18 Nisan 2015 Cumartesi

A R K A D A Ş

A R K A D A Ş
Bu gün sizlerle yarım bıraktığım bir yaşanmışlığı anlatmaya çalışacağım. Bir önceki yazımda, ısrarla ''puşt'' olduğunu söyleyen ve bir arkadaşın işgüzarlık olarak nitelediği, yüreğinde merhametin zerresi bulunmayan bir zattan bahsetmiştim. O kendini, malum sözlerle niteleyen şahsın yaşamımda açtığı yara, zaman zaman sızlar durur. Benim kendi kendime tekrarlayıp durduğum bir çift sözüm aklıma gelir. Ah,derim ''. şimdiki aklım olsaydı' şöyle yapardım, böyle yapardım, diye ama nerde zamanı geriye döndürmek ne mümkün.
O sabah, yattığım odanın kapısının vurulmasıyla uyandığımda, kayınvalide, bir oğlumuzun olduğunu söylediğinde,                                                                                                                                               
sevincin acıyla içiçe geçtiği ruh halindeydim. Sevinçliydim çünkü, bir oğlumuz olmuştu. Hem annenin ,hemde çocuğun sağlık durumları iyiydi. Derin üzüntüm ise, artık işsizdim.
Adını UMUT koyduğumuz, şimdilerde Ümit olarak nüfusa kaydedilen, oğlumuz 16 Ekim 1972 tarihinde sabaha karşı dünyaya gözlerini açtı. Günün akşamında onları, doğumevinden alıp eve geldik. Durumu eşime ve aile büyükleriyle değerlendirdik. Beklemekten başka da çare olmadığı sonucuna vardık. Ne kadar da acz ve çaresizlik içindeydim anlatamam. Gençtik ve başımızdan buna benzer olaylar geçmemişti ki tesellisini kendimizce bulalım. Olayı kadere bağladık vesselam.
Sabah evden çıkıyor, akşam eve dönüyordum. Bazen terzimin, berberimin veya dost bildiğim esnafların yannında, bazen de arkadaşların takıldığı kahvehaneye gidip, oyun oynayarak vakit geçirmeye başladım. Gece geç vakitlere kadar, günün popüler kitaplarını okuyordum. Giderek cebimdeki para suyunu çekti. Ne esnafa ödemem gereken taksitleri ödeyebiliyor, nede eşim ve çocuğumun ihtiçlarını karşılayacak param vardı. Hatta kendi cep harçlığım bile kalmamıştı. O yaz, kendi ailemle de bir sebep yüzünden arayı açmıştım. Kimseye sırrımı açmıyordum. Ne de olsa serde erkeklik vardı. Yemeden ,içmeden kesilmiştim. Eşim ve bebeğe, sağ olsun kayınvalide iyi bakıyordu, Her istediklerini başuçlarında bulunduruyordu. Eşimin aillesi varlıklı sayılırdı. Ama ben kendimi sırküpü yapmıştım. Hiçbir sırrımı onlarla paylaşmıyor, yoklarım hakkında kimseye bir şey söylemiyordum. Yalnız, terzim Necdet Usta halden anlayan harika bir insandı. Arada bir zorlada olsa cebime para sıkıştırırdı.
Günler bu münval üzere devam edip giderken, benim talihimi bir nebzede olsa lehime çeviren, çok sevdiğim arkadaşım çıkageldi. Oturduğum kahvehanede bir tanıdık ses, ''arkadaş sen niye buralardasın?'' dedi. Ben, sese döndüm ve dönerdönmez boynuna sarıldığım, arkadaşım Mahmut'tu. Almanya'da çalıştığı inşaat firmasının sezon sonrası, sezon bitimine kadar ücretli izine ayrmıştı  Bekardı ve ailesinin yanında kalıyordu.(İzine geldikçe)
Mahmut'la arkadaşlığımız, önce çocukluk, sonra gençlik dönemimizi kapsayan ve dostlarımı sıraladığımda her zaman birinci sıraya koyduğum dostum. (Son yirmi yıldan beri sadece sağlık haberini aldığım dostumu öyle özlemişim ki,bir daha göremeden, sesini duyamadan ölürsem ya da öldüğünü duyarsam, gözlerim arkamda kalır. Halen, Almanya'da yaşıyor, evli ve iki kız, bir oğlan üç evladı var) .Mahmut'la olan dostluğumuzun anlatımını bir başka zamana bırakıp, asıl anlatım konumuza geçeceğim.
Birer çay içtikten sonra, mekandan ayrılıp, kendimizi şehrin kalabalığına kattık. Hem yürüyor,hem de başımdan geçenleri, başından sonuna kadar,akadaşıma soluksuz anlatıyordum. O hiç konuşmdan, benim anlattıklarımı dinliyordu. Anlattıklarıma ''vah vah'' diyor ve başkada bir tepki vemiyordu. Akşam yemeğinden, sonra,eskiden olduğu gibi sinemaya gittik. Gece geç vakit, evlerin yolunu tuttuk. Hanıma Mahmut'un geldiğinin müjdesini verdim. Bana,'' peki'' dedi, ne dediğini anlamıştım. ''Ne o sordu ne de ben söyledim'', dedim. Bizi utandıracak borçlarımız vardı ve bunun için bir kaynağımız yoktu. Bu bizi kahrediyordu. Borçlular henüz kapıya gelmemişlerdi ama ya gelirlerse diye, aklımızı şaşırtıyordu. Ben de Mahmut'un suskunluğuna bir anlam verememiştim. Yalnız, parasının olmadığı yargısı bende oluşmaya başlamıştı.
Arkadaşımdan ayrılırken, ''yine beni ilk bulduğu mekanda buluşuruz''  diye ayrılmıştık. Mahmut, ancak öğlen sonu gelebildi. Gelirgelmezde bana, ''haydi gidiyoruz'', dedi. Ben kalkıp, peşine takıldım, birlikte çıktık. Bana, ''söyle bakalım kimlere borcumuz var'', dedi. Borcumuz demesi bende öylesine bir coşkulu duygu yaratmıştı ki, halen hatırladıkça dostum, gözümde biraz daha büyür. Tek tek, taksit ödediğimiz ,mağazalara ,işyerlerine uğradık, borçları sıfırladık. Benim bir yıl boyunca ödeyeceğim tüm borçlar ödenmişti. Üzerimdeki o ağır borç yükü kalkmıştı.İçimde kabaran minnet duygularımı nasıl ifade edeceğimi bilemiyordum. Akşam ''yarın buluşmak üzere'' ayrılacağımız zaman, elini cebine sokup, bir miktar para çıkardı ve ''bak kardeşim'' dedi, ''önümüzde bir bayram var, bu senin cep harçlığın, eşine ve çocuğuna bayram için birşeyler alırsın. Bu da yenge hanıma benden bir armağan ve bu da yeğenime takacağın altın'', dedi. ''Ödediğimiz borçlar, benim senden alacağım. Ne zaman istersen o zaman öde. Şimdiki verdiklerimi asla hesaba dahil etmeyeceksin'',Geçmiş gün, beni ne kadar borçlandırdığı ve ne kadar açıktan para aldığımın hesabını yapmadım. Ayrılıp, eve gelince bayram daha gelmeden bayramı yaşıyordum.
31 Aralık 1972 akşamı Mahmut'u eski garajlardan yolcu ettikten sonra, tenha sokaklardan eve dönerken ağladım, ağladım. Dostum gitmiş, koca şehirde yine yapayalnız kalmıştım.
Eve gelince kendimce bir karar aldım. 'Gidip Askere alınmamı isteyecektim'. Benim kararımda ciddi olduğumu anlayan eşim, ''buraya çakılıp, kaldın.Askere daha sonra da gidersin. Kalk Ankara'ya git, kararı burada beklemen yersiz. Danıştay'da bir olumsuzluk çıkarsa, gelir, askere gidersin''. Aklıma yattı. Ertesi gün, Ankara yolundaydım. Hele ki Ankara'ya gelmiştim, dosyayı askere alınma karar evrakının eksik olduğu için, durumu tarafıma bildirmemiş ve dosyayı rafa kaldırmışlardı. Hani derler ya,  elde iyimi yok diye. O gün şans benden yanaydı. Bir stayjer hakim, davama el attı. ''Acele bu evrakı bana getirirsen, sana kararı çıkarıp, elden almanı sağlarım''.
Aynı akşam, memlekete geldim, sabah ilk işim, Askerlik Şubesin'e gidip o evrakı zor da olsa, sivil memurdan aldım. Akşam yine Ankara yolundaydım. Sabah dokuzda, Danıştay'ın dokuzuncu dairesine vardım ve evrakı genç hakime verdim. Röportör ve Kanun Sözcüsü Yüksek Hakimler arasında mekik dokuyarak, akşam beş olmadan, durdurma ve iptal karar evrakını düzenleyip elime verdi.
   Akşam, arabaya binerken ne kadar uykusuz olduğumu anladım. İki gece ve gündüz tek damla uyku uyumamıştım. Otobüsümüz  Ankara'yı terketmeden, ben kafayı bir vurmuşum,  tam dörtyüz kilometrelik yolda ve dinlenme tesisleri dahil, hiç uyanmadan yol almışız. Uyandığımda yüz kilometrelik yolumuz kalmıştı.
  Sabah, ilk işim, karar sonucunu Askerlik Şubesine götürmek oldu. Aynı gün, askerlik kararı düştü ve göreve dönmemde bir engelin kalmadığına dair evrak tanzim edilerek, Milli Eğitim Müdürlüğüne gönderildi. O hevesle Milli Eğitim Müdürlüğüne gittim, ama boşuna. adamlar sömestir tatili bitiminde gel görev yerini belirleyelim, diye beni beklemeye bıraktılar.
Sonuçta, Arapkir bölgesinde Aktaş Köyü'ne yeni atanmam yapıldı. Arapkir'e geldiğimde tekrar Suceyine'e gitme şansımın olup olmadığını sordum. Suceyin'e Sevinç adında bir bayanın ataması yapılmış. ''Eğer karşılıklı becayiş dilekçesi verirseniz bir engel kalmaz'', denildi. ''Bayan Aktaş'a, sen de Suceyine gidersiniz'', Bayan için Aktaş biçilmiş kaftandı. Teklifimi hemen kabul etti ve karşılıklı becayiş dilekçelerimizi verdik. Ben tekrar dostlarıma ve öğrencilerime kavuşma adına, kendi ilime 50 km.daha uzak olan Suceyin'i tercih etmiştim. Hiç pişmanlık duymadım. 15 Şubat 1973 günü, bir kaç dostla o ağır kış şartlarında , karları yara yara iki günün, sonunda köye vardık,
'İşte böyle. böyle oldu'.Bir puştun yüzünden, çok sevdiğim mesleğimden, öğrencilerimden ve dostlarımdan dört ay gibi uzun bir süre ayrı kalmıştım. Yukarıda sözetmemiştim. görevden alındığımın ve bu köye gelme olasılığımın olmayacağı kanaatı var olduğundan, evimi köyden taşımıştım. Köye gelince, bir müddet öğretmen arkadaşımda misafir kaldım, sonra kendi evimi yeniden getirdim.
Yazdıklarım sizlere şüphesiz uzun geliyordur. Ancak, amacım, anılarımı yazıp, bir kitapta toplamak. Başarmak için ömrüm yeter mi bilmiyorum. Sizlerin beni yüreklendirmenizi bekliyorum. Bukadar yazıyı tek parmakla yazıyorum. Çünkü klavye kullanma alışkanlığım yok denecek kadar az. Umut ediyorum hatalarımı hoş görürsünüz.
MUSTAFA KURT

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder