ARAPKİR İLÇESİ SUCEYİN KÖYÜ YOLUNDA ve SUCEYİN KÖYÜNDE İLK GECEM
Yıl 1970 Okulların açılmasına günler kala, naklen atandığım Suceyin Köyü İlkokulu Öğretmenlik görevime başlamak için yola çıktım. Dört saatlik yolculuktan sonra Arapkir İlçesine vardım. Eşya dengimi ve valizimi, Suceyinli Hüseyin Kırık' ın işlettiği otelin girişine bıraktım. Köye gidecek, birkaç köylünün de olduğu beni memnun etti. Otelin bitişiğindeki bakkal dükkanına buyur edildim.
Ben, bana ısmarlanan çayımı yudumlarken, sayıları beş kadar olan köylüler de yanımıza geldi. Tanışma faslından sonra,bir diğer öğretmen arkadaşım Mehmet Beyin de, bu gün köye geçtiğini söylediler.
O arkadaş ailesiyle, kendi traktörleriyle köye geçmişlerdi. Köyün muhtarı da yanımıza geldi ve tanıştık. Muhtar Mehmet Özdemir. Hoş geldin faslından sonra , ''hocam inşallah köye birlikte gideceğiz'', dedi ve ekledi, ''Köye YSE şantiye kuracak. Köyümüzün yolları çok bozuldu, yolumuzu şöyle bir elden geçirecekler'' dedi. ( Bu elden geçirme işi tam iki ay sürdü ve şantiye elemanları köyün sırtında, tam bir saltanat sürdü.) ''Sen şöyle ilçeyi bir gez, zamanı geldiğinde biz sana haber veririz'' dedi. Avuç içi kadar ilçe, ne kadar dolaşabilirsin ki.
Oteli karşıdan gören bir lokanta ve bitişiğinde de bir kahvehane var. Lokantada öğle yemeğimi yedim ve kahvehanenin önündeki çardağın altında oturdum ve şehirden aldığım gazetemi okumaya başladım.
Gazeteyi reklamlarına varıncaya kadar okudum. Bizimkilerden hala hareket yoktu. Arada gördüğüm muhtara, ne zaman muhtar dediğimde, hemen hocam, az kaldı diyor geçiştiriyordu.
Uzatmayalım, ikindi oldu, akşam oldu ve hatta yatsı ezanı okundu. Biz hala ilçedeydik. Neyi, niye beklediğimiz hakkında en ufak bir bilgiye sahip değildim. Çok sonra, köy yolunu yapacak paletli aracın çaya kavuşması hedefleniyormuş.
Nihayet o yörede yük ve insan taşıyan ve adına pikap denilen, arkası tenteli küçük kamyonete doluştuk. Tabii ki eşyalarımızı da yükledik. Arabada benim yerim şoför muhaliydi.
Mehtabı bol bir geceydi. Arabanın farları yolu aydınlatıyor, nedense çevreyi seyretmeyi engelliyordu. Birtakım virajlı, inişli, çıkışlı bir saatlik yoldan sonra, Şoseden ayrılan köy sapağına vardık. İlerde çalılıkların arasına park etmiş dozeri ve şoförünü gördük. Araba eğlendi, hepimiz indik ve birer sigara yaktık. ( O yıllarda sigara içiyordum )
Yorgunluk gidermek için sağa sola volta atarken mevcut köylülerle sohbet etme fırsatım oldu. Karşımızda Eğnir Köprüsü, geldiğimiz yolun Divriği Yolu olduğunu ve kıyısında bulunduğumuz çayın Bırik Çayı olduğunu öğrendim. 20 . 25 km. yol geldiğimizi ve daha gidilecek 10 km. kadar yolumuz olduğunu öğrendim.
Yol koşulları yüzünden araba gerekli hıza ulaşamadığından ağır gelmiştik ve ağır ( Yavaş ) gidecektik. Muhtarın, dozer şoförüyle konuşması tamamlandı ve anlaşma sonucuna göre, adının Mahmut Erdem olduğunu sonradan öğreneceğim bir vatandaşı nöbetçi olarak dozerin yanında bırakılmasına karar verildi. Dozerin şoförünü de arabaya alarak, geriye kalan yolumuza devam ettik.
Gene aynı şekilde, bazen virajlı, bazan yokuş, bazen inişli yollardan ve gene çevreyi seyretmeden yol aldık. Yol ayrımından 5 km. kadar sonra, pikabın sürücüsü ''hocam, Suceyin buradan başlar'', dedi. ''Burası Akkaya Mezrası ve daha köy merkezine 5 km.kadar yolumuz var'', diye söyledi.
Muhtarın evi köyden berideydi, Muhtar, misafirini ve eşyalarını alarak arabadan indi ve bizi iyi dileklerle uğurladı. Çok geçmeden, şoför, ''geldik hocam''. diyerek, frene bastı. Ayağımı yere attığım anda, okul binasının önünde olduğumuzu anladım. Arabanın diğer yolcuları da indi ve kendi eşyalarını bıraktıktan sonra benim eşyaları da okulun girişine taşıdılar. Bizi getiren arabanın şoförü, her birimizle tokalaşarak, gideceği yolu tuttu.
Beraber geldiğimiz ve adının ''Mehmet Ali Özbek'' olduğunu söyleyen arkadaş, ''hocam bize gidelim. Yarın sabah belikte geliriz. Ama seni biraz yaya yürüteceğiz'',dedi. Arabadan indirdiği bagajı tam almıştı ki, elinde el feneri olan bir şahıs bize doğru geliyordu. Sesinden anladığı köylü gence ( Birlikte yolculuk ettiğimiz Mehmet Ali 25 yaşlarında kadardı, Diğer üçü de öyle,hatta daha gençlerdi. Hoş bende Yaşlı değildim. Bende 23 yaşında kadardım ve bu yıl görevdeki üçüncü yılım olacaktı. Bundan önceki iki yılımı kesintisiz vekil öğretmen olarak tamamlamıştım. ) ''Memet Ali, hoş gelmişsiniz, yanındakiler kim'' ? (Hem yürüyor hem konuşuyordu ) diye sordu. Daha cevabını almamıştı ki yanımıza geldi. Mehmet Ali'nin ve diğer iki şahsın ellerini sıktı. Sıra bana gelince Mehmet Ali, ''köyümüzün yeni hocası dedi.'' Sonradan adını öğrendiğim ve çok yakın dostum olacak Bekçi Ali idi .Bekçi Ali, samimi bir şekilde elimi sıktı ve hoş geldin dedi.
Mehmet Ali, ''Bekçi Amca, ben istiyorum ki hocayı bizim eve götüreyim,'' diyince Bekçi Amca' itiraz etti ''Olmaz dedi, sizin ev çok uzak, hocamı ben misafir ederim:'' dedi. Yol arkadaşlarımla vedalaşıp, Ali Efendinin gösterdiği yola koyulduk. Çok ta gitmedik. Küçük bir rampayı çıkarken,
''Hocam, damda mı yatarız yoksa içerde mi ?'' diye sordu. Ben ,çiftçi ve çoban bir ailenin çocuğuydum. Damda yatmanın ne kadar zevkli olduğunu biliyordum ve kararımı söyledim.
Bir küçük sekinin üzerine çıkmıştık ki, ''geldik hocam,'' dedi, Ali Efendi, dam loğunu ( Loğ, büyük taş silindir. ) göstererek, ''hocam sen biraz otur, hemen geliyorum,'' diyerek yanımdan ayrıldı. Ben loğun üzerine oturdum, bir sigara yaktım. Çakmağın ışığında baktığım saat, neredeyse 24.00' ü gösteriyordu.
Biraz ilerde el değirmeni sesi geliyor ve bir pikapta o yıl moda olan Ali Kızıltuğ' un '' Dam üstünde çul serer '' adlı plağı çalınıyordu.
Çok geçmeden Ali Efendi yatak dengiyle göründü. Arkasında da bir bayan, elinde bir tepsi tutuyordu. ( O bayan ki sonraki yıllarda bizlere bacı kadar yakın olmuş Hatça Yenge' ydi.) Ali efendi yatağı yaydı, Hatça Yenge, ''anam açsındır, bir şeyler ye ki uykun gelsin'', dedi ve elindeki tepsiyi serilen yatağın yanına bıraktı. Sofrada bir tabak yoğurt, bir dalak bal ve yeterinden fazla ekmek vardı. ( Bu gerçekten bir gönül zenginliği idi. Çünkü, o aileyi ve köyün diğer ailelerini tayınca, gönül zenginliği bu olsa gerek diye düşündüm.
Yoksulluğu kıracak, gurbetin dışında bir kaynak yoktu. Köyde yalnız aile tarımı yapılacak kadar, ''öküz dönmez'' ve bayır, bacak küçük bahçe ve tarlacıklar vardı. Elde edilen ürün, ancak ailenin günlük veya kilere bırakacakları birer avuç zahire, hububat ve kurutulmuş sebze ve meyvelerdi. Sadece bazı ailelerin birer ağaç cevizleri vardı.
Sonraları, bazı uyanıklar köye dadandı, ucuz pahalı demeden, kütük ( Tomruk ) alıcıları, köylünün elindeki yegane serveti olan cevizlerini satın aldı. Hayvancılık dersen o da hakkıyla yapılamıyordu. Çünkü yazın iyi kötü, köy çevresinde otlattıkları hayvanlarını, uzun süren kış günlerinde besleyecek hayvan yemi tedarik edilemiyordu. Yani hayvancılık ta yeterince yapılmıyordu. Sonuçta bu köylülere çiftçi de diyemeyiz.
Yoksulluğun en belirleyici örneklerinden biri de, mezralarda gelen ve öğlen yemeğini okulda yemek zorunda kalan öğrencilerin, aralarında bazen dolaşarak onlardan ne yediklerin sorduğumda, genellikle ''çökelek çomağı, öğretmenim'',derlerdi. Hiç bir besin değeri olmayan çökelek,ısıtılmış ekmeğin arasına sıkıştırılır ve rulo yapılır. İşte o meşhur çökelek çomağı, o yavrularımızın öğlen yemeğiydi, Belki dostlarım bana darılacak ama gerçekler de inkar edilemez. ''Elde yok, avuçta yok'', böylece üstte yok ayakta yok, dahası tasta ve tavada da olamazdı.
Güz sonuna doğru, köyün eli iş tutan erkekleri, ver elini gurbet derdi. Genellikle İstanbul'a gidilirdi.
İstanbul' da bekar odalarında kalırlar. Gündüzleri hamallık yaparlardı. Çok azı pazarcılık, iş yeri bekçiliği yapardı. Oralara bağlanamaz, iş, güç çıkınca köyüne döner, getirdiği kazancı ile geçinmeye çalışırlardı.
Geriden gelen bir kuşak, babalarının yanında gurbete çıktı ve orada kalıcı işlere girdiler, ya da köyden daha önce çıkmış ve iş tutmuş kimseler, köylerinden gelen gençleri sahiplendiler. Ya kendi alanlarında iş edinmelerini sağladılar yada çevrede ve kendi gözleri önünde bulundurulacak işlere yerleştirdiler. Bu sahiplenme duygusu öyle yerleşti ki, köyden giden ve ailesini yanında götürenlere hemen iş ve barınak buluyorlardı.
Gurbette ayakları yer tutan köylüler, çocuklarını okuttu. Şu son yıllarda yüzlerce Suceyinli ya yüksek okullarda mezun, ya da tahsile devam aşamasında. Yani köyün makus talihini yendiler. Şimdilerde göç vermiş köyün nüfusu 100 den fazla değil. İster köyde kalanlar, isterse gurbette olanlar, gül gibi geçinip, gidiyorlar. Yazın köylerine tatil için dönenlerin sayısı hiçte küçümsenmeyecek kadar çoktur. Aldığım duyumlara göre, yazın köy cıvıl cıvıl oluyormuş. Artık herkesin yüzü güldüğüne göre bizlerde mutlulukta payımızı alıyoruz.)
Karı kocanın yanlarında getirdikleri nevaleyi yedikten sonra, iyi geceler deyip ayrıldılar. Ben de soyunup yatağa girdim. El değirmeninin sesi sanki, ninni olmuştu. Hemencecik uyumuşum.
Sabah bir uyandım ki ne uyanayım. Dağlarla kuşatılmış bir çanaktaydım sanki. Zamanla adlarını öğrendiğim, güneyde Kızılkaya,kuzeyde Karakaya,doğuda Hamzatdal,batıda Yığma tepeleri ile çevrili bir kuşatılmışlık içindeydim.
Benim yataktan kalkmamı bekleyen Hatça Yenge, ''daha ne yatıyorsun hoca,gün kuşluğa döndü'' diyerek alaylı alaylı gülüyordu. Gerçekten, güneş bayağı yükselmişti. Yatağın içinde elbiselerimi giydim. Ayaklanmıştım ki Bekçi Amca geldi. ''Hocam kahvaltı yapalım'', dedi. Ben, ''daha sonra'' diyerek, ''okulun oraya inelim'' dedim.
Birlikte okulun olduğu yere indik.
Mehmet Hoca, okulun önünde kendisini traktörle Suceyin' e getiren ağabeyini yolcu ediyordu. Selamlaşıp hal hatır ettik. Mehmet Beyle, maaşa geldiğimiz bir aybaşında tanışmıştık. Yolcusunu savdıktan sonra, bizi evine buyur etti. Yenge hanımın hazırladığı kahvaltıyla karnımızı doyurduk.
Bir gün sonra da benim bekar olduğum hasebiyle, lojmana yerleşmeme kararı verdik. Mehmet Bey köyde bir eve yerleşti, ben de lojmana. ( Hasan Bey isminde bir arkadaş daha atandıysa da köyde kalmadı, gitti. Bir daha da gelmedi. Bir iki ay sonra, Ali Güner Bey geldi. Mehmet Epik Bey'le dört yıl Ali Güner Bey'le yedi yıl birlikte çalıştık. Sonraki yıllarda, Şenay Hocanım ve Cezminur hocanımlarla birlikte çalıştık. Ama ne çalıştık, çokta başarılı olduk. Köy, bizlerden önce öğretmenlerin kadrine uğramıştı. En acısı neydi biliyor musunuz ? Ben 4 ve 5.sınıfları okuturken haftanın iki günü hece ve cümle çalışması yapmamdı.)
Tekrar başa dönecek olursak, Mehmet Hoca'da kahvaltı yaptıktan sonra fiilen köyde göreve başlamış oldum. O yıl nişanlandım yazına evlendim. İkinci görev yılımıza geldiğimizde evliydim.
Meraklısına, Suceyin Göldağı' nın kuzeyinde kurulu bir dağ köyüdür. Güneyden başlayarak doğuya doğru bir yay çizen bir vadidir. Vadini tabanı da, iki koldan gelen Suceyin ve Bırik Çayları, Çayların suyu yaz mevsiminde çok azalır. İki koldan gelen çay, Kalecik denilen Mezranın hemen önünde birleşerek yollarına devam ederek, Kozluk Çayına karışır. Vadi tabanı ile tepesi yer yer 300, hatta 500 metreye kadar çıkar. Yamaçların eğimi yerer 30 derecelik açı yapar. Yani eğim fazladır. Köyün merkezi toplu yerleşim alanıdır. Merkezin dışında, Kızılca, Taş Köprü, Kalecik, Satogiller, Akkaya ve Yamangiller Mezraları vardır. Bunlardan başka, yukarı çıkıldıkça ve aşağı inildikçe bahçelerin üzerine yapılmış evlerden oluşmuştur ve baştaki ev ile sondaki ev arasında 7,8 km. lik bir mesafe vardır. Köy yol, okul ve elektriğin dışında devletten tek yardım almamıştır. Köyü Kalkındırma Deneği, köyün içme suyu şebekesini.PTT şubesini, Cemevini, aşhaneyi, gasil haneyi, sağlık evini kendi imkanlarıyla yapmıştır. Sözünü ettiğim sosyal tesisler, şebeke suyu, elektrik, bizim görev yaptığımız zamanlarda yoktu.
Eksiklerimin çok olduğunu biliyorum, yeri geldikçe yazacağımı bilmenizi isterim. Sorularınız ve eklemek istediğiniz varsa, bana iletin, ilave etmeye çalışayım, ya da yorumlarınızla ilaveleri sizler yapın. Hemen şunu da belirteyim: Sonraki yıllarda köyümüz daha iyi hizmet alsın diye köy iki isme bölündü. Birisi Suceyin, diğeri Yeşil Yayla. Hizmet aldılar mı bilemem. Şimdilerde köy olmaktan çıktılar.Malatya Büyükşehir olunca, her iki köy de Arapkir'in birer mahallesi oldu. Bedava içtikleri sulara sayaç taktılar. Artık kendi olanaklarıyla getirdikleri suyu parayla içecekler. Sabrınıza sığınıyorum.
Konuyu fazla dağıtmaktan korktuğumdan, şahıslara fazla yer vermekten kaçındım.Ne var ki ,isimlerini zikrettiğim, Otelci Hüseyin Amca Bekçi Ali Amca, Eşi Haça Yenge, Mehmet Epik Hoca ve sevgili eşleri ve Muhtar Mehmet Özdemir rahmetli oldular. Göçüp gidenlere Allah'tan rahmetler diliyorum.
MUSTAFA KURT
Suceyin Eski Öğretmeni
Suceyin Eski Öğretmeni