıştım ki ,odada bulunan yaşlı genç hekes ayağa kalktı ve beni ayakta karşıladılar.Ben kendimi dehşetli bir utanç içinde hissettim.Aman Estafurullah yapmayın,dedimse de,bana gösterilen ve baş köşe diye tabir edilen yere varıp,oturuncaya kadar kimse oturmadı.Herkes yaş sırasından başlayarak,benimle merhabalaşıp,halhatır ettiler.Benim sergilediğim mahcup tavırmı hisseden(Hoş hissedilmeyecek gibi değildi).Hayatımda hiç bir yerde,hiç bu şekilde karşılanmamıştım.
Odada bulunan ve herkesten hürmet gördüğü anlaşılan,yaşlı ve uzun sakallı ki sonradan ahbap olacağım Ramazan Dayı bana dönerek:Hocam dedi,sanma ki biz senin yaşının önünde ayağa kalktık.Bizler İLMİN önünde ayağa kalktık.Sen bizim köye ilim irfan getirdin.Hem bebelerimize,hem de bizlere öğretmen olacaksın.Bebelerimizi okutacaksın,bizleri bilmediğimiz alanlarda aydınlatacaksın.
İşte o anda ben,hiç abartısız tam on yaş daha büyümüştüm.O uçarı,haşarı gençliğim yerini olgunluğa ve kamilliğe bıraktı.İşte ben,o akşam aldığım dersle kişiliğimimin eğitimciliğimin ağır yükünü omuzlamış oldum ve on yıllar boyunca ,hep pirensip sahibi bir insan,
sorumluluklarını bilen bir yurttaş ve iyi bir eğitimci olma gayreti içinde oldum.Geriye dönüp baktığımda pişmanlıklarım çok azdır.
MUSTAFA KURT

KIYIDA GURUP

KIYIDA GURUP
Gurup vakti kıyıda,seyrederken denizi,
Gök iner adeta,serilir denize, bir halı gibi.
Öper köpüklü suları,başını eğen güneş.
Başlar enginlerden bir renk cümbüşü.
Kızılı,mavisi,turuncusu,beyazı,yeşil ve siyahı,
Erir sularda ,dalga dalga vurur kıyıya.
Bir günün saltanatını tamamlayan güneş,
Sığınır denizin,kendine açık kollarına.
Ötüşür martılar,kaybolan güneşe karşı.
Karışır sesleri,kıyıyı döğen dalga sesine.
Denizde yıkanmış,yosun kokulu bir rüzgar,
Balıkçı köylerinden,kıyı şehirlerinden selam getirir.
Başlar hayali,o an rıhtımlarda sallanan mendillerin,
Denize açılmakta olan bir yolcu gemisinin peşinde.
MUSTAFA KURT
1975 SUCEYİN

SUCEYiN



                                               SUCEYİN VE SUGEÇTİ (KOMŞU KÖYLER)

Ben Suceyin Köyü Öğretmenliğimden 1977 yılının Ekim Ayında, başka bir okula atanmam nedeniyle ayrılmıştım. Söylemek istediğim fotoğrafta bulunan örenciler aynı zamanda benim okulumun öğrencileriydi. Ben o öğretim yılında 1.sınıfı okutmuştum. Hem yedi yıl çalışmışlığım, hemde okulun yöneticisi olmam nedeniyle okulun bütün öğrencilerini tanıyordum. Sadece, öğrencileri değil, tüm köy halkını lakapları, adları ve soyadlarıyla birlikte tanırdım.Biz onlarla et - kemik gibi kaynaşmıştık.Şu bir gerçek ki halada öyleyiz..Ben Suceyin Halkının, Mustafa Hocasıyım. Bundan her zaman gurur duymuşumdur. Hikayenin geçtiği yıl 1974 yılı Nisan ayıydı. Bir perşembe günü, İlköğretim Müfettişi Zamir Ertürk tarafından teftiş edilmiştik. Teftişin ertesi gün, müfettişin Sugeçti Köyü'ne gitmesi gerekiyordu. Benim, kendisine refakat etmemi istedi ve sabah dokuz gibi yola çıktık. Taşköprü yolunu kullanarak aşağı - yukarı, bir iki saat içinde, Sugeçti Köyü İlkokulu'na vardık. Okul tek derslikli, yanında Lojmanı bulunan prefabrik bir yapıydı. (Ben daha önce bu okula gelmiştim.) Tek öğretmenli, birleştirilmiş sınıf halinde öğretim yapılıyordu. Ben, bir köy evinde Müfettiş Beyi beklemeyi önerdim. kabul görmedi. Birlikte sınıfa girdik. Müfettiş Bey, kendini Ahmet Bey'e (Ben Ahmet Bey'i önceden tanıyordum.) taktim etti ve gidip, öğretmen masasına oturdu. Ben de sınıfın sonunda bir boş sıraya oturdum. Öğretmen beyden ,derse devam etmesini rica etti. Bir müddet sonra, öğretmenden sınıfı devraldı. Öğrencilerle tanıştıktan sonra, ilk işi, sınıfı havaya sokmak için soru cevap faslına geçti ve ilk olarak yazı tahtası üzerinde, duvarda asılı Atatürk resmini göstererek. Bu Şahsı tanıyor muyuz ? diye sordu.Bütün sınıf koro halinde eveeeet,dedi.Bundan sonra bilen parmak kaldırsın, ''Bu zat kimdir''?. Herkes parmak kaldırdı. Birine söz hakkı verdi ve''Atatürk''yanıtını aldı. Şimdi söyleyin bakalım, ''Atatürk'seviyor muyuz?'' Koro halinde yine eveeeet sesi yükseldi. ''Şimdi,bilenler parmak kaldırsın, Atatürk'ü niçin seviyoruz?'' sorusunu yöneltti. Büyük sınıftakiler, bilmiş bilmiş parmak kaldırdılar. Büyücek bir öğrenciye söz hakkı verdi. Öğrenci: ''Öğretmenim, yurdumuzu düşmanlardan kurtarmıştır.'' diye cevap verdi. ''Peki,kimmiş bu yurdumuzda kovduğu düşmanlar?'' diye, Müfettiş Bey sordu. Öğrencinin verdiği cevap çok ilginçti. ''Öğretmenim Suceyin Köyü'', diye cevap verdi. ''Peki, neden Suceyin Köyü? diye, sordu. Öğrenci kendinden emin, ''çünkü onlar Kızılbaş'' yanıtını verdi.  İşte o an filim koptu. ''Olmadı Hocam olmadı''  dedi. ''Birşeyler öğretmişsin ama eksik öğretmişsin''. ''Eksiğini. babaları tamamlamış'',dedi.
    Ahmet Bey'e, ''küçük sınıfları paydos et, 4 ve 5.sınıfları alıp, Suceyin'e gidiyoruz''. Öğrenciler dağılıp evlerine gittikten 20 dakika sonra çevremizde toplandılar. Sayıları 15 kadardı. 
     Yola koyulduk. Güle, oynaya Suceyin'e vardık. Okul henüz paydos olmamıştı. Getirdiğimiz öğrencilere birer arkadaş bulduk. Teneffüste birlikte tanışıp. oynadılar. Ders bitiminde herkes arkadaşlarını yanlarına alara, dağıldılar. Müfettiş Bey ve Ahmet Bey'de benim misafirim oldular. Ertesi sabah, ders başı ettiğimizde, Müfettiş Bey ''bu ders senin hocam'', ,dedi. Bana, ''olayın şahidi sensin'',  dedi. Sınıfa dahil olunca, öğrencilerden günün hikayesini (Misafirleriyle birlikte geçirdikleri zamanı) anlatmalarından işe başladım. Daha sonra basite indirgeyerek Türk Kurtuluş Savaş'ını anlattıktan sonra dost ve düşman kavramlarını anlattım. Atatürk'ün ''Yurtta Barış,Dünyada barış''  veciz sözünü seviyelerine göre anlattım. Vatan. millet, komşu kavramlarını, dilsiz haritada işledik. Sonuç olarak, ''Atatürk sevgisini'' bigüzel paylaştık. Zamanı gelince onları kendi köylerine yollarken, bir sürü duygusal anlar yaşandı. Bu olay, bende hiç eskimedi. Zaman zaman arkadaşlarıma bir fıkra gibi anlattığım oldu. Sınıfta insan kardeşliğini hep ilk plana koydum. İnsanların dili, ırkı, rengi, inancı onların kutsallarıdır. Gerçekleri böyle dillendirmediğimiz için, yıllarca sancıları dinmeyen bir ulus halinde kaldık. Bizi biz yapan değerlere yönelmemiz, kaçınılmaz çaredir. Yoksa toplumsal barışı tesis edemeyiz. Oy kaygısıyla, insanlarımızı ayrıştıranlar bunun vebalini ödeyemezler. Yİne de olan, benim sevgili yurttaşlarıma olur.
Mustafa

BİR ATATÜRK BÜSTÜNÜN YAPILIŞ HİKAYESİ :

BİR ATATÜRK BÜSTÜNÜN YAPILIŞ HİKAYESİ : 
İL : MALATYA
İLÇE : ARAPKİR
KÖY : SUCEYİN 
YIL :1972 - 1973
1971 - 1972 Öğretim yılı güz dönemi teftişimiz için İlköğretim Müfettişi Hüseyin Yılmaz gelmişti.Gün boyu teftiş gördük.(Okulda görevli üç öğretmen arkadaştık) Akşam yemeğinden sonra,hep birlikte köy kahvesine gittik.O zaman köyün nüfusu nerdeyse küçük bir kasaba nüfusu kadardı.1970 yılı sayımını biz öğretmenler yapmıştık.Köyün ogünkü nüfusu 1210 kişiydi.Üç derslikli ve üç öğretmenli (Sonra öğretmen sayısı dört oldu.) bir okulu,iki kahvehanesi,iki bakkal dükkanı,(Sonra sayıları üçe çıktı.) vardı.Öğrenci sayımız 140 kişiydi.Erkek öğrencilerle kız öğrencilerin sayısı nerdeyse eşitti.
Bu detayları verdikten sonra gelelim asıl konuya.Köy kahvesinde çaylarımızı yudumlarken müfettiş bey,bakın arkadaşlar:sizlere bir soru soracağım.Bilirseniz benden okulunuz için bir şey isteyin,ben de yerine getireyim.Sözüm söz dedi ve sorusunu sordu.Gerçekten soru ilginçti.Soru şuydu:Çobanların sık gördüğü,kralların devlet başkanlarının arada sırada gördüğü ve Allah'ın hiç görmediği,nedir?Herkes bir şey söyledi ama söylenen onlarca şey sorunun cevabı değildi.Sizler yine de düşüne durun ,biz sohbete devam edelim dedi ve konuyu kapattı.Şuradan,buradan konuşmalara geçildi.
Zaman hayli geçmişti.gene soruya cevap arandı.bulunamadı.Cevabı,yine müfettiş bey verdi.Ben sorunun cevabını yazımın sonunda vereceğim.Bilenler zaten biliyrdur.) Müfettiş Bey,söyleyin bakalım öğretmenlerim,isteseniz benden ne isterdiniz.Ben arkadaşlarımdan önce atılıp,bir Atatürk Büstü isterdik,dedim.Arkadaşlarım da bana katılınca,Müfettiş bey çaresiz peki dedi ve ekledi;zor ama başarılmayacak gibi değil.dedi.
Sabah,müfetti beyi uğurlarken,Mehmet Bey (Rahmetle yadedlyorum)Hocam dedi bizlere yetersiz rapor vermeyesiniz.Müfettiş bey ,ak saçlı başını yarım daire şeklide çevirerek etrafı seyretti ve bizi çok gururlandıran,şu cümleyi söyledi:Sizler şu bayrağı bu dağlarda dalgandırmakla zaten başarılısınız dedi ve ellerimizi sıkarak ayrıldı
Aradan bir,iki ay geçmişti ki ,Hüseyin Bey'den bir mektup geldi.Büst isteğimizi yerine getiremediği için çok üzgün olduğunu yazıyordu.
Bizler artık bu konuyu kapatmlştık ki;baharda köyün çocuğu olan ve bir deniz subayı olan Ahmet Bey köyünü ziyarete gelmişti.Bu arada okulumuzu da ziyaret etti.Sohbetten sonra okuluna bir armağan olacak bir şey istememizi istedi.Bizler hemen atıldık ve büst isteğimizi Ahmet Bey'e ilettik.Çok mutlu oldu ve kendinden emin büstün sözünü verdi.
Yine aradan bir ay kadar zaman geçmişti ki,büst Muhtar Amca'nın evine gelmişti.Mehmet Bey'le muhtarın evine koştuk.Gele gele bir alçı büst gelmişti.Bu beni çok üzmüştü.Köyün kalkındırma derneği başkanına duygu dolu bir mektup yazdım.O zaman dernek başkanı Rametli Abdullah Yaman bir cevap mektubu yazarak tez zamanda bir Atatürk Büstünün köye kazandırılacağnı bildiriyordu.
1973 yılı Eylül ayında bir pikaba tüm malzemeler ve yapılış pilanı dahil büst bize teslim edildi.İnanılmaz derecede mutluyduk.Büstün yapılması bir usta için iki günlük işti.Yapılan büstün üzerini kumaşla örtüp.beklemeye aldık.Davetiyeler yazılıp gönderildi.
29 Ekim 1973 Cumhuriyetimizin kuruluşunun 50.yıldönümünde Arapkir Kaymakamı tarafından açılışı yapıldı.Büstün açılışına .kaymakam,ilköyretim müdürü,ilçe müftüsü.halk eğtim müdürü.folklor ekibi ve daha bir çok misafir katıldı.Bizler günler önce bu bayrama zaten hazırlanmıştık.O gün köyün tarihinde böyle büyük bir kutlamayı gerçekleştirdik.O gün ve gece cumhuriyet coşkusunu yaşadık.Emeği geçen ve bu gün çoğu hayatta olmayan can dostlarımı saygı ve rahmetle yadediyorum.Hayatta olanlara şükranlarımı sunuyorum.Yüreklerine Atatürk ve cumhuriyt sevgisini aşıladığımız ve o, okul çatısı altında geçen tüm öğrencilerimin gözlerinden öpüyorum.Aralarında rametli olanlar şüpheisiz vardır.Sevenlerine başsağlı diliyorum.
Sorunun cevabı:EŞİ ve BENZERİ